936
« : Mayıs 15, 2008, 05:16:16 ÖS »
Türkiye’de yayıncılık konulu kokteylli toplantı oldukça görkemliydi. Eskiden iş adamlığı pek bilinmeyen, sadece editörlüğüyle tanınan, şimdinin ünlü iş adamı Mahmut Akdamla yıllar sonra yurt dışından dönüş yapmıştı. O gün de, yeni yatırımlar için peş peşe iş toplantıları yapmış, şirketlerle projeler görüşmüştü.
Günün yoğunluğuna rağmen, akşam saatlerindeki bu toplantıya gelirken, oldukça neşeli, hayat dolu görünüyordu. Çünkü diğerleri ne kadar iş ise, yeni girdiği yayıncılık dalı da o kadar eğlencesi, hobisiydi. İçinde yıllardır saklanan heveslerine kavuşmuş gibiydi. Artık kendi sevdiği, takdir ettiği tanınmamış ama usta, farklı, sıra dışı kalemlere de kitap yayınlama fırsatı verecekti. Tüm işleri arasında, beğendiği yazarlara da editörlük yapmaya vakit ayıracaktı. Bu onun için yıllardır kurduğu bir düş, kavuştuğu hayaldi. Onun için, henüz piyasaya çıkmamış, henüz yazardan başkasının okumamış olduğu bir esere bakmak harika bir şeydi.
Bu duygular içinde salonda çocuklar gibi dolaşıyor, yıllar sonra tekrar gördüğü dostların, tanıdıkların ellerini sıkıyor, hatırlarını soruyordu.
Ünlü iş adamı Mahmut Akdamla’nın da zaman zaman editörlük yapacağı, genç yeteneklerin de kendini gösterme fırsatı bulabileceği Yepyeni bir yayın eviydi olan AKDAMLA. Genç yazarlar kadar, ortak iş yapmak isteyen yayın evleri, kitapçılar, gazete köşe yazarları da ilgi göstermişti davete.
* * *
Davet için düzenlenmiş koca salonda ilginin çoğu Mahmut Akdamla’ya yönelse de, çeşitli köşelerde yoğun edebiyat sohbetleri, yayıncılık sorunları tartışmaları başlamıştı. Kimi kişiler de ayaküstü kitap yayını anlaşmaları yapmaya çalışıyordu. TİM yayınevi de bunlardan biriydi ve temsilcisi yüzünden gülücükler eksik olmayan TİM Yayınevi genel yayın yönetmeni Emine Erol’du.
Emine Erol, yanlarına gelen Mahmut beyi yapay bir samimiyet ve aşırı güler yüzle karşılamış ve kısa sohbette, iki yayın evinin ortak çalışmalar yapabileceğinden söz açmıştı. Mahmut Bey de bunları da düşüneceklerini, yayınevinin henüz yapılaşma, kendini piyasaya tanıtma aşamasında olduğunu söyleyip, diğer konuklara doğru uzaklaşmıştı.
Mahmut Bey uzaklaşınca, Emine hanım yanındakilere döndü. Kitap satış oranı açısından nasıl büyük başarı yakaladıklarını anlatmaya başladı;
—Evet… Erkan bey, son yıllardaki yüksek satış oranımız, başarımızın sebebini sormuştunuz değil mi?
Soruyu sorduğu şişman adam;
— Evet, TİM yayın evi yıllardır başarılı ama başarının sizin genel yayın yönetmeni olmanızla katlandığının da farkındayız. Neleri değiştirdiniz, doğrusu merak ediyoruz.
— Erkan bey, bu sorunun cevabı gayet net fakat…
— Evet…
— Size söylememi beklemiyorsunuz değil mi?
— Ooo… Emine hanım, dostlar arasındayız, inanın aramızda kalacak.
— Şaka yaptım Erkan Bey. Evet, bazı sistemlerimiz var ve genel hatlarıyla bunları size anlatmamın mahzuru yok.
Söyleyeceklerinin önemini artırmak için susup, dinleyenlere göz gezdirdi, sakince uzanıp bir bardak içecek aldı.
— Aslında hedef belirlemek, kararlılık gibi temel esaslarımız var ama esas değişik adımı bahsetmeden sormam gerek, hepiniz yayınevi temsilcisi misiniz? Mesela yazar olan var mı aranızda?
İki gazeteci ellerini kaldırdı.
— Sizleri biliyorum. Siz kazancınız köşe yazarlığından ve anlatacağım sorunlar sanırım sizden uzak. Bahsedeceğim konuların daha çok tanınmamış yazarlarla ilgisi var. Neyse, konumuza dönelim. Yayınevlerinin çeşitli adımlarındaki masraflarını biliyorsunuz ama taban ve tavan masrafları en çok değişen baskı veya dağıtım da değil, telif konusundadır. Zaten diğerlerinde fazla oynama da yapamazsınız. Fakat telif konusunda her kişi için farklı neticeler alabilirsiniz. Ben yayınevinin üzerindeki telif yükünü azalttım.
— Nasıl?
— Bunun da çeşitli açılımları vardı. Son yıllarda yayın politikalarımızda, 1.si telif sorunu ortadan kalkmış, çok eski eserleri yayınladık, 2.si yaptığımız masrafın geri dönüşünü nerdeyse garantileyen ünlü yazarlarla veya medyada ünlü olanlarla çalıştık.
Genelde konuşmaya pek katılmayan, Zarif yayınevi temsilcisi Osman bey;
— Ünlülerle çalışmak başta iyi ama sonra kalıcı zararları olabiliyor. Yazdıklarını editörlerimizin, nerdeyse baştan sona yazdığı yetmezmiş gibi, geçen bir tanesinin yaptığı gibi sıkışınca “Benim adıma başkası yazdı, ben imzaladım” diye de yayınevinin itibarını rezil edebiliyor, halkı kandıran pozisyonuna düşürebiliyor.
—Eee… Böyle riskler her zaman olabilir, o sizin tedbirlerinize kalmış. 3. seçeneği de söyleyim mi?
— Tabi ki.
— Çoğu zaman tanınmamış kişiler saçma sapan şeyler getiriyor ama bazen de yayınevine öyle esereler getiren oluyor ki! Genç veya tanınmamış yazar, çekiniyor tabi. Yazdığının kıymetini de bilmiyor. Ona zorluklardan, masraflardan bahsediyoruz. Sonunda öyle bir kıvama geliyor ki, nerdeyse bize acıyacak kıvama geliyor. Ondan sonra da yayın haklarını almak için çok az bir ücrete imza attırmak çok kolay oluyor.
- Yani harikasınız Emine hanım, psikolojik ikna teknikleri ha !...
— Eh... Öyle de denebilir.
Emine hanım, grubun sohbet çemberine sonradan katılan yazar Ali Mert’i fark etmemişti. Ali, Emine hanımın anlattıklarının buruk bir gülümseyişle dinliyordu.
Emine hanım, dinleyenlerin takdir ve hayranlıkla bakışları altında çok mutlu olmuştu. Kısa bir kararsızlıktan sonra, sordu;
— Arkadaşlar 4. seçenek de var fakat…
— Evet, dinliyoruz.
— Fakat… Bu kesinlikle aramızda kalmalı?
Birkaç kişiden onaylayıcı ses yükselince, meraklı bakışların üzerinde olmasından memnun devam etti;
— Arkadaşlar, yayıncılık korunması gereken bir kültür hizmetidir. Bazı ufak tefek sorunları çeşitli şekillerde halletmezsek, zaten zor olan meslekte iflas bayraklarını asmamız gerekir. Neyse bu sonuncu seçeneğe de o gözle bakmanızı rica ediyorum. Çoğu yayınevine olduğu gibi bize de gelen yazar adayları bazen çok acemi oluyor, noter kaydı filan yapmadan doğrudan bize hikâyeler, romanlar getirenler oluyor. Tabi, resmi bir kaydı olmayan, başka bir dergide filan yayınlanmamış bir eserin sahibi kimdir!
— ...?
— Tabi ki ilk yayınlayandır. Bize güzel bir eser getirmiş olan kişilerden bazılarını araştırdığımız oluyor, ünlü mü, uyanık mı, yazdıklarını noterde kayıtlamış mı? Önce bunlara bir göz atıyoruz. Bakıyoruz ki saf bir Anadolu çocuğu, yayınevinden birinin ismiyle filan yayınlıyoruz ya da ne bileyim hikâye filansa, tanıdığımız birinin hikâyeleri arasına onu da ekliyoruz.
— Haberi olmuyor mu?
— Kolay kolay haberleri olmuyor. Bir iki tanesi fark etti onların da yasalardan haberi yok, intihal nedir, yasal telif hakları nedir bilmiyor ya, itiraz edene “Senin telif hakkın şu” diye 3-5 kuruş verip gönderiyoruz.
— İlginç ama böylelikle belki bir yazarın hayatını da engellemiş olmuyor musunuz?
— Anlamadım?
— Belki yazarlığı ciddiye alan, meslek kabul edecek birileri, bu yaptığınızdan sonra umudunu kaybedip, yazmaya küsüyordur.
— Bunu düşünürsek perişan olduğumuz gündür. Burası Türkiye, okurdan çok yazarı vardır. Doğru dürüst şiir yazan çok azdır ama sorsanız herkeste bir şairlik vardır.
Soruyu sorana dikkatlice baktı, tanıyamadı. Bu sohbete sonradan katılan Ali Mert’ti.
— Siz yayıncı mısınız?
— Hayır, hikâye yazarıyım. Pek meşhur değilim, “ Hikâye yazarı Ali Mert “ diye, tanınsam da, henüz ismim fazla duyulmadı.
— Aslında bu yayıncılar arasında bir sohbetti.
— Sohbetiniz ilgimi çekti de. Çok yakından tanıdığım bir yazar adayı vardı, sizin yayınevine roman dosyası göndermişti. Uzun süre cevap alamayınca teflonla ulaşmaya çalışmış ama cevap olarak beğenmediğinizi bildirmiştiniz.
— Kusura bakmayın, herkesi tek tek hatırlayamayız ki.
— İsmi, Ünal’dı. Ünal Çankırılı. Belki hatırlarsınız,
— Hatırlamam mümkün değil, bize böyle çok dosya geliyor.
— Roman dosyası göndermişti, “Yağmur Yağıyordu” isminde.
Emine hanım bir an durakladı, gözünde geçmiş yıllardan bir şeyler canlanmaya başlamıştı. Niyetini anlamak için, Ali beyin yüzüne dikkatlice baktı. Ali Mert’in alaycı bakışları, içinde huzursuz bir rüzgâr estirdi. Yüzünde beliren memnuniyetsiz ifadeyi gizlemeye çalıştı.
— Lütfen bu samimi sohbeti, sıkıcı konularla bozmayalım, güzel şeylerden konuşalım... Bakın Mahmut Bey de bu tarafa geliyor. Şey… Ali bey, yayınevi temsilcisi olmadığınıza göre sizi niçin davet etti?
— Beni arayan sekreterlerinden biri, ‘Ümit veren genç yazarlar’ listesinde çağrıldığımı iletmişti. Benim kendime ümit verecek durumum yokken, ümit veren” listesinde olmam da garip ya.
— Şey, son zamanlarda kendi yayınevimizdeki yoğunluktan takip edemiyorum. İsminizi daha önce duymamış olabilirim. Ali Mert gerçek isminiz mi?
— Hayır, müstear ismim.
Emine hanım, bir yerden tanıyor muyum, diye tekrar süzdü.
— Gerçek ismimizi merak ettim?
— Tanıyamamakta haklısınız, hem ismim farklıydı, hem de mahkemelere gelmeye utanıyordum. Gerçek ismim Ünal Çankırılı. Yani romanına el koyduğunuz ve yıllarca yazıya küstürdüğünüz, bir zamanların genç yazar adayı.
Emine hanımın yudumladığı içeçecek genzine kaçtı, öksürerek, utanarak oradan uzaklaştı, çıkışa doğru yöneldi.
Salon çıkışında endişeyle arkasına dönüp baktı. Az önce hayranlıkla bakan gözlerde küçük görme ve alaycı gülüşler yerleşmişti. Fakat asıl kızmasını beklediği Ünal, hiçbir şey olmamış gibi, oldukça sakin bir tavır içindeydi.
Telif sorunları yaşandığında, bağırmaya veya bağırılmaya alışmış Emine hanım şaşkınlık içindeydi. Bakışlarını salondan çevirip, yürümeye başladığında kendi kendine mırıldanıyordu;
— Niye böylesi sakin? Bu sakinlik niye daha çok etkiledi, daha bir yıktı beni. Bağırsa, çağırsa sanki daha sıradan, daha unutulur olacaktı.
Ünal’ın yüzündeki ifade gözünden gitmiyordu;
- Bu davranışı “ Gözümde pul kadar değeriniz yok!” ifadesi mi ? Yoksa daha da kötüsü, “ intikam soğuk yenen bir yemektir “ gibi bir geleceğin mi göstergesi?
Birden aklına son zamanlarda telif konularında başarılı olan sanatçı dernekleri geldi.
-Yoksa bunlardan birine üye oldu da, hakkını onlarla mı arayacak. Güvendiği bir yer olduğu için mi böylesine rahat, böylesine sakin.
Yüzü asıldı, düşünceli düşünceli başını öne eğdi. İçinde biriken huzursuzluklarla, artan endişelerle yürüdü gitti.