İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Loqum_mum

Sayfa: 1 ... 61 62 [63] 64 65 ... 88
931
Şiir / YAZMAZSAM
« : Mayıs 15, 2008, 05:21:21 ÖS »
Söz vermiştim kendi kendime:Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım.Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yontuktan sonra tuttum öptüm.
YAZMAZSAM DELI OLACAKTIM...
Sait Faik Abasıyanık


932
Şiir / Deniz Gözlüm
« : Mayıs 15, 2008, 05:20:08 ÖS »

 Ben ne fırtınalar gördüm,
Ne tufanlar atlattım,
Kaç kere Allahımla başbaşa kaldım,bilirmisin?

Biz kaç kere oynaştık,sarıldık,
Kaç kere seviştik bilirmisin?
Denizle kaç kere dans ettik martıların çığlığıyla
Köpükleriyle yıkandık kerelerce bilirmisin?

Senin denizindemi boğulmak....güldürme beni,
Ben her gözlerine baktığımda nefessiz kalıyorum bilirmisin?
Yaşayabilirmi insan nefessiz,ölüyorum gözlerinde,
Bir kere ölür insan,iki değil bilirmisin?

Denizi neden çok severim bilirmisin?
Deniz kızdımı,kucaklar,sarar insanı
Sarhoş eder seni dalgalar boyu,
Eğer çok severse benim gibi,
Kucaklar içine alır bedenimi.

933
Hikaye ve Yazılar / aşk Bir Çeşit Deliliktir`
« : Mayıs 15, 2008, 05:18:22 ÖS »


Muhîb, bir gün kendi kendine konuşuyormuş:

-`Allah Teâla âşık kullarının günahını yazmaz, onları cehennemine de atmaz. Hesap günü onları sorguya çekmez. İşlediği amellerinden ötürü sual etmez. Onları sever, merhamet eder. Öyle ki meleklerin, âşıkların amel defterine tek bir satırcık birşey yazmasını dahi istemez. Aşıklar cennete, âşıklar cennete...`

Bunları işiten bir zâhid biraz hayret birazda alaycı bir tavır ile:

-`Ey Muhîb! Sen çocuk musun yoksa deli mi? Baksana ne günahın varmış ne de sevabın. Ne yani şimdi sen cennetlik misin?` Muhîb:

-`Ben bilmem ki cennetlik miyim yoksa cehennemlik mi? Ama işin doğrusu cennet de cehennemde umurumda değil? Çocuk muyum değil miyim bilmem ama galiba ben biraz deliyim?`

`Şuna bak` demiş zahîd hem âşık olduğunu iddia ediyor hem de deli. Muhîb bunun üzerine:

-`Tabi ya öyle. Kaç kitaba bakmış isem hep aynı şey yazıyordu:

`Aşk bir çeşit deliliktir, aşk bir çeşit deliliktir`



(Hesap günü deliler sorgudan muaf olacağı için onlara adına ne cennet tasası vardır ne de cehennem. Şayet korkunuz varsa yarına dair size bir nasihat: `Ya deli olun ya da âşık` vesselam...)

934
Hikaye ve Yazılar / Toprak (1)
« : Mayıs 15, 2008, 05:17:41 ÖS »


Keziban Hatun, hışımla tahta kapının kolunu açıp içeri girdi. Sinirliydi. Elleriyle şalvarının eteklerinden tutmuş Seyit ağanın sedirde oturuşuna baktı, gür sesiyle çıkıştı:

“Siyda!” dedi, eşine kısaca böyle hitap ederdi.
Siyah şalvarıyla köyün koskoca ağası pala bıyıkla Seyit ağa, sedirin en köşesine kurulmuş, nargilesini tüttürerek yeşil çerçeveli pencereden ahırın önünü seyrediyordu:

“De hele gız, nedir bu sinirin? Dellenmiş misen?” diye sordu. Başını yine pencereye çevirdi yeniden.

“Siyda! Olmuyor bah böyle... Gara Şahin bile toprağının yarısından çoğunu hanımının üstüne geçirmiştir. Sen de benim babamdan galan torpağImı bile gendi üstüne almışsın. Duymuşum... Bilirem...”

“Ne dersin gız sen? Hele derdin bu mudur? Bunun için mi gelmişsen?”

“He ya... Daha ne olsun?”

Ellerini şalvarından çekip arka tarafa hafif kaymış olan kırmızılı yazmasını düzelterek devam etti:

“Sen bağa değer vermisen. Bilirim. Verseydin hele benim torpagıma da gözünü dikmezdin Siyda!Haggımı isterem, bilesen!”

Seyit ağa başını çevirdi hanımına. Bacağının birini öne uzattı. Nargilesinden bir nefeslik daha fokurtular geldi peşi sıra. Sonra tek eliyle bıyıklarını düzeltti:

“De get Kezban... Sinirimi bozmayasan benim... Yorgunum zati… Hade...”

“Ne dersin sen Siyda! Ben torpağımı isterem. Muhtar bana her bi şeyi anlatmıştır.”

“Ne anlatmış o çoh bilmiş topal herif... Hele o gendi işine bahsın! Emmiyin oğlu da senin gibi toprah derdine düştü, gördün ne haller gelmiştir başına!”

“Sen bilirsin ağa!Ben diyeceğimi demişem...Ötesini sen düşünesen gari..”

Arkasını yine hışımla döndü. Sertçe kapattığı kapıya uzattı elini. “La havle...” diyerek çıktı odadan. Doğruca kilere gitti. Kiler gündüz vakti olmasına rağmen biraz karanlıktı. Gaz lambasını geceleri yakıyordu gerektiğinde. Ama şu anda loş olduğu için her şeyi bulabiliyordu. Sepetlerinden buğdaya, bulgurundan tavuk yemine, elmasından tavasına hepsi bu kilerdeydi.

Tavanda asılı helkelerden birini alıp ahıra doğru yol aldı. Daha koyunları sağacak, sütü kaynatacak, yoğurt mayalayacaktı. Her işe kendisi koşturuyor, yine de beyine yaranamıyordu.Üstelik üzerine iki tane kuma getirmişti.

Bu adam aslında kendisini hak etmiyordu ama ne yapsın idi.Sonradan gelen kadınlara evini barkını bırakıp da gidecek değildi ya.Hem nereye gidecekti ki?Kocası kağıtlara parmak bastırıp babasından kalan o tarlaları bile kendi zimmetine geçirmişti.Ağa idi.Varlıklıydı ama yıllardır ne kadına, ne toprağa gözü doymuştu.Bunca yıldır hep Kezban Hatun ezilmiş, hep o didinmişti.Elinde avucunda ne varsa kocası sahiplenmişti.Şimdi kapıya atsa bir karış toprağı bile yoktu.

Söylene söylene ahıra girdi.Koyunun bacağından tutup yakaladı.Arka bacaklarının arasına helkeyi yerleştirip çömeldi.Sağmaya başladı:

“Ömrün gesilsin Siyda! Emeklerim gözüne dizine dursun! Sen hele beni gandırıp elimdeki üç beş darlaya bile gözünü dikip aldın ya, hele ben senin yanına mı bırahırım bunu! Gözünü toprah doyursun Siyda!”


935
Hikaye ve Yazılar / Yine Yalnızlık!
« : Mayıs 15, 2008, 05:16:44 ÖS »

Kaldırdım saatimden tüm sabahları. Güneş doğmuyor artık bana ve eşlik ediyor gecelerime bir kaç paket sigara! Yağmalıyor ruhumu soğuk sessizlik. Gece yarısını 14 geçiyor her bir çığlıkta. Hep bir umarsız bakış sarkıyor penceremden. ``Ne oluyor?`` yok artık, ``ne olacak?``ların gürültüsünden... Kelimeler türüyor ve her geçen gün ölüyor, ağlarını örüyor ve sönüyor, yıllarını gömüyor ve kalıyor!! İnadına yine yalnızlık vuruyor her saat başı...

Çalkalanıyor kalabalıkların içindeki yekta gülümseme. Yanıyor şaka yollu, zaman öldürüyor kendince. Iskalıyor çığlıklar 12`yi... Sabaha karşı vuruyor, ``dank`` ediyor kafaya alkollü sevişme edaları. Tükendi bak bir kaç ömür daha, bir kaç film daha çevrildi izlemeye doyamayacağım. Çerçevesiz bir portre oldu ömrüm sonunda. Hep aynı... Yine yalnızlık...!


936
Hikaye ve Yazılar / İntihal Evi
« : Mayıs 15, 2008, 05:16:16 ÖS »


Türkiye’de yayıncılık konulu kokteylli toplantı oldukça görkemliydi. Eskiden iş adamlığı pek bilinmeyen, sadece editörlüğüyle tanınan, şimdinin ünlü iş adamı Mahmut Akdamla yıllar sonra yurt dışından dönüş yapmıştı. O gün de, yeni yatırımlar için peş peşe iş toplantıları yapmış, şirketlerle projeler görüşmüştü.

Günün yoğunluğuna rağmen, akşam saatlerindeki bu toplantıya gelirken, oldukça neşeli, hayat dolu görünüyordu. Çünkü diğerleri ne kadar iş ise, yeni girdiği yayıncılık dalı da o kadar eğlencesi, hobisiydi. İçinde yıllardır saklanan heveslerine kavuşmuş gibiydi. Artık kendi sevdiği, takdir ettiği tanınmamış ama usta, farklı, sıra dışı kalemlere de kitap yayınlama fırsatı verecekti. Tüm işleri arasında, beğendiği yazarlara da editörlük yapmaya vakit ayıracaktı. Bu onun için yıllardır kurduğu bir düş, kavuştuğu hayaldi. Onun için, henüz piyasaya çıkmamış, henüz yazardan başkasının okumamış olduğu bir esere bakmak harika bir şeydi.

Bu duygular içinde salonda çocuklar gibi dolaşıyor, yıllar sonra tekrar gördüğü dostların, tanıdıkların ellerini sıkıyor, hatırlarını soruyordu.

Ünlü iş adamı Mahmut Akdamla’nın da zaman zaman editörlük yapacağı, genç yeteneklerin de kendini gösterme fırsatı bulabileceği Yepyeni bir yayın eviydi olan AKDAMLA. Genç yazarlar kadar, ortak iş yapmak isteyen yayın evleri, kitapçılar, gazete köşe yazarları da ilgi göstermişti davete.
* * *
Davet için düzenlenmiş koca salonda ilginin çoğu Mahmut Akdamla’ya yönelse de, çeşitli köşelerde yoğun edebiyat sohbetleri, yayıncılık sorunları tartışmaları başlamıştı. Kimi kişiler de ayaküstü kitap yayını anlaşmaları yapmaya çalışıyordu. TİM yayınevi de bunlardan biriydi ve temsilcisi yüzünden gülücükler eksik olmayan TİM Yayınevi genel yayın yönetmeni Emine Erol’du.

Emine Erol, yanlarına gelen Mahmut beyi yapay bir samimiyet ve aşırı güler yüzle karşılamış ve kısa sohbette, iki yayın evinin ortak çalışmalar yapabileceğinden söz açmıştı. Mahmut Bey de bunları da düşüneceklerini, yayınevinin henüz yapılaşma, kendini piyasaya tanıtma aşamasında olduğunu söyleyip, diğer konuklara doğru uzaklaşmıştı.

Mahmut Bey uzaklaşınca, Emine hanım yanındakilere döndü. Kitap satış oranı açısından nasıl büyük başarı yakaladıklarını anlatmaya başladı;
—Evet… Erkan bey, son yıllardaki yüksek satış oranımız, başarımızın sebebini sormuştunuz değil mi?
Soruyu sorduğu şişman adam;
— Evet, TİM yayın evi yıllardır başarılı ama başarının sizin genel yayın yönetmeni olmanızla katlandığının da farkındayız. Neleri değiştirdiniz, doğrusu merak ediyoruz.
— Erkan bey, bu sorunun cevabı gayet net fakat…
— Evet…
— Size söylememi beklemiyorsunuz değil mi?
— Ooo… Emine hanım, dostlar arasındayız, inanın aramızda kalacak.
— Şaka yaptım Erkan Bey. Evet, bazı sistemlerimiz var ve genel hatlarıyla bunları size anlatmamın mahzuru yok.

Söyleyeceklerinin önemini artırmak için susup, dinleyenlere göz gezdirdi, sakince uzanıp bir bardak içecek aldı.
— Aslında hedef belirlemek, kararlılık gibi temel esaslarımız var ama esas değişik adımı bahsetmeden sormam gerek, hepiniz yayınevi temsilcisi misiniz? Mesela yazar olan var mı aranızda?

İki gazeteci ellerini kaldırdı.
— Sizleri biliyorum. Siz kazancınız köşe yazarlığından ve anlatacağım sorunlar sanırım sizden uzak. Bahsedeceğim konuların daha çok tanınmamış yazarlarla ilgisi var. Neyse, konumuza dönelim. Yayınevlerinin çeşitli adımlarındaki masraflarını biliyorsunuz ama taban ve tavan masrafları en çok değişen baskı veya dağıtım da değil, telif konusundadır. Zaten diğerlerinde fazla oynama da yapamazsınız. Fakat telif konusunda her kişi için farklı neticeler alabilirsiniz. Ben yayınevinin üzerindeki telif yükünü azalttım.
— Nasıl?
— Bunun da çeşitli açılımları vardı. Son yıllarda yayın politikalarımızda, 1.si telif sorunu ortadan kalkmış, çok eski eserleri yayınladık, 2.si yaptığımız masrafın geri dönüşünü nerdeyse garantileyen ünlü yazarlarla veya medyada ünlü olanlarla çalıştık.

Genelde konuşmaya pek katılmayan, Zarif yayınevi temsilcisi Osman bey;
— Ünlülerle çalışmak başta iyi ama sonra kalıcı zararları olabiliyor. Yazdıklarını editörlerimizin, nerdeyse baştan sona yazdığı yetmezmiş gibi, geçen bir tanesinin yaptığı gibi sıkışınca “Benim adıma başkası yazdı, ben imzaladım” diye de yayınevinin itibarını rezil edebiliyor, halkı kandıran pozisyonuna düşürebiliyor.

—Eee… Böyle riskler her zaman olabilir, o sizin tedbirlerinize kalmış. 3. seçeneği de söyleyim mi?
— Tabi ki.
— Çoğu zaman tanınmamış kişiler saçma sapan şeyler getiriyor ama bazen de yayınevine öyle esereler getiren oluyor ki! Genç veya tanınmamış yazar, çekiniyor tabi. Yazdığının kıymetini de bilmiyor. Ona zorluklardan, masraflardan bahsediyoruz. Sonunda öyle bir kıvama geliyor ki, nerdeyse bize acıyacak kıvama geliyor. Ondan sonra da yayın haklarını almak için çok az bir ücrete imza attırmak çok kolay oluyor.
- Yani harikasınız Emine hanım, psikolojik ikna teknikleri ha !...
— Eh... Öyle de denebilir.

Emine hanım, grubun sohbet çemberine sonradan katılan yazar Ali Mert’i fark etmemişti. Ali, Emine hanımın anlattıklarının buruk bir gülümseyişle dinliyordu.
Emine hanım, dinleyenlerin takdir ve hayranlıkla bakışları altında çok mutlu olmuştu. Kısa bir kararsızlıktan sonra, sordu;
— Arkadaşlar 4. seçenek de var fakat…
— Evet, dinliyoruz.
— Fakat… Bu kesinlikle aramızda kalmalı?

Birkaç kişiden onaylayıcı ses yükselince, meraklı bakışların üzerinde olmasından memnun devam etti;
— Arkadaşlar, yayıncılık korunması gereken bir kültür hizmetidir. Bazı ufak tefek sorunları çeşitli şekillerde halletmezsek, zaten zor olan meslekte iflas bayraklarını asmamız gerekir. Neyse bu sonuncu seçeneğe de o gözle bakmanızı rica ediyorum. Çoğu yayınevine olduğu gibi bize de gelen yazar adayları bazen çok acemi oluyor, noter kaydı filan yapmadan doğrudan bize hikâyeler, romanlar getirenler oluyor. Tabi, resmi bir kaydı olmayan, başka bir dergide filan yayınlanmamış bir eserin sahibi kimdir!
— ...?
— Tabi ki ilk yayınlayandır. Bize güzel bir eser getirmiş olan kişilerden bazılarını araştırdığımız oluyor, ünlü mü, uyanık mı, yazdıklarını noterde kayıtlamış mı? Önce bunlara bir göz atıyoruz. Bakıyoruz ki saf bir Anadolu çocuğu, yayınevinden birinin ismiyle filan yayınlıyoruz ya da ne bileyim hikâye filansa, tanıdığımız birinin hikâyeleri arasına onu da ekliyoruz.
— Haberi olmuyor mu?
— Kolay kolay haberleri olmuyor. Bir iki tanesi fark etti onların da yasalardan haberi yok, intihal nedir, yasal telif hakları nedir bilmiyor ya, itiraz edene “Senin telif hakkın şu” diye 3-5 kuruş verip gönderiyoruz.
— İlginç ama böylelikle belki bir yazarın hayatını da engellemiş olmuyor musunuz?
— Anlamadım?
— Belki yazarlığı ciddiye alan, meslek kabul edecek birileri, bu yaptığınızdan sonra umudunu kaybedip, yazmaya küsüyordur.
— Bunu düşünürsek perişan olduğumuz gündür. Burası Türkiye, okurdan çok yazarı vardır. Doğru dürüst şiir yazan çok azdır ama sorsanız herkeste bir şairlik vardır.
Soruyu sorana dikkatlice baktı, tanıyamadı. Bu sohbete sonradan katılan Ali Mert’ti.
— Siz yayıncı mısınız?
— Hayır, hikâye yazarıyım. Pek meşhur değilim, “ Hikâye yazarı Ali Mert “ diye, tanınsam da, henüz ismim fazla duyulmadı.
— Aslında bu yayıncılar arasında bir sohbetti.
— Sohbetiniz ilgimi çekti de. Çok yakından tanıdığım bir yazar adayı vardı, sizin yayınevine roman dosyası göndermişti. Uzun süre cevap alamayınca teflonla ulaşmaya çalışmış ama cevap olarak beğenmediğinizi bildirmiştiniz.
— Kusura bakmayın, herkesi tek tek hatırlayamayız ki.
— İsmi, Ünal’dı. Ünal Çankırılı. Belki hatırlarsınız,
— Hatırlamam mümkün değil, bize böyle çok dosya geliyor.
— Roman dosyası göndermişti, “Yağmur Yağıyordu” isminde.

Emine hanım bir an durakladı, gözünde geçmiş yıllardan bir şeyler canlanmaya başlamıştı. Niyetini anlamak için, Ali beyin yüzüne dikkatlice baktı. Ali Mert’in alaycı bakışları, içinde huzursuz bir rüzgâr estirdi. Yüzünde beliren memnuniyetsiz ifadeyi gizlemeye çalıştı.
— Lütfen bu samimi sohbeti, sıkıcı konularla bozmayalım, güzel şeylerden konuşalım... Bakın Mahmut Bey de bu tarafa geliyor. Şey… Ali bey, yayınevi temsilcisi olmadığınıza göre sizi niçin davet etti?
— Beni arayan sekreterlerinden biri, ‘Ümit veren genç yazarlar’ listesinde çağrıldığımı iletmişti. Benim kendime ümit verecek durumum yokken, ümit veren” listesinde olmam da garip ya.
— Şey, son zamanlarda kendi yayınevimizdeki yoğunluktan takip edemiyorum. İsminizi daha önce duymamış olabilirim. Ali Mert gerçek isminiz mi?
— Hayır, müstear ismim.
Emine hanım, bir yerden tanıyor muyum, diye tekrar süzdü.
— Gerçek ismimizi merak ettim?
— Tanıyamamakta haklısınız, hem ismim farklıydı, hem de mahkemelere gelmeye utanıyordum. Gerçek ismim Ünal Çankırılı. Yani romanına el koyduğunuz ve yıllarca yazıya küstürdüğünüz, bir zamanların genç yazar adayı.

Emine hanımın yudumladığı içeçecek genzine kaçtı, öksürerek, utanarak oradan uzaklaştı, çıkışa doğru yöneldi.

Salon çıkışında endişeyle arkasına dönüp baktı. Az önce hayranlıkla bakan gözlerde küçük görme ve alaycı gülüşler yerleşmişti. Fakat asıl kızmasını beklediği Ünal, hiçbir şey olmamış gibi, oldukça sakin bir tavır içindeydi.

Telif sorunları yaşandığında, bağırmaya veya bağırılmaya alışmış Emine hanım şaşkınlık içindeydi. Bakışlarını salondan çevirip, yürümeye başladığında kendi kendine mırıldanıyordu;
— Niye böylesi sakin? Bu sakinlik niye daha çok etkiledi, daha bir yıktı beni. Bağırsa, çağırsa sanki daha sıradan, daha unutulur olacaktı.

Ünal’ın yüzündeki ifade gözünden gitmiyordu;
- Bu davranışı “ Gözümde pul kadar değeriniz yok!” ifadesi mi ? Yoksa daha da kötüsü, “ intikam soğuk yenen bir yemektir “ gibi bir geleceğin mi göstergesi?

Birden aklına son zamanlarda telif konularında başarılı olan sanatçı dernekleri geldi.
-Yoksa bunlardan birine üye oldu da, hakkını onlarla mı arayacak. Güvendiği bir yer olduğu için mi böylesine rahat, böylesine sakin.

Yüzü asıldı, düşünceli düşünceli başını öne eğdi. İçinde biriken huzursuzluklarla, artan endişelerle yürüdü gitti.

937
Hikaye ve Yazılar / Elini Ver Öğretmenim 6
« : Mayıs 15, 2008, 05:15:33 ÖS »



Silvan’a Endişeli Gidiş... Ağlayarak Dönüş…

Artık Diyarbakır yolu görünmüştü. Yeni tayin yerimiz Diyarbakır ili, Silvan ilçesi, Otluk köyü idi. Diyeceksiniz ki hocam ne oluyor? İki yıl, üç yıl dedi mi tayin. Evet, o zamanlar rotasyon uygulaması ile bölgelere göre, görev yılları belirleniyor, bu süre bitince de gerekli hazırlıkları yaparak yola düşmek gerekiyordu.

Belki o zamanlar bu zorumuza gidiyordu. Fakat bunun iyi taraflarının daha çok olduğunu yıllar sonra anladım. Değişik bölgeleri, değişik kültürleri ve değişik insanları tanıma fırsatı buluyor, hayat tecrübesi kazanmış oluyordum. Yaşamıma ve düşüncelerime çok olumlu katkılarının olduğunu söyleyebilirim.

Atandığım yeri görmek için Silvan’a gittim. Değişik bir bölge, değişik insanlar. Ne yalan söyleyeyim, içimde endişe ile karışık bir heyecan var. Fakat bu endişemin yersiz olduğunu çok geçmeden anladım. İnsanların sıcakkanlı, cesur, samimi, mert, dürüst, misafirperver oluşları düşüncemin yanlış olduğunu ispatladı. İlçede tanıştığım köylülerle bir akşamüzeri köye gittik. Köye gidinceye kadar hava kararmıştı. Hiçbir yeri göremedim desem yalan olmaz. Sabah kalkınca ilk işim okulu görmekti. İlk şoku ilçede yaşadığım için, okulu görünce fazla bir tepkim olmadı. İlçede köylülerle konuşurken, okulun durumunu, öğrenci sayısını sorduğumda köylüler:
— Hocam, okulumuz yeni yapılıyor. Henüz inşaatı devam ediyor demezler mi?
— Ne yani, şu anda ders yapacağımız bir sınıf yok mu? Dedim.

Neyse bunları geçelim. Okulun yanına varınca gördüm ki, henüz duvarlar yeni örülüyor. Yani bir iki aydan sınıfta derse başlayamayacağımız anlaşılıyordu. Şoku artık atlatmıştım. Kader, nasip dedim. Kısmetimizde bu da varmış. İçimdeki eğitim aşkı ve çocuk sevgisi, mesleğe duyduğum saygıdan dolayı katlanmamız gerektiğine inanıyordum.

On beş günlük kanuni süremi tamamlayıp yeni görev yerime gelip başladım. Annem ve eşimle birlikte köye gelişimiz biraz maceralı oldu. Nasıl annemle birlikte Ordu’ya vardığımızda çamurdan zor bela eve geldiğimiz gibi, bu seferde köy yolunun bazı bölümleri bozuk olduğundan, yağmurlu havalarda taksiler çamura saplanıp kalıyorlar. Bizde akşamüzeri çamura saplandık. Rahmetli anam ikinci kez çamurla karşılaşıyordu. Çevreden gelen köylülerin yardımıyla güç bela çıkarak köye ulaştık Bu çamura saplandığımız yerler için sonraları çevre köylerle de işbirliği yaparak, çakıl taşları dökerek yolu normal bir hale getirmek için uğraştık.

Öğretmenim! Bu Günde mi Çalışacağız?

Okulun bahçesini de öyle bir temiz hale getirdik ki köylüler okula gelince memnuniyetlerini ifade ediyorlar:
— Hocam elinize sağlık, okul bahçesi çok güzel olmuş diyorlardı. Bahçede irili ufaklı taş bırakmadık. Her yer yemyeşil çimenle kaplanmıştı. Öğrencilerimi herhalde çok çalıştırıyordum ki;
— Çocuklar! Bugün çevre temizliği, tertip, düzen ve çalışması yapacağız deyince çocuklar beni kırmamak, incitmemek için bir şey söylemiyorlardı ama.
— Öğretmenim! Bugün de mi çalışacağız? Diye gözümün içine bakıyorlar, adeta gözleriyle çalışmak istemediklerini söylüyorlardı. Çocukları teneffüslerde ve derslerin bitiminde, hafta sonunda her yakaladığım yerde çalıştırıyordum. Çalıştırıyordum ama onların gönüllerini alıyor, yaptığımız işin önemini de anlatmayı ihmal etmiyordum. Öğretmen olarak gerek köy halkına, gerek öğrencilerime örnek olmak zorunda olduğumun bilincindeydim. Temiz, tertipli ve düzenli olmanın insanın başta gelen görevlerinden olduğunu anlatıyor ve de uyguluyordum. İnşallah öğrencilerim haklarını helâl ederler.

Okulun bahçesi yetmiyor, bazen de köyün içinde çevre temizliği yapıyorduk. Köyde zamanımız boldu. Öğrencileri ne zaman çağırsam işleri olmadığında hemen geliyorlardı. Yani elimizin altında bir öğrenci ordusu vardı. Göreve başladım diyorum, biraz öncede söylediğim gibi okul bahçesinde ders yapacağız. Köyde okul çağı geçmiş sekiz, dokuz, on yaşlarındaki çocukları toplayıp geçici bir kayıtla ders başı yapmıştım. Çocuklar çimene uzanıyor, defterlerine çizgi çalışmalarını yapıyorlardı.

Buraya kadar işler kolay. Hocam! Nasıl kolay diyorsun diyenler olacaktır. Köyde elektrik yok, su köyün içindeki çeşmeden sağlanıyor. Okul inşaat halinde. İşin zor tarafını şimdi söylüyorum. Sıkı durun. Maalesef erkeklerin dışında Türkçeyi bilen yok. Yani kadınlar ve çocuklarla anlaşmak epeyce zor. Gel şimdi sen, konuştuğunu anlamayan çocuklara okuma yazma öğret!

Evet değerli meslektaşlarım! Mesleğe yeni başlayan genç öğretmenler! Anlattıklarım size masal gibi gelebilir. Fakat bunları yaşadım ve anlatıyorum. Doğruyu söylemek gerekirse bu durum beni telaşlandırmadı değil. Fakat kısa sürede kendimi toparladım ve işe sabır, kararlılık ve azimle, tabii en başta da sevgi ile başladım.
Öğrencilerle iyi bir iletişim kurabilmem için daha önce ilçede bir süre eğitim görmüş sevgili Hayati ÜÇENAK adındaki genci dil konusunda yanıma yardımcı aldım. Kısa süre içinde çocuklarla anlaşmaya başlamıştım. Söylediklerimi anlıyorlar ve yapıyorlardı. Okulun tek öğretmeni olduğum için müdürü de, öğretmeni de, hizmetlisi de bendim. Görünüşte bütün bunlar dağ gibi karşınıza çıkan zorluklar olarak görülebilir. İçinizde meslek aşkı ve çocuk sevgisi varsa, bu gibi zorlukları kolayca atlatırsınız.

Aylar sonra nihayet inşaat bitmişti. Okulu boş bir şekilde teslim aldım. Sıra, masa, yazı tahtası, kısaca hiçbir şey yok. Öğrenciler ve eşimle birlikte okulu temizledik. Haftalar sonra Milli Eğitim Müdürlüğünden 10 takım sıra ve yazı tahtasını teslim alıp sınıfa yerleştirdik. Köyde okul yeni açıldığı için çok ilginç olaylara da şahit oluyordum. Bunlardan birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum.


938
Hikaye ve Yazılar / Aşktan Korkma
« : Mayıs 15, 2008, 05:14:56 ÖS »


Gözlerimi açtığımda o vardı karşımda…Bir an donup kaldım.O yumuşacık elleriyle dokunduğu an çözüldüm.O kadar mutluydum ki gözlerimi ayıramadım ondan.Gel kaçalım bu şehirden dedi.Aşkın gözü kördür ya tamam dedim birden arkamızdakileri düşündük.Annem,babam,onun tanıdıkları kaçar gibi gidiyorduk,gerçekten de öyleydi ama yapamadım arkamda o kadar kişiyi üzgün bırakamadım geri dönmek istediğimi söyledim.Bir an şaşırdı hayır olmaz dedi .Dönersek ayrılacağız, ben bu aşkı kaybetmek istemiyorum "Ne olursa olsun." dedi.Gözlerindeki yaşları görünce dayanamadım ama arkamda o kadar kişiyi düşününce arkamı döndüm.İlerlerken ikimizde ağlıyorduk.Göz göre göre aşkımı gömüyordum kalbime.Hem de artık bende olmayan bir kalbe.Arkamı döndüm yapamadığımı söylemek için boynuna atlamak için.. O da ağlayarak gidiyordu. Sesim çıkmadı bağırdım ama olmadı. Koşmama rağmen gittikçe uzaklaşıyordu benden. Dizlerimin üstüne yıkıldım. Az sonra omzuma bir el dokundu. Arkamı döndüğümde o bakıyordu yine bana. Beni bırakıp gitmemişti işte burdaydı,yanımdaydı.Gözlerindeki yaşlara rağmen o kadar sıcak gülümsüyordu ki içim sevgiyle doldu yine.O an öyle bir sarıldık ki birbirimize hayat durdu. El el geri döndük o şehre. Bu sefer daha farklıydı. Sanki bize gülümsüyordu herkes, her şey. Bir şarkı çalmaya başladı. Birbirimize baktık. Ne senle ne sensiz! Acı verir sessizlik bunu anlatmak çok zor. Ne gitsen ne kalsan, olmaz hayat sen yoksan. Bunu haykırmak çok zor. Birbirimize bu şarkıyı söylerken gözlerim kapalıydı. Gözlerimi açtığımda o ve ben annem babam arkadaşlarım ve daha birçok kişi. Hepimiz birlikteydik. Yanımda o ve herkes. Yaşadıklarım bir rüyaydı sanki. Sonra birden herkes silindi. Sadece ben kaldım orda. Gözlerimi, açtığımda evde yatağımdaydım. Bu rüya bana onu kaybetmemem gerektiğini öğretti. Bunun içinde ne olursa olsun ona açılmam gerekiyordu. O gün her şey değişti benim için. Kararırımı verdim ve gittim yanına içimdeki her şeyi anlattım ona. Karşılıksız olmasından çok korkuyordum. Bi an ne yapıyorum diye sordum kendime. Cevap vermesine bile fırsat vermekten uzaklaştım ordan. Arkamdan dur gitme diye bağırıyordu. Fakat onu duymuyor gibi koşuyordum nereye gittiğimi bilmeden. En sonunda kolumdan tuttu ve bende,
Seni dedi. Aynı rüyamdaki gibi sarıldık birbirimize

939
DİNİ HİKAYELER VE YAZILAR / Endonezya nasıl Müslüman oldu?
« : Mayıs 15, 2008, 05:13:20 ÖS »
 

Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya'ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu:
- Hangi kumaştan sattın?
-Şu kumaştan efendim.
-Metresini kaça verdin?
-On akçeye.
-Nasıl olur?" diye hayret etti,
-Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?

Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu.
-Ne demekti hakkını helâl et?
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:
-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?
-Ben, dedi tüccar, bir Müslüman'ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.
Kral,
-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.

250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendimizin müjdesi herkese açık: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.

Kaynak : Mehmet Paksu, İman Hayata Geçince


940
DİNİ HİKAYELER VE YAZILAR / Eğer Göndermeseydi
« : Mayıs 15, 2008, 05:11:02 ÖS »


Hazret-i Ömer (r.a), hilâfeti zemânında, rûm pâdişâhına adam gönderip, dîne da'vet eyledi. Rûm pâdişâhı da kıymetli hediyyeler ile elçi gönderdi. Elçi Medîne-i münevvereye geldi. Hediyyesini alıp, hazret-i Ömer (r.a) ile buluşulduğu mahalde, hazret-i Ömer, bir kadıncağızın dıvârını yapıyor idi. O hâlde iken, haber verdiler ki,
-Rûm pâdişâhının elçisi geldi. Emriniz nedir.
Buyurdular ki,
-Ssöyleyin, gelsin. Ellerinizi yıkayıp, bir yerde otursanız, olmaz mı, dediler. Râzı olmadı. Ne yapsınlar. Elçiyi çağırıp, hazret-i Ömer ile buluşdurdular.
Elçi, hazret-i Ömeri bu hâlde görüp, dedi ki,
-Arab pâdişâhı bu mudur. Eğer böyle olduğunu bilseydim, gelmezdim. Rûm pâdişâhı da beni buraya göndermezdi.
Hazret-i Ömer iki mubârek parmaklarıyla işâret edip, buyurdular ki,
-Eğer göndermeseydi, onun iki gözünü çıkarırdım.


Târîh yazdılar ki, meğer hazret-i Ömer böyle işâret etdiği gibi, rûm pâdişâhı oturduğu yerde iki balçıklı parmak gelip, iki gözünü çıkardı. Hattâ parmaklarının balçığı iki gözünün üzerinde yapışıp kaldı. Her ne kadar uğraşdılar ise de, gidermek mümkin olmadı. Bir zemândan sonra elçi, izin alıp, rûm pâdişâhına geldiğinde, gördü ki, iki gözü de amâ olmuş. Sebebini süâl eyledi. Ahvâli anlatdılar. Ta'accüb edip, o da hazret-i Ömer ile geçen ahvâli bunlara bildirdi.


Ba'zı rivâyetlerde, rûm pâdişâhının elçisi geldiği vakt, Eshâb-ı güzîn  hazret-i Ömerin (ra)  yanında otururlar idi. Hazret-i Ömer, hurma lifinden bir gömlek giymiş, dokuz yerinden yamanmış idi. Acabâ, sultânım, mubârek arkanıza bir kaftan alsanız câiz olmaz mı, dediklerinde, hemen hazret-i Ömer (ra)  gadaba gelip, dedi ki:
-Dahâ bu iitibâr görmek arzûsundan kurtulmadınız mı. Dîn-i islâmda kudreti böyle mi fehm etdiniz. Bize dîn-i islâmın şerefi yetmez mi. Dîn-i islâmdan efdal ve eşref bir nesne varmıdır ki, ona i'tibâr edersiniz. Bu se'âdet ve bu devlet ki, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri bize ihsân eylemişdir. Kime müyesser olmuşdur ki, dîn-i islâm tâcını başımıza koydu. Şer'ı şerîfi Muhammedî elbisesini arkamıza giydirdi. Kalbimizi kelime-i şehâdet ile münevver eyledi. Allah, Allah! Dîn-i islâm kadrini bilmemişsiniz. Ancak kendinizi halka libâs ile mi göstermek istersiniz.


O şeklde gadaba geldi ki, belki kimse öyle gadaba gelmemişdir. Söyliyenler pişmân olup, artık, cevâba kâdir olmayıp, başlarını aşağıya eğip, sükût eylediler. Şimdi, bizim sultânlarımız bu hâl ile dünyâda geçinip, asla i'tibâr etmeyince, bize de lâyık olan budur ki, onların yolunu gözetip, kıyâmet gününde, Allahü teâlânın huzûruna ve Habîbullahın  (sav) huzûruna vardıkda mahcûb olmayalım.
Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin


941
DİNİ HİKAYELER VE YAZILAR / Dua aynı dua, ama okuyan ağız...
« : Mayıs 15, 2008, 05:10:32 ÖS »


 

Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruh) hazretlerinden:
Fakirin biri, bir ağaç dibinde gölgelenmekte olan Hz. Ali (r.a.)'ye gelir, ihtiyaçlarını arz eder:

- Çoluk-çocuk sıkıntı içindeyim, ne olur bana biraz yardımda bulunun, der.

Hz. Ali (r.a.) hemen yerden bir avuç kum alır, üzerine okumaya başlar. Sonra da avucunu açar ki, kum tanecikleri altın külçeleri hâline gelmiş...

- Al, der fakire. İhtiyacını karşıla!

Fakirin gözleri yerlerinden fırlayacak gibi olur:

- Allah aşkına söyle yâ Emîre'l-mü'minîn! Ne okudun da kum tanecikleri altın oluverdi? der. Hz. Ali (r.a.) anlatır:

- Kur'ân-ı Kerîm, Fâtiha sûresine gizlenmiştir. Bende Kur'an-ı Kerîm'i okudum, yani Fâtiha sûresini okudum bu kumlara...

Bunu öğrenen fakir durur mu? O da bir avuç kum alır ve başlar okumaya. Okur, okur, okur... Ama kumlarda bir değişiklik yoktur. Altın filan olmuyor, aynen duruyor.tekrar gelir ve İmam Ali kerremallâhü vechehû hazretlerine:

- Ben de okudum, ama birşey değişmiyor; kumlar altın olmuyor, der. Emîrü'l- Mü'mînin Hz. Ali (r.a.) boynunu büker, mahcup bir edâ ile cevap verir:

- Ne yapayım, der. Duâ aynı duâ; ama, okuyan ağız aynı değildir! Duâ tamam; lâkin, okuyanın ihlâsı ve teveccühü tamam değildir!..

İşte bütün mesele buradadır. Okuyanın ihlâsında ve teveccühünde... Aynı duâ; aynı îman, aynı İhlâs ve aynı teveccühle okunacak ki, aynı netice elde edilebilsin. Yoksa kumu altın yapmak gibi bir iksire sahip olabilmek mümkün olmaz
 

942
DİNİ HİKAYELER VE YAZILAR / Dua için bir rica
« : Mayıs 15, 2008, 05:09:56 ÖS »

 

 
Bir şahıs, heyecan ve ıstırapla, İmam Sadık (a.s)ın  huzuruna gelerek:   


- Ne olursunuz efendim, Allah'a bana daha fazla rızık vermesi için dua da bulunun, çünkü çok yoksulum, dedi.


İmam:
 
-Hayır, asla dua edemem buyurdu.


-Niçin edemezsiniz efendim?


-Zira Allah bu iş için bir yol tayin etmiştir; rızk peşinden koşun ve onu elde edin diye de emir buyurmuştur. Halbuki sen evinde oturup, dua etmek suretiyle, rızkın senin peşinden gelmesini istiyorsun. 

943
Beşiktaş / GÖNLÜMÜZÜN ŞAMPİYONU BEŞİKT@Ş
« : Mayıs 15, 2008, 05:06:51 ÖS »







944
Komik Fıkralar / Çetin'imi gösterin bana
« : Mayıs 15, 2008, 04:51:21 ÖS »
Ameliyathane kapısında dört dönen adama, hemşire müjdeyi vermiş: - "Beyfendi bir oğlunuz oldu!" Adam sevinçle haykırmış: - "Yaşasın, ismi Çetin olacak, oğlum benim!" Hemşire biraz yüzünü ekşiterek adamın yanına gelmiş ve: - "Ancak Çetin'in bir kolu yok", demiş. Adam üzülerek: - "Olsun ben Çetin'im için herşeyi yaparım, onu gösterin bana", demiş. Bunun üzerine hemşire: - "Ama Çetin'in diğer kolu da yok", demiş. Adamın afallaması sürerken hemşire sayıvermiş: - "Ve Çetin'in bacakları da yok , üstüne üstlük gövdesi de yok..." Adam dayanamamış: - "Yeteeer, Çetin'imi gösterin bana" diyerek ameliyathaneye dalıvermiş. Ameliyat masasının başına geldiğinde bir bakmış ki Çetin sadece bir gözden ibaret. Adam dumura uğramış bir halde: - "Çetin'im Çetin'im" diyebilmiş. Bunun üzerine ameliyatı yapan doktor adama yaklaşmış elini omzuna atarak: - "Beyfendi Çetin sizi göremez, o maalesef kör", demiş..

945
Komik Fıkralar / egzozdan
« : Mayıs 15, 2008, 04:49:43 ÖS »
Bir adam; kadın doğum uzmanıymış, ancak mesleğinden sıkılmış ve araba tamircisi olmaya karar vermiş. Bunun için gidip dersler almış; sınavı 100'le bitirip tamirci olması gerekiyormuş. Adam sınava giriyor, çıkıyor bir bakıyorlar ki 150 almış sınavdan. Herkes şoka giriyor nasıl olur diye. Puan veren hocalara toplayıp soruyorlar: "Nasıl 150 aldı?" Hoca da anlatmaya başlamış: "Önce bujileri değiştirdi sonra motor'a rektifiye yaptı sonra da karbüratorü dağıtıp temizledi ve son olarak da vites kutusunu dağıtıp topladı", diye açıklama yapmış. Diğer hocalar: - "Ee 150 almayı gerektirecek durum nedir? Diğer öğrenciler de bunu yapıyorlar", deyince hoca da: - "iyi de tüm bunları egzozdan yaptı" diye cevap vermiş.

Sayfa: 1 ... 61 62 [63] 64 65 ... 88