İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - OLCAY

Sayfa: 1 ... 454 455 [456] 457 458 ... 495
6826
Komik Resimler / Roberta Carlos un Kardeşi
« : Eylül 14, 2007, 12:12:28 ÖS »

6827
Komik Resimler / Sinekler artık ilaçlardan etkilenmeyecek
« : Eylül 14, 2007, 12:08:55 ÖS »
  :bakk

6828
Komik Resimler / Turgay Şeren Aslında Yoda dır!..
« : Eylül 14, 2007, 12:04:07 ÖS »

6829
Bayanlara Özel / "Düşük bel" vücut şeklini bozuyor
« : Eylül 14, 2007, 03:39:14 ÖÖ »
     Düşük bel pantolonlar bel çevresindeki yağ dokusunu artırıyor. Bel bölgesindeki yağlanma ise diyabet, kalp-damar hastalığı ve yüksek tansiyon gibi hastalıklara neden oluyor.

     Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde görev yapan Prof. Dr. Cemil Dalay, dünyada olduğu gibi kadın, erkek, genç, hatta çocuk yaşlarda bile herkesin bel çevresi kalınlığının hızla arttığının gözlendiğini söyledi.

     Dalay, bilim çevrelerinde 'Metabolik sendrom' olarak adlandırılan bel bölgesi kalınlığının Türkiye'de 20 yaşın üstündeki her üç kişiden birinde görüldüğünü belirterek, "Yetişkinlerde, erkekler için 94 santimetre, kadınlar için 80 santimetre sınır kabul ediliyor. Bu nedenle hem estetik hem sağlık için bel bölgesindeki yağlanmaya karşı önlem alınmalı" dedi.

6830
Kimya / Gazlar
« : Eylül 14, 2007, 03:37:11 ÖÖ »
GAZLAR
[/color][/b]

Madde,moleküllerin belli bir haldeki hareketliliği olarak tanımlanan üç halde bulunur. Katılar,her zaman hareketleri kısıtlı olan moleküllerden oluşurlar. Bir katının atomları ve molekülleri ,güçlü, elektriksel ve kimyasal bağlar tarafından, kesinlikle değişmez konumlarda tutulurlar. Bir katının hemen hemen tüm kinetik enerjisi titreşimseldir ; bu nedenle ,katının ısıtılması, titreşimin artmasına yolaçar.

Bir sıvının katıdan farkı, moleküllerinin değişmez konumlarda tutulmayışıdır ; ama bu moleküllerden de, VAN der WAALS kuvvetleri denilen nispeten zayıf çekim kuvvetleri tarafından bir arada tutulurlar. Bir sıvıdaki moleküller, sıvının her yanında dolaşabilirler ; sıvı ısıtıldığında bu rasgele hareketler artar. Bundan dolayı bir sıvı moleküllerin yer değiştiren kinetik enerjisi vardır. Bir sıvı yeteri kadar ısıtılırsa, yer değiştirme hareketi zayıf Van der Waals kuvvetlerini yener ve sıvı buharlaşır.

Bir gazın molekülleri birbirinden ayrıdırlar ve yalnızca gazın içinde bulunduğu kapla sınırlanırlar .Gaz molekülleri sürekli başıboş hareket içindedirler.Bir sıvı yada katıdan farklı olarak ,bir gazın belli bir biçimi ve belli bir hacmi yoktur ; İçinde bulunduğu kaba uymak için genişler.Sınırlanmış bir gazın sıcaklığının artması,moleküllerin hareketlerinin ve aralarındaki çarpışmaları artmasına neden olur.Gaz halindeki maddenin karmaşık yapısı,belli bir gazın modeli için ,kesin bir tanımlamayı gerektirir.Bir gazI tam anlamıyla tanımlayabilmek için,kütlesini,hacmini,sıcaklığını ve basıncını tam olarak bilmek gerekir.

GAZLARIN BASINCI VE ÖLÇÜLMESİ: Moleküllerin birbirleri üzerine çekim uygulamadıkları düşünülen ve kabul edilen gaza ideal gaz denir. İdeal gaz kavramına uyan gazlar pek azdır.(H 2 , He gibi). Gerçek gazlar ideal gaz kavramından az yada çok saparlar. Gazlar yüksek sıcaklık ve düşük basınçta ideal davranırlar.

BAROMETRE: Açık hava basıncını ölçen aletlerdir. Deniz seviyesinde 76 cm Hg sütununun yüksekliğine yada yaptığı basınca 1 atmosfer denir.
h yüksekliği kullanılan sıvının cinsine ve atmosfer basıncına bağlıdır. Borunun çapına bağlı değildir. Civa yerine ( d=13,6 gr/cm 3 ) su kullanılsaydı (d=1gr/cm 3 ) okunacak değer,
h 1 .d 1 =h 2 .d 2

76.13,6 = 1.h 2 den h 2 = 1033 cm yani 10,33 metre olurdu. Bu kadar yüksek bir değerle uğraşmak yerine civa ile daha küçük bir değerle hesap yapmak daha kolaydır. Suyun buharlaşma özelliği bulunduğundan borunun üzerindeki boşluğu doldurarak basıncın yanlış okunmasına sebep olabilir fakat civa metaldir ve kolay buharlaşmaz.

MANOMETRE : Kapalı kaplardaki gazların basıncını ölçen aletlerdir. İki çeşittir.

1- Açık uçlu Manometreler : Bu tür manometrelerde sistem atmosfer basıncına açıktır.

a) Gazın basıncı atmosfer basıncından Büyükse : Civa açık kolda yükselir ve gazın basıncı atmosfer basıncıyla h yüksekliğinin toplamına eşittir.

b) Gazın basıncı atmosfer basıncından küçükse :Civa gaza doğru yükselir. Gazın basıncı, Atmosfer basıncından h yüksekliği çıkarılarak bulunur.

c) Gazın basıncı atmosfer basıncına eşitse civa seviyeleri eşit olur.

2-Kapalı uçlu Manometreler : Bu tür manometrelerde sistem atmosfer basıncına kapalıdır. Civa seviyeleri arasındaki fark gazın basıncına eşittir.

P ile V ilişkisi: gazların sabit mol sayıda ve sabit sıcaklıkta basınçlarıyla hacimleri ters orantılıdır.

P 1 V 1 =P 2 V 2 P 1 /T 1 =P 2 /T 2 V 1 /T 1 =V 2 /T 2 P 1 /n 1 =P 2 /n 2 V 1 /n 1 =V 2 /n 2

Sıcaklık : Bir maddenin ortalama kinetik enerjisidir. Gaz hesaplamalarında kesinlikle oC ile hesaplama yada yorum yapılmaz. Verilen CC 0K cinsinden sıcaklığa çevrilmelidir.
T= t 0 C + 273
Farklı iki gazın sıcaklıkları eşitse ortalama kinetik enerjileri de eşittir. Kinetik enerji sadece sıcaklığa bağlıdır.
Gazların yayılma hızları molekül ağırlıklarının kareköküyle ters orantılıdır. (Graham Difüzyon Kanunu)
Yayılma hızı sıcaklığa ve molekül ağırlığına bağlıdır. İki niceliğin eşit olduğu şartlarda moleküllerin
hızları da eşittir. Örneğin sıcaklıkları eşit olan CO 2 (44) ve N 2 O ( 44) gazlarının ortalama hızları birbirine eşittir.


BASINÇ SICAKLIK VE HACİM

Karşılıklı olarak birbirine bağlı olduklarından,gazın özelliklerini birbirinden yalıtmak olası değildir.Bir gazın sıcaklığı,kinetik enerjisinin ölçümüdür.sıcaklıktaki artış,gaz moleküllerinin artmasına neden olur.kinetik enerji artarsa,moleküllerin ortalama hızı da buna uygun olarak artmaktadır.Daha büyük hızlar,gaz moleküllerinin birbiriyle ve kabın çeperleriyle daha sık çarpışmalarını sağlar ve bu çarpışmalar,çeperlere,düşük hızı olan çarpışmalara oranla daha büyük bir kuvvet uygulayabilir.

Bundan dolayı,hacim değişmez tutulduğunda,sıcaklığın artması basınçta da bir artış oluşturur;çünkü bir kabın çeperinde birim alana uygulanan kuvvet,gaz basıncının ölçüsüdür.Gazın içinde bulunduğu kabın hacmi büyültülürse,sıcaklığın artması,basınç artmasına neden olmaz;daha enerjik çarpışmalar daha büyük bir alana yayıldığından,basınç aynı kalır.

CAHARLES YASASI: Basınç değişmez kaldığında,bir gazın sıcaklığıyla hacminin doğru orantılı olduğunu açıklar. Charles yasasının matematik olarak simgesi için ,sıcaklığın sıfır noktası mutlak sıfır – yani kurumsal olarak olabilecek en düşük sıcaklık – olarak tanımlanan bir Kelvin (mutlak sıcaklık) ölçeğinde ölçülmesi gerekir. Rasgele molekül hareketlerinin tümü ,mutlak sıfır sıcaklığında sona erecektir.

Charles yasası matematik olarak şöyle gösterilmiştir ;

t / v = t’/ v’

Burada t Kelvin derecesiyle ölçülen mutlak sıcaklığı , v ise bilinen hacim birimleriyle ölçülen hacmi göstermektedir. Bu gaz yasasının geçerli olması için , yalnız sıcaklık ve hacim değişebilir ; gazın kütlesi ve basıncı ,bu değişme sırasında değişmez kalmaktadır.

Deneyler gazların ısınırken genleştiğini ve soğuturken ise daraldıklarını göstermiştir. Çölde araç kullanan kişiler bunu bilirler. Çünkü sabah erkenden şişirilen lastikler gün ısınırken daha çok şişeceklerdir. Charles yasası bu ilkeyi basit bir formülle göstermiştir. V=k.t.v gaz hamini k bir sabiti ve t ise Kelvin olarak sıcaklığı gösteriri. ( basıç sabit )

Teorik incelemeler kazların -273 , 15 o C (yada -459 , 67 o C ) sıcaklıkta hacimlerinin sıfır olacağını göstermiştir. Bu sıcaklık olabilecek en soğuk sıcaklığı ifade eder. Bu nedenle mutlak sıfır olarak adlandırılır.

GAY- LUSSAC YASASI : Boyle yasası bir gazın sıcaklığının değişmeyip basıncının ve hacminin değiştiği durumdaki davranışlarını açıklar. Doğal bir izleme ,hacim değişmezken sıcaklık değişmesiyle neler olacağını ortaya çıkarır. Bu deneyde kullanılacak araç bir ucu muslukla kapatılmış dereceli bir cam silindirden oluşmuştur;silindirin öndeki ucu lastik bir tüple,başka bir cam silindire bağlanmıştır.Bileşik kaplar ilkesinden dolayı, civa ,her iki silindirde de aynı düzeye ulaşır.İlk silindirin üst bölümü-civa sütunuyla musluk arası-gazla(burada havayla)doludur.sistem bir kez kuruduktan sonra,her kolu çevre sıcaklığına ulaşana kadar öylece bırakılır.

Bu denge noktasına ulaşıldığında,bir manometre veya bir termometre yardımıyla basınç ve sıcaklık kaydedilir.Manometrenin gösterdiği değer P o (ilk basınç) ilk termometrenin gösterdiği değer t o (ilk sıcaklık) ile gösterilir.Daha sonra,dereceli silindir dereceli silindir bir kola kapatılır ve gazın sıcaklığı t o ‘dan t’ye yükseltilir.Bu durumda gaz molekülleri silindirin çeperlerine daha sık ve daha kuvvetli çarparak hareket hızların (kinetik enerji) arttırırlar ve bu nedenle,gazın basıncı artar.ardından sıcaklık 10 o C yükseltir (sözgelimi20 o C tan 30 o C ‘a çıkartır).İkinci silindir,birinci silindirdeki civa aynı düzeye gelene kadar

yükseltilir ve böylece,gazın hacmi değişmez tutulur.(Gerçekte,gaz genişlerken civa yüzeyi düşmeyi sürdürecektir.)Manometreye bir göz atarsak,basıncı 1 atmosferden 1,0365 atmosfere çıktığını gösterecektir. Değişen her sıcaklık derecesindeki basınç artışı 1802’de fransız kimyacısı Joseph Louis Gay-Lussac tarafından bulunan Gay-Lussac yasası,soruyu yanıtlamaktadır.bu yasaya göre son basınç,ilk basınç,artan her sıcaklık derece başına belli bir miktar eklenmesiyle elde edilir.bu miktar,derece başına ilk basıncın1/2732’üdür yasa şöyle gösterilir;

P t = P 0 (1+B (beta) t)

Burada B (beta) 1/273 yada 0,003663 , t de sıcaklık değişimidir. ;gazın kimyasal yapısı yada ilk sıcaklığı hesaba katılmaksızın ,tüm gazlar için B’ – nın değeri aynıdır.

Aynı aygıt kullanılarak başka bir deney yapıldığını düşünelim. Bu kez civa düzeyleri her iki kolda da aynı kalacak biçimde ikinci silindirin yerinin değiştirilmesiyle basınç değişmez tutulsun. Gaz gene ısıtıldı mı genişler ; genişlerken basınç sabit kaldığı sürece civayı aşağı doğru iter.

Daha önce basıncı bulmak için yapılan hesaplar burada da tekrar edilirse ,her tip gaz için ,her sıcaklık derecesindeki hacim artışı bulunabilir. Bu nedenle ,sonuçtaki P t hacmi şöyle gösterilir :

V t = V o (1+a (alfa) t)

Burada a (alfa) pratik olalarak B - eşittir. Bir başka deyişle ,gazların hacim ve basınçları ,her derecede sıcaklık değişmezi için ,aynı katsayıyla (1/273) değişmektedir.

Bu deneyler ,bir gazın basıncının ve hacminin sıcaklığa bağıl olarak nasıl değiştiğini göstermektedir. İkinci adım ,bu ifadelerin anlamını çıkarmak ve bu formüller altında gizlenen gerçeği görmek içindir.

Deney için ,her biri birer ideal gazla doldurulmuş iki silindir gerekmektedir. Deney çok düşük sıcaklıklarda yapıldığından ,ideal gaz kullanılması sıvılaşma sorununu ortadan kaldırır ve tek başına ideal gaz kullanılması uygun olur. Birinci silindirin pistonu sabitleştirilir ;sonra gaz ısıtılır. Sıcaklık artarken artan basınç değerleri ,manometreden kaydedilir. Aynı işlem ikinci silindirle de yapılır ;ama bunun pistonu serbest bırakılır. Bu kez ,sıcaklıktaki artış gazın hacmini artırır. Bu değerlerde kaydedilir. Her iki silindir soğutulduğunda ikinci silindirde piston ,hacmi tümüyle ortan kaldırana kadar silindirin içinde hareket ederken ,birinci silindirde basınç sıfıra düşecektir. Böylece hacim ve sıcaklığın sıfıra düştüğü bir sıcaklık ortaya çıkar. Bu anda yapılacak şey ,bu olay gerçekleştiği anda sıcaklık değerini saptamaktır. Önce ,deneyde kaydedilen basınç hacim ve sıcaklık verileri bir çizim haline getirilir. Tüm veriler _ 273,16 o C sıcaklığında apsisle kesişen bir doğru üstünde olduğu görülecektir. Bu durum ,mutlak olarak ,bu sıcaklık değerinde basınç ve hacim değerlerinin sıfır olduğunu gösterir.

_ 273,16 o C ,elde edilebilecek en düşük sıcaklığı göstermektedir. Gerçekte ,daha düşük sıcaklıklarda basınç ve hacim eksi değerli olacaktır. Bundan dolayı bu sıcaklık değerine mutlak sıfır denir.

Deney geçek bir gazla yapılmış olsaydı ,mutlak sıfır elde edilemeyecekti ;çünkü ,gaz bir yolla mutlak sıfıra düşmeden sıvılaşacaktır. Veriler sıvılaşma noktasına kadar işaretlense gene bir doğru üzerinde olacaklardı ;bu doğrunun apsisi kesene kadar uzatılması ,gene aynı sonucu verecektir. Bu tümüyle yeni bir sıcaklık ölçeği gösterir :Mutlak ölçek yada Kelvin ölçeği denen bu ölçeğin sıfırı _ 273,16 o C ‘ta bulunmaktadır.

BOYLE-MARİOTTE KANUNU: Değişmez bir sıcaklıkta tutulan bir gaz modelinin hacmiyle basıncı arasındaki bağıntıyı verir. Belli bir miktar gazın hacmi ve basıncı ,değişmez sıcaklık altında birbiriyle ters orantılıdır. Bir bisiklet lastiğinin pompası ,boyle yasasının yalın bir örneği olarak çalışır.pompanın ağzı hava kaçırmayacak biçimde kapatılır ve kolu aşağıya bastırılır ,pompanın içindeli sıkıştırılan gazın basıncı artar. Pompanın sapını bastırmak için gereken kuvvet miktarı ,sapa bastırıldığında aldığı yola bağlıdır. Kalan gazın ölçüsü hacmi ,sapı itmek için gereken kuvvetin ölçüsü de basıncı verir. Kesin olarak doğru bir sonuç elde etmek için değişmez sıcaklık sağlamalı ve bisiklet pompası su dola bir kaba bastırılmalıdır. 17.yy ,da ROBERT BOYLE sabit sıcaklıkta bir gazın hacmi azaltılırsa basıncının artacağını bulmuştur.

Boyle yasası matematik olarak şöyle gösterilebilir ;

P.V = P’.V’

Burada p atmosfer yada bilinen basınç birimiyle ölçülen basınç ,v ise genel bilinen hacim birimiyle ölçülen hacimdir. Boyle yasası bu biçimde kullanılırsa ,sıcaklık ve gaz miktarı değişmez tutulmaktadır.

Charles ve boyle yasası birleştirilerek daha kullanışlı bir gaz yasası elde edilebilir :

P.V/T =P’.V’/T

KİNETİK TEORİ

Sıkıştırılabilmeleri özelliği bizi, gaz molekülleri arasındaki boşluğun moleküllerin kendi hacimlerinden çok daha büyük olduğu varsayımına götürmektedir.katı ve sıvılar basınçla çok az sıkıştırılabildiğine göre moleküller arasındaki boşluklar çok azdır. Dikkat edecek olursak bu varsayımla moleküllerin kendilerinin sıkıştırılamayacağını kabul etmiş oluyoruz.

Gazlar ayrıca sıvı ve katıların aksine konuldukları kapların her tarafına yayılırlar. Gaz molekülleri arasında büyük boşluklar olduğuna ve her tarafa doğru yayıldıklarına göre boşlukta asılı olarak nasıl kalabilirler. Bu güçlüğü gaz moleküllerinin devamlı olarak hareket halinde olduklarını kabul etmekle giderebiliriz.

Gazların kinetik teorisi gazların davranışlarını açıklayabilmek için kurulmuş böyle bir modeldir. Bu teoremlerin önemli varsayımları şunlardır.

1) Gaz molekülleri arasındaki boşluklar oka dar büyüktür ki moleküllerin kendi hacimleri, bu boşluklar önemsenmeyebilir.

2) Gaz molekülleri birbirine etki etmeyen, aralarında hiç bir çekme kuvveti olmayan bağımsız parçacıklardır.

3) Moleküller her yönde çok hızlı doğrusal hareket yaparlar.

4) Hareket halindeki moleküller birbirlerine ve içinde bulundaki kabın çeperlerine çarparlar. Bu çarpışmalar tam esnek çarpışmalardır.

5) Gaz moleküllerinin belirli bir andaki hızları birbirinin aynı değildir ve bir molekülün değişik anlardaki hızları da birbirinden farklıdır.

6) Hızları farklı olmasının sonucu olarak moleküllerin kinetik enerjileri de farklıdır.

7) Moleküllerin ortalama kinetik enerjileri mutlak enerjileri mutlak sıcaklıkla doğru orantılıdır.



Kinetik teoriye uyan gazlara ideal gaz denir. Gerçekte hiçbir gaz tam anlamıyla ideal değildir

AVOGADRO HİPOTEZİ

Aynı basınç ve sıcaklıktaki bütün gazların eşit hacimlerinde eşit sayıda molekül vardır. Eşit sıcaklık ve basınç şartında bütün gazların eşit hacimlerinde aynı sayıda molekül bulunacağına göre sıcaklık ,basınç ve hacim değerleri belirtildiğinde molekül sayısının da belirli olması gerekir. Standart şartlarda ( o o C ve 760 mm hg basınç altında ) herhangi bir gazın bir molünün hacmi 22,4 litre gelir ve bir mol gazda 6,02.10 23 molekül bulunur. Bu sayıya da avogadro sayısı denir.

Van Der Waals Denklemi : Genel gaz denklemi hacim, basınç ve sıcaklık gibi değişkenler arasında ilişki kuran ve bu değişikliklerle ilgili kanunları özetleyen bir denklem olduğuna göre yalnız ideal gazlar için geçerlidir.



P.V = n.R.T olduğuna göre 1 mol gaz için

#9; P.V/R.T= 1 olur.

GAZLARIN DİFİZYONU (GRAHAM KANUNU) : Gazlar birbiriyle her oranda karışabilir. Odanın bir köşesine serpilen kolanyanın kokusunu odanın diğer köşende duyabiliriz. Buda ancak kolanya buharının havanın içerisinde ilerliye bilmesi ile mümkündür. Bu olaya gazın difizyonu denir. Birbirine karışan gazların sıcaklıkları aynı olacağına göre ortalama kinetik enerjileri birbirine eşittir.

GAZLARIN KISMİ BASINÇLARI : Karışım halinde bulunan gazların her birinin tek başına yaptığı basınca kısmi basınç denir. Gazların kısmi basınçları toplamı zaman toplam basınca eşittir.


Pt=P1 + P2 + P3 +...............Pn

Pgaz= Ptoplam . (ngaz/ntoplam)



*Gazların kısmi basınçları eşitse mol sayıları da eşittir.
*Mol sayısı büyük olan gazın kısmi basıncı da büyüktür.

Birleşik kaplarda son basıncı bulma: Birleşik kaplarda musluklar açıldıktan sonraki basıncı hesaplamak için,



P1V1 + P2V2 + P3V3 + PnVn = PsonVson bağıntısı kullanılır .

6831
Kimya / KÜTLENİN KORUNUMU YASASI (LAVOISIER YASASI)
« : Eylül 14, 2007, 03:32:56 ÖÖ »
Kimyasal olaylara giren maddelerin kütleleri toplamı oluşan ürünlerin toplamına eşittir. Buna göre:

X + Y ® Z + T tepkimesinde X ve Y girenler (reaktif) olup, Z ve T (ürünler)’ye kütlece eşittir.

Kimyasal maddelerin kütleleri atom sayıları ile orantılı olduğundan tüm kimyasal tepkimelerde atom sayıları korunur.

Örn; 1 mol C atomu 12 gram, 1 mol O2 molekülü 32 gramdır.Buna göre 1 mol C atomu 44 gram olur.

C + O2 ® CO2

12 gram + 32 gram ® 44 gram

SABİT ORANLAR YASASI (PROUST YASASI)

Bir bileşikteki elementlerin

Kütlelerinin oranı

Kütlece yüzde bileşimi sabittir.

Örn; Al=27, S=32 olduğuna göre Al2S3 bileşiğinde:

Mol sayıları oranı : nAl = 2 Kütleleri oranı : mAl = 2.27 = 9 ‘dır.

nS = 3 mS = 3.32 16

9 gram Al + 16 gram S = 25 gram bileşik oluşturur.

25 gram bileşikte 9 gram Al, 16 gram S vardır.

100 gram bileşikte 36 gram Al, 644 gram S vardır.

Bileşikte kütlece %36 Al, %64 S vardır.

KATLI ORANLAR YASASI (DALTON YASASI)

İki element aralarında iki bileşik oluşturuyorsa, bu elementlerden birinin sabit miktarları ile birleşen diğer elementin değişen miktarları arasında basit bir oran vardır.

Örn; NO2 – N2O4 bileşik çiftinde:

Aynı miktar N ile birleşen O kütleleri arasında.

2/ NO2 = N2O4 = 4

1/ N2O5 = N2O5 5

Aynı miktar O ile birleşen N kütleleri arasında

5/ NO2 = N5O10 = 5

2/ N2O5 N4O10 4

HACİM ORANLARI YASASI (GAY – LUSSAC YASASI)

a) Kimyasal bir tepkimeye giren gazlarla, tepkimede oluşan gaz halindeki ürünlerin aynı koşullarda (aynı sıcaklık ve basınç) hacimleri arasında sabit bir oran vardır.

b) Aynı koşullarda gazların hacimleri mol sayıları ile doğru orantılıdır.

Örn; H2(g) + Cl2(g) ® 2HCl(g) tepkimesine göre, 1 mol H2 1 mol Cl2 ile birleşerek 2 mol HCl oluşturur.Hacimler mol sayıları ile doğru orantılı olduğundan, aynı olayı anlatmak için “1 hacim H2 gazı, 1 hacim Cl2 gazı ile birleşerek eşit koşullarda 2 hacim HCl gazı oluşturur.” İfadesi de kullanılabilir.

Aynı şekilde, N2(g) + 3H2(g) ® 2NH3(g) tepkimesine göre 1 hacim azot gazı 3 hacim hidrojen gazı ile birleşerek eşit koşullarda 2 hacim NH3 gazını oluşturur diyebiliriz.

6832
Kimya / Kimyasal Tepkimeler
« : Eylül 14, 2007, 03:28:59 ÖÖ »
Yer Değiştirme Tepkimeleri
Aktif olan bir elementin, kendinden daha az aktif olan (pasif) bir elementle yer değiştirmesi ile gerçekleşen tepkimelerdir.

H2S + Cl2 ® 2HCl + S (Anyonların yer değiştirmesi)

Fe2O3 + Al ® Al2O3 + 2Fe (Katyonların yer değiştirmesi)

Sulu çözelti tepkimelerinin birçoğunda ise anyon ve katyonların her ikisi de yer değiştirir.

Çökelme ve nötrleşme tepkimeleri de yer değiştirme tepkimeleridir.

Fe2S3 (k) + 6HCl (suda) ® 2FeCl3 (suda) + 3H2S (g)

Çökelme:

AgNO3 (suda) + NaCl (suda) ® AgCl (k) + NaNO3 (suda)

Nötrleşme:

H2SO4 (suda) + 2NaOH (suda) ® Na2SO4 (suda) + 2H2O (s)

Organik bileşiklerde de yer değiştirme tepkimeleri vardır.

CH4 + Cl2 ® CH3Cl + HCl

Endoderm Tepkimeler
Oluşumu sırasında dışarıdan enerji alan tepkimelerdir.

C + H2O + ısı ® CO + H2

2N2 + O2 + ısı ® 2N2O

Isı bakımından bir kapta ekzoterm bir tepkime gerçekleşiyorsa sistemin sıcaklığında artış olur; endoterm bir tepkime gerçekleşiyorsa sistemin sıcaklığında azalma olur


C) MADDELERİN FİZİKSEL DURUMUNA GÖRE:
Homojen Tepkimeler
Tepkimeye girenlerle ürünler aynı fazdadır.

2CO (g) + O2 (g) ® 2CO2 (g)

H2 (g) + F2 (g) ® 2HF (g)

Fe (k) + S (k) ® FeS (k)
Heterojen Tepkimeler
Tepkimedeki maddeler farklı fazlardadır.

C(k) + O2 (g) ® CO2

Zn (k) + 2HCl (suda) ® ZnCl2 (suda) + H2 (g)



D) ELEKTRON ALIŞVERİŞİNE GÖRE:
Redoks (İndirgenme – Yükseltgenme) Tepkimeleri
Bu tür tepkimelerde elektron alışverişi ve değerlik değişmesi vardır.

Zn0 (k) + 2H+ (suda) ® Zn+2 (suda) + H20 (g)

C0 (k) + O2 (g) ® C+4O2-2 (g)

Redoks Olmayan Tepkimeler
Bunlarda elektron alışverişi, değerlik değişmesi yoktur.

Ag+1(NO3)-1 + Na+Cl- ® Ag+Cl- + Na+(NO3)-

E) GERİ DÖNÜŞÜNE GÖRE

Tersinir Olmayan Tepkime
Girenlerin tamamen ürüne dönüştüğü tepkimelerdir.Organik maddelerin yanması, çökelme, kuvvetli asit ve bazların nötrleşmesi böyle tepkimelerdir.Tek yönlü olarak gösterilirler.

C 2 H 5 OH + 3O 2 ® 2CO 2 + 3H 2 O
Tersinir Tekime
Ürünlerin kendi aralarında etkileşip girenleri oluşturduğu tepkimelerdir. Çift yönlü olarak gösterilirler.

CO 2 (g) + H 2 (g) « CO (g) + H 2 O (g)
**************************************

VERİMLERİNE GÖRE:
Artansız Tepkime
Tepkimeye giren maddelerin tümü tamamen tükenir.

Tüm Verimler Gerçekleşen Tepkime

Tepkimeye giren maddelerin en az biri tamamen tükenir.Böyle tepkimelerde tepkimeye giren maddelerden ortamda daha düşük oranda bulunan tamamen tükenir.Artansız tepkimeler tam verimle gerçekleşen tepkimelerdir.

Düşük Verimle Gerçekleşen Tepkime

Tepkimeye giren maddelerin hepsinden artar.

TEPKİME DENKLEMLERİNİN DENKLEŞTİRİLMESİ

Kimyasal tepkimelerin sembol ve formüllerle gösterilmesine tepkime denklemleri denir.Atomların türü ve sayısı korunduğundan, denklemin iki tarafındaki elementlerin eşitlenmesi için maddelerin başında gerekli katsayılar bulunmalıdır.

Örn; C 3 H 8 gazı O 2 ile yanarak CO 2 ile H 2 O oluşturur.Tepkimede yer alan maddelerin en küçük tamsayılarla denkleştirilmesi sonucunda O 2 ’nin katsayısı ne olur?

C3H8 + O2 ® CO2 + H2O

tepkimesinde tepkimeye giren C3H8’i 1 mol alırsak:

C sayılarının eşit olması için CO2’nin başına 3 katsayısı getirilir.

H sayılarının eşit olması için H2O’nun başına 4 katsayısı getirilir.

Bu durumda ürünlerde 10 mol O atomu bulunduğuna göre, tepkimeye giren O2’nin de 5 mol olması gerekir.

O halde tepkimenin denkleşmiş hali:

C3H8 + 5O2 ® 3CO2 + 4H2O şeklindedir.






6833
Kimya / Kimyasal Tepkimeler
« : Eylül 14, 2007, 03:28:25 ÖÖ »
KİMYASAL TEPKİMELER

a) Bir maddenin farklı maddelere ayrışmasına ya da farklı maddelerin etkileşerek yeni maddeler oluşturmasına kimyasal tepkime (reaksiyon) denir.

b) Kimyasal tepkimeler, olaya giren maddelere ait taneciklerin (molekül, atom ya da iyon) çarpışmaları ile gerçekleşirler.Enerjileri yeterli olan taneciklerin çarpışmaları sonucunda kimyasal bağlar koparak moleküller atomlarına dağılır ve atomlar yeniden düzenlenerek farklı maddeler oluştururlar.Kimyasal tepkime, kimyasal değişim ve kimyasal olay eş anlamlıdır.Tepkimelerin sembol ve formüllerle gösterilmesine ise tepkime denklemleri adı verilir.

Örn; Karbon + Oksijen ® Karbondioksit tepkimesi

C + O2 ® CO2 şeklinde gösterilir.

c) Yanma, paslanma (oksitlenme), nötürleşme, mayalanma, fotosentez, çökelme gibi olaylar kimyasal değişime örnek olarak verilebilir.

d) Kimyasal bir tepkimede;

Korunan nicelikler şunlardır

- Atomların türü ve sayısı

- Toplam kütle (Kütle değişimi önemsizidir.)

- Toplam elektriksel yük

- Toplam enerji

- Atomların çekirdek yapıları (Proton ve nötron sayıları)

Değişen nicelikler şunlardır:

- Molekül sayısı (Mol sayısı)

- Gaz tepkimelerinde hacim (Basınç ve sıcaklık sabit)

- Gaz tepkimelerinde basınç (Hacim ve sıcaklık sabit)

Ancak mol sayısının korunduğu tepkimeler de vardır.

Örn; 1H 2 (g) + 1Cl 2 (g) ® 2HCl(g)... gibi

S=32, O=16 ise aşağıdaki tepkimede korunan ve değişen nicelikler şöyledir:

2SO 2 (g) + O 2 (g) ® 2SO 3 (g) + ısı

Kütle : 128gr. 32gr. 160gr. Korunur

Mol sayısı : 2 1 2 Korunmaz

Molekül sayısı : 2N 0 N 0 2N 0 Korunmaz

Mol atom sayısı : 6 2 8 Korunur

Aynı koşullarda hacim : 2V V 2V Korunmaz


KİMYASAL TEPKİMELERİN SINIFLANDIRILMASI
A) ÖZELLİKLERİNE GÖRE :
Yanma Tepkimeleri
Bir maddenin oksijenli verdiği tepkimelerdir.

Yanma tepkimesi için: yanıcı madde, hava(oksijen), tutuşma sıcaklığı gerekir.

Bu 3 faktörden birinin eksikliği yanmayı durdurur.CO2 gazının yangın söndürücü olmasının nedeni özkütlesinin havadan büyük olması ve yanıcı olmamasıdır.

Organik bileşikler yanarlar.

Organik bileşiklerden yapılarında yalnız C ve H bulunduranlara hidrokarbon denir.Genel olarak CxHy formülü ile gösterilirler.Yapılarında C ve H’ın yanı sıra O, S, N ve halojen (F, Cl, Br, I) bulunduran organik bileşikler de vardır.

Organik bir bileşiğin yanması sonucunda: CO2 oluşması bileşiğin C içerdiğini, H2O oluşması bileşiğin H içerdiğini, SO2 oluşması bileşiğin S içerdiğini, NO2 oluşması bileşiğin N içerdiğini kanıtlar.Oksijen havadan geldiği için bileşikte oksijen bulunup bulunmadığı ürünlerin türüne bakarak anlaşılmaz.

CS2 + 3O2 ® CO2 + 2SO2

C4H10O3 + 13 O2 ® 4CO2 + 5H2O

2

C4H10O3 + 5O2 ® 4CO2 + 5H2O

CS2’de C ve S olduğundan ürünler CO2 ile SO2’dir.C4H10’da C ve H olduğundan ürünler CO2 ve H2O’dur.C4H10 ile C4H10O3’ün yanma ürünleri aynıdır.Ancak oksijenin bir kısmı bileşik tarafından karşılandığından C4H10O3’ü yakmak için daha az miktarda oksijen yeterli olur.

Metallerin oksijenle birleşmesi paslanma ya da oksitlenme olarak bilinir.Bu tür tepkimelere yavaş yanma da denir.

3Fe + 2O2 ® Fe3O4
Sentez (Birleşme) Tepkimeleri
Birden fazla maddenin birleşerek tek bir ürün oluşturduğu tepkimelerdir.Bu olayda yan ürün oluşmaz.

CaO + CO 2 ® CaCO 3

H 2 + Cl 2 ® 2HCl

C 2 H 4 + H 2 ® C 2 H 6

Analiz (Ayrışma) Tepkimeleri
Bir bileşiğin kendinden daha basit yapılı maddelere ayrıştırılması tepkimeleridir.Elektroliz yolu ile ya da ısı alarak ayrışan maddeler vardır.

ısı

KClO 3 ® KCl + 3 O 2

2

ısı

2HgO ® 2Hg + O2

ısı

MgCO3 ® MgO + CO2

elektroliz

H2O ® H2 + 1 O2

2

6834
Kimya / NÜKLEER REAKTÖRLER
« : Eylül 14, 2007, 03:27:35 ÖÖ »
Fizyon enerjisinin kontrollü bir şekilde ortaya çıkarıldığı sistemlerdir. Genel olarak nükleer reaktörleri iki sınıfa ayırabiliriz. Ticari olarak ısı ya da elektrik kaynağı olarak nükleer reaktörler iki şekilde kullanılır. Ayrıca sentetik element üretiminde, tıpta, nükleer füzelerin yapımında kullanılır.

Elektrik enerjisi üretiminde kullanılan reaktörlerde, ağır bir nükleer yakıtın bulunduğu, öz tankı vardır. Çoğu reaktörde nötronları yavaşlatıp zincir reaksiyonu başlatabilmek için moderatör ortamlar vardır.

Reaktörlerde, düşük güçlü reaktörler dışında, üretilen ısının taşınması için soğutucu sıvılar kullanılır. Reaksiyon hızını kontrol edebilmek içinde kontrol üniteleri vardır. Nükleer reaktörlerin çalışmasında, radyoaktif yan ürünlerin kullanılmasında ve tehlikeli atıkların atılmasında çok katı güvenlik kuralları uygulanır.



Nükleer reaktörler, içerisinde nükleer reaksiyonların kontrollü bir şekilde yürütüldüğü ortamlardır. Çok büyük enerjiler açığa çıkaran iki tür nükleer reaksiyon vardır. Bunlar büyük atom çekirdeklerinin parçalanması (fizyon) veya küçük atom çekirdeklerinin birleşmesi (füzyon) reaksiyonlarıdır. Bu yüzden nükleer reaktörler, içerisinde gerçekleşen reaksiyon türüne göre iki gruba ayrılabilirler:

1. Fizyon reaktörleri

2. Füzyon reaktörleri

Hâlihazırda füzyon reaksiyonu ile çalışan bir nükleer reaktör mevcut değildir. Fikir olarak Haziran 1942’de ortaya atılan füzyon olayı ancak 1952’de bomba olarak denenebilmiştir. Bu büyük gücün kontrol altına alınması, başka bir deyişle füzyona dayanan bir nükleer reaktörün yapılması ise henüz gerçekleştirilememiştir. Ancak, bu konudaki çalışmalar bütün hızıyla devam etmektedir.

Günümüzde farklı şekillerde tasarlanmalarına rağmen temel olarak fizyon reaksiyonuna dayanan yüzlerce nükleer reaktör mevcuttur. Atom bombasında çok kısa sürede gerçekleşen fizyon reaksiyonu, nükleer reaktörlerde daha uzun sürede gerçekleştirilerek olay kontrol altına alınır.

Nükleer reaktörü oluşturan en önemli elemanlardan birincisi uranyum yakıttır. (239Pu’da yakıt olarak kullanılabilir.)Uranyum radyoaktif özelliği düşük olan bir elementtir. Reaktörde reaksiyona girmeden önce lastik bir eldivenle bile tutulabilir. Ancak, fizyon reaksiyonu sonucunda oluşan ürünlerin çoğu oldukça radyoaktiftir. Nükleer reaktör çalışmaya başladıktan sonra ne içine girmek ne de reaktörden çıkan yakıt atıklarına yaklaşmak imkansızdır.

Yakıt olarak kullanılacak uranyumun reaktöre girmeden önce her türlü safsızlıktan arındırılması gerekir. Ayrıca yapısındaki 235U oranı %3 dolayına yükseltilmiş yani izotopik olarak zenginleştirilmiş uranyum daha kullanışlıdır. Günümüzde yakıt olarak UO2 tercih edilmektedir. Uranyum dioksit önce toz haline getirilip sonra 1 cm çap ve yüksekliğinde küçük silindirler şeklinde sıkıştırılır. Daha sonra fırında pişirilerek seramik yakıt lokması haline getirilen bu silindirler 4 m uzunluğunda ince bir metal zarf içine yerleştirilerek yakıt çubukları elde edilir. Büyük bir reaktörde bu yakıt çubuklarından yaklaşık 50.000 tane vardır.

Reaktörün ikinci temel elemanı nötron yavaşlatıcısıdır. Bunun için ise su kullanılır. Uranyum yakıt reaktörde bir su banyosuna daldırılmış çubuklar şeklindedir. Fizyon reaksiyonu sonucunda oluşan nötronlar yakıt çubuklarından su banyosuna geçerler. Su tarafından yavaşlatılan nötronların fizyon yapma yeteneği artar. Bu yavaş nötronların yeniden uranyum yakıt ile çarpışmaları ise fizyon olayının zincirleme reaksiyon şeklinde sürmesini sağlar.

Fizyon reaksiyonu sonucunda oluşan büyük ısının, yakıtın kızışmasını önlemek için ortamdan transfer edilmesi gerekir. Bunun için ise nötronları yavaşlatmak için ortamda bulunan suyun bir pompa ile devredilmesi sağlanır. Yaklaşık 300°C’de olan sıcak su borular yardımı ile soğuk su içeren bir hazneden geçirilir. Bu esnada ısı transferi ile soğuk su ısınarak buhar oluşur. Elde edilen buhar bir buhar türbininden geçirilerek ısı enerjisi elektrik enerjisine dönüştürülür.

Nükleer reaktörlerin en önemli elemanlarından bir diğeri ise kontrol çubuklarıdır. Reaktörün kontrolü ortamdaki nötron sayısının kontrolü ile mümkündür. Eğer, fizyondan doğan nötronların oluşma hızı uranyum yakıt tarafından yakalanma hızına eşit ise reaktör aynı güçte çalışmaya devam eder. Ortamdaki nötronların sayısı arttıkça güç yükselir, azaldıkça güç düşer. Ortamda nötron kalmazsa reaksiyon durur. Bunun için, reaktöre kadmiyum veya bordan yapılan ve nötronları soğuran kontrol çubukları yerleştirilir. Bu çubuklar reaktörde istenilen derinliğe indirilerek reaksiyon kontrol altında tutulur.

6835
Kimya / ATOMUN YAPISI
« : Eylül 14, 2007, 03:26:12 ÖÖ »
Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudumuz, oturduğunuz koltuk, kısacası en ağırından en hafifine kadar gördüğümüz, dokunduğumuz, hissettiğimiz herşey atomlardan meydana gelmiştir. Elimizde tuttuğumuz kitabın her bir sayfası milyarlarca atomdan oluşur. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki, en güçlü mikroskoplarla dahi bir tanesini görmek mümkün değildir. Bir atomun çapı ancak milimetrenin milyonda biri kadardır.

Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp-dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır.

ÇEKİRDEK

Çekirdek, atomun tam merkezinde bulunmaktadır ve atomun niteliğine göre belirli sayılarda proton ve nötrondan oluşmuştur. Çekirdeğin yarıçapı, atomun yarıçapının onbinde biri kadardır.



Maddenin yapıtaşı olan atom, proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdek ve bu çekirdeğin etrafinda durmadan dönen elektronlardan meydana gelir.

Atomun kütlesini oluşturan yoğunluk tüm atoma eşit olarak dağılmamıştır, yani atomun bütün kütlesi atomun çekirdeğinde birikmiştir.

Çekirdekteki protonların hepsi pozitif yüklüdür ve elektromanyetik kuvvet nedeniyle birbirlerini iterler. Fakat güçlü nükleer kuvvet onların itme gücünden 100 kat daha büyük olduğundan, elektromanyetik kuvvet etkisiz hale gelir. Böylece protonlar birarada tutunabilirler.

Kısacası gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir atomun içinde, birbiriyle etkileşim halinde iki büyük kuvvet bulunur. Bu kuvvetlerin değerleri öylesine hassastır ki, birinin biraz daha az veya biraz daha fazla olması atomdaki tüm dengeleri alt üst eder. Dolayısıyla atomun yapısı bozulur, parçalanır ve maddeyi oluşturamaz.
Çekirdeğin İçi: Proton ve Nötronlar

1932 yılına dek, çekirdeğin proton ve elektronlardan oluştuğu sanılıyordu. Çekirdeğin içinde protonla beraber elektronların değil nötronların olduğu ancak o tarihte keşfedilebildi. (Ünlü bilimadamı Chadwick 1932 yılında çekirdeğin içinde nötronun varlığını ispatladı ve bu keşfiyle Nobel ödülü kazandı.)


Evrendeki Çeşitliliğin Kaynağı

Bilimin, şu ana kadar tespit edebildiği 109 tane element vardır. Tüm evren, dünyamız canlı-cansız bütün varlıklar bu 109 elementin çeşitli biçimlerde birleşmeleriyle oluşmuştur. Buraya kadar tüm elementlerin birbirinin benzeri atomlardan oluştuğunu gördük; atomlar da birbirinin aynı parçacıklardan oluşuyordu.

Elementleri temelde birbirlerinden farklı kılan şey, atomlarının çekirdeklerindeki proton sayılarıdır. En hafif element olan hidrojen atomunda bir proton, ikinci en hafif element olan helyum atomunda iki proton, altın atomunda 79 proton, oksijen atomunda 8 proton, demir atomunda 26 proton vardır. İşte altını demirden, demiri oksijenden ayıran özellik, yalnızca atomlarının proton sayılarındaki bu farklılıktır. Soluduğumuz hava, vücudumuz, herhangi bir bitki veya bir hayvan ya da uzaydaki bir gezegen, canlı-cansız, acı-tatlı, katı-sıvı her şey... Bunların hepsi sonuçta aynı proton-nötron-elektronlardan meydana gelmiştir.

6836
Tarih / Fransiz İhtİlalİ Ve Sanayİ İnkİlabi
« : Eylül 14, 2007, 03:24:11 ÖÖ »
Fransız İhtilali

Fransız İhtilali, meydana getirdiği gelişmelerle Avrupa’nın sosyal ve siyasal yapısını değiştirmiş, sonuçları itibariyle bütün dünyayı etkilemiştir.
İhtilâlin Nedenleri
Fransız İhtilâli’nin başlamasında;
• Fransa’nın XVI. yüzyıldan beri kendisini “Tanrıdan başka kimseye hesap vermek zorunda görmeyen” krallar tarafından baskıyla yönetilmesi
• Fransa’da halkın birbirine eşit olmayan sınıflara ayrılması ve bazı sınıflara geniş ayrıcalıkların verilmesi
• XVIII. yüzyılda Fransa’da yetişen aydınların yazılarıyla ve konuşmalarıyla eşitliği, adaleti ve özgürlüğü savunarak halkı bilinçlendirmeleri
• Fransızların İngiltere ve Amerika’daki insan hakları ve demokratikleşme hareketlerinden etkilenmeleri
• Avrupa’da üstünlüğü ele geçirmek isteyen Fransa’nın birçok savaşa girmesi, Amerika’daki kolonilere maddi yardımda bulunması ve kralların savurgan tutumlarının devletin ekonomik yönden zayıflamasına neden olması
• Fransa kralının ekonomiyi düzeltmek için haksız olarak yeni vergiler koyması ve soylularla din adamlarının vergilerden muaf tutulması
• Fransa’nın ekonomik yükünü çeken burjuva sınıfına ve köylülere siyasal hakların verilmemesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
İhtilâlin Sonuçları
• Fransa’da mutlak monarşi yıkılarak, egemenliğin halka ait olduğu kabul edilmiştir.
• Milliyet, eşitlik, hürriyet, adalet gibi demokrasi ilkeleri dünyaya yayılmıştır.
• Milliyetçilik fikrinin yayılması ile imparatorluklar dağılma sürecine girmiştir.
• Fransız İhtilâli Yeniçağ’ın sonu, Yakınçağ’ın başlangıcı kabul edilmiştir.
• Dağınık halde bulunan milletler siyasi birliklerini kurmaya başlamıştır.
• İnsan Hakları Bildirisi Fransızlar tarafından dünya çapında bir bildiriye dönüştürülmüştür.
Fransız İhtilâli’nin Osmanlı Devleti’ne Etkileri
Osmanlı Devleti, Fransız İhtilâli karşısında tarafsız bir tutum takınmıştır. Bütün dünya uluslarını etkileyen Fransız İhtilâli’nin Osmanlı İmparatorluğu’na olumlu ve olumsuz etkileri olmuştur.
Olumlu Etkileri
Fransız İhtilâli’nin etkileri yayıldıkça Osmanlı devlet adamları, vatandaşlık haklarının korunması, yargı güvencesi, din ayrımı yapılmaksızın eşitlik gibi ilkeleri benimsemişlerdir. Egemenliğin millete ait olduğu fikrinin ve demokrasi anlayışının Türk toplumuna yerleşmesinde Fransız İhtilâli’nin olumlu katkıları olmuştur. Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı ve Kanun–i Esasi’nin ilan edilmesi, yönetim, askerlik, eğitim ve ekonomik alanlarda yeniliklerin yapılması bu durumun göstergesidir.
Olumsuz Etkileri
Fransız İhtilâli’nin olumsuz etkisi milliyetçilik akımının ülkedeki Müslüman olmayan topluluklar arasında hızla yayılması olmuştur. XIX. yüzyılda milliyetçilik akımının etkisiyle ülkede isyanlar çıktı. XIX. yüzyıl Osmanlı Devleti açısından “Ayaklanmalar Yüzyılı” olmuş ve devlet dağılmaya başlamıştır.
Sanayi İnkılâbı
Yeni buluşların üretime uygulanması ve bunların en önemlisi olan buhar gücüyle çalışan makinelerin kullanılması makineleşmiş endüstriyi doğurdu. Böylece insan ve hayvan gücünün yerini makineler almıştır. Buna Endüstri veya Sanayi İnkılâbı denilmiştir.
İngiltere’de başlayan makineleşme, kısa zamanda diğer ülkelere yayıldı. İngiltere’den sonra Fransa, Hollanda, Almanya devletleri ve Avusturya’da sanayileşme hızla gelişti.
Sanayi İnkılâbı’nın Sonuçları
• Avrupa’da üretim artmış ve insanların refah seviyesi yükselmiştir.
• Sağlık, temizlik ve konfor anlayışında önemli gelişmeler görülmüştür.
• Yaşam koşullarının iyileşmesi ve ölüm oranlarının düşmesi sonucunda hızlı nüfus artışı görülmüştür.
• Büyük sanayi şehirleri ortaya çıkmıştır. Kentlerin hızla büyümesiyle işsizlik gibi yeni toplumsal sorunlar doğmuştur.
• Ekonomiyle ilgili kapitalizm, sosyalizm ve emperyalizm gibi görüşler ortaya atılmıştır.
• Avrupa’da işçi sınıfı ortaya çıkmış ve önem kazanmıştır. İşçi işveren sorunlarının çözümlenebilmesi için sendikacılık girişimleri başlamıştır.
• Hammadde ve pazar bulma önemli bir sorun haline gelmiştir. Bu durum Avrupa devletleri arasında sömürgecilik yarışını hızlandırmış ve I. Dünya Savaşı’na neden olmuştur.
• Küçük atölyeler kapanmış, bunların yerlerine ucuz ve kaliteli mallar üreten fabrikalar kurulmuştur. Tarımdaki teknolojik gelişmeler de üretimi artırmıştır. Ayrıca, XVIII. yüzyılda İngiltere’de geniş ve büyük toprak edinme politikası izlenmiştir. Böylece, küçük çiftçi ortadan kalkmış ve bu kişiler tarım işçisi olmuştur.
• Ticaretin gelişmesi, hammadde ve mamül maddelerin ucuza taşınma gereğinin ortaya çıkması demiryollarının yapılmasına, sermaye ve eğitilmiş insan gücüne ihtiyaç duyulmasına neden olmuştur.
• Üretimin fabrikalarda yapılması, üretim faaliyetlerini yerel ve aile çevresini aşarak sistemli şekilde uluslararası bir niteliğe ulaştırmıştır.
Endütri Devrimi sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nda küçük atölyeler oratdan kalkmış işsizlik artmış ,dış ticarette denge bozulmuştur.Osmanlı Devleti,XIX yüzyılının ortalarından itirbaren Avruba mallarının istilasına uğramıştır.Sonuç olarak Osmanlı Devleti,dışarıya hammadde satan ve dışarıdan mamül alan bir ülke haline gelmuştir.Ekonomide başlayan bu gerileme siyasi çöküşü hızlandırmıştır.

6837
Tarih / Osmanlı İmparatorluğu
« : Eylül 14, 2007, 03:23:08 ÖÖ »
Osmanlı Devletinin Doğuşu

Anadolu Türk'lerini yeniden birliğe kavuşturan, yayılmasını ve güçlenmesini sağlayan Osmanlıların ortaya çıkışı meselesi...

Anadolu Türklüğünü yeniden birliğe kavuşturan, yayılmasını ve güçlenmesini sağlayan Osmanlıların ortaya çıkışı meselesi, Batı Anadolu'nun uc bölgesinde yeni bir Türkiye'nin doğuşu ile sıkı sıkıya bağlıdır. Osmanlı hânedanının mensup bulunduğu, Oğuzların sağ kolu olan Günhan kolunun Kayı boyu, dokuzuncu yüzyıldan itibaren, Selçuklularla beraber Ceyhun nehrini geçerek İran'a geldi. Rivayetlere göre, Horasan'da Merv ve Mahan tarafına yerleşen Kayılar, Moğolların tecavüzleri üzerine, yerlerini bırakarak Azerbaycan'a ve Doğu Anadolu'ya göç ettiler. Bir rivayete göre, Ahlat'a yerleşen Kayılar, oradan Erzurum ve Erzincan'a, daha sonra Amasya'ya gelerek, oradan Halep taraflarına göç ettiler. Bir kısmı Caber Kalesi civarında kalırken, diğer bir kısmı Çukurova'ya gitti. Çukurova'ya gelenler, daha sonra Erzurum civarında Sürmeliçukur'a vardılar. Aralarında çıkan ihtilaf üzerine, bir kısmı asıl yurtlarına dönerken, Ertuğrul ile kardeşi Dündar'ın emrindekiler, bir müddet Sürmeliçukur'da kaldıktan sonra, Moğolların batıya akınları üzerine, Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubad'a müracaat ederek Karacadağ taraflarındaki Rum (Bizans) hududuna yerleştirildikleri söylenirse de bu, tarihî gerçeklere pek uygun düşmemektedir.

Gündüz Alp'i Ertuğrul Gazi'nin babası olarak gösteren ve bugün ilim âleminde kabul edilen diğer bir rivayete göre ise, Gündüz Alp'in Ahlat'ta vefatından sonra oymağın başına geçen oğlu Ertuğrul Gazi, buradan hareketle Erzincan'a oradan da Bizans sınırına yakın olmak gayesiyle, Karacadağ mıntıkasına gelmiştir. Kesin olan bir şey varsa o da Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayıların, on üçüncü yüzyıl ortalarında Ankara'nın batısında bulunmalarıdır. Sonraları, tahminen 1231 yılında, Sultan Alâaddin'in kendilerine ıkta (arazi) olarak verdiği Söğüt ve Domaniç'e gelip yerleşmişlerdir.

Diğer taraftan Moğollar, Orta Asya Türklüğünü ve medeniyetini imha ederken, istilânın dehşeti karşısında, onların kılıcından kurtulan büyük göçebe kitleleri, şehirli âlim, tâcir, edebiyatçı ve sanatkârlar da Anadolu'ya sığınıyordu. Göç dalgaları, Selçuklu hududunda eskiden beri mevcut göçebelerle yeni Türk boylarını biribirine karıştırıyor ve uclardaki yoğunluğu süratli bir şekilde arttırıyordu. Kaynakların kayıt ve tasvirine göre, Azerbaycan ve Arran (Karadağ) ovaları ile vadileri, karıncalar gibi kaynaşıyor ve göç dalgaları buradan Anadolu'ya akıyordu. Böylece, Moğollardan kaçan Türkmenler, Anadolu'ya nüfus ve hayatiyet getiriyor ve siyasi parçalanmaya rağmen bu ülke yeni bir kudret kazanıyordu. 1261'den itibaren, Moğol kontrolünün nispeten zayıf bulunduğu ve Türkmen nüfusunun gittikçe kuvvetlendiği Kızılırmak'ın batısındaki bölgede (Kastamonu-Ankara-Akşehir-Antalya hattının batısında) uc beylikleri ortaya çıktı. Eskişehir, Kütahya, Afyon ve Denizli, Selçuklu-İslâm kültürünün yerleştiği uc merkezleri olarak yükselip Gazi Türkmenlerin faaliyette bulunduğu en ileri uc bölgesiyle Selçuklu uc bölgesi arasında bir ara bölge haline geldiler. Uc bölgelerinde ortaya çıkan Türkmen beylikleri arasında Konya'ya hakim olan Karamanoğulları en kuvvetlisi görünüyor ve Selçukluların varisi olduğunu iddia ediyordu. Batı Anadolu'da Aydınoğulları, devrin şartlarına göre mükemmel bir donanma gücüne sahip bulunuyordu.Göçebe bir kavmin süratle denizci olması ve Adalar (Ege) Denizini alt üst eden gazalarıyla hayranlık uyandırması, şaşılacak bir gelişmeydi. Bu devir Anadolu'sunda yine mühim sayılabilecek bir güce sahip bulunan Germiyanoğulları, Karesioğuları, Menteşeoğulları, Saruhanoğulları, Hamidoğulları ve Candaroğulları beyliklerinden her biri, kendi hesabına yayılma mücadelesine girişti. Bunlar arasında Söğüt'te kurulan Osmanlı Beyliği en mütevazı bir durumda bulunuyordu.

Ertuğrul Bey, tahminen doksan yaşında olduğu halde, 1288'de vefat ettiğinde, Osmanlı Beyliği; Karacadağ, Söğüt, Domaniç ve çevresinde 4800 kilometrekarelik mütevazı bir toprak parçasına sahipti. Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, uçtaki Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla, Kayı boyundan olduğu için, Osman Bey hepsine baş seçildi. Diğer Anadolu beyleri birbirleriyle uğraşırken Osman Bey, Bizans'la mücadele etti. Bu sayede 1288'de Selçuklu sultanının gönderdiği hakimiyet alâmetlerini alan Osman Gazi, böylece kendi nüfuz bölgesini ve oradaki reayayı (halkı) Bizans'a ve komşu beylere karşı koruma mesuliyetini yüklenmiş oldu. Çevresine aldığı Samsa Çavuş, Konuralp, Akçakoca, Aykut Alp, Abdurrahman Gazi gibi aşiret beyleriyle birlikte fetih hareketini başlatan Osman Gazi kısa sürede İnönü, Eskişehir, Karacahisar, Yarhisar, İnegöl ve Bilecik'i zaptetti. Bilecik'in fethi ve Osman Bey'in beylik merkezini buraya nakletmesiyle; Anadolu Selçuklularınca Moğollara karşı girişilen başarısız Sülemiş isyanı neticesinde Sultan III. Alaaddin Keykubad'ın kaçması hemen hemen aynı tarihlere rastladı. Bu sebeple Selçuklu Devleti'nin başsız kalması neticesinde daha serbest hareket etmeye başlayan Osman Gazi, bağımsızlığını (istiklâlini) ilan etti (27 Ocak 1300). Bölgenin ve Bizans'ın içinde bulunduğu durumdan istifade eden Osman Bey'in kuvvetleri, Bursa önüne kadar akınlarda bulunuyordu. Lefke, Mekece, Akhisar, Geyve ve Leblebici kalelerinin fethinden sonra Osman Gazi, askerî harekâtın başına oğlu Orhan Gazi'yi getirdi (1320). Osman Gazi, Bundan sonra ölümüne kadar, teşkilât meseleleriyle meşgul oldu. 1324 veya 1326'da öldüğü tahmin edilen Osman Bey vefat ettiği sırada, Bursa Osmanlıların eline geçti. Bursa'nın zaptından sonra, beylik merkezi buraya nakledildi ve şehir yeni binalarla süslendi. Gerçekte, Selçukluların tarih sahnesinden çekilmesiyle Anadolu bir virane görünümündeydi. Çünkü, Moğolların Anadolu'daki etkisi halâ hissediliyordu. Ancak, Selçukludan kalan değerli hazineler vardı. Bunlar dil, din ve alfabe birliğiydi. Bunun ruhu da gaza aşkı idi. Osmanlı, bunların hepsini kendinde toplamıştı. Dil, din ve alfabe birliği sayesinde, halk sınır tanımıyordu. Savaşma ve şehit olma isteği, her an, Hıristiyanlarla gaza eden Osmanlı Beyliği'ne büyük fırsatlar verdi. İşte bu aşk ve şevkle, diğer beylerin tebaası Osman eline göç etti veya en azından onların başarısı için gönülden dua etti. Âlimler de aynı yolu takip ederek, Edebâli, Dâvûd-ı Kayserî, Dursun Fakih gibi büyükler, Karaman ülkesinden kalkıp, Osmanlı toprağına kondular ve kültür faaliyetlerini başlattılar.

Orhan Gazi devrinde Bizans'a karşı kazanılan Pelekanon Muharebesinden sonra İznik fethedildi (1330). Orhan Gazi'nin 1361'e kadar olan hükümdarlığı devresinde Osmanlı Devleti, kardeş beylikler üzerinde hakim bir güç haline geldi. Daha önce Ege ve Rumeli'e Karesi, Saruhan ve Aydınoğulları, gaza hareketinin öncüleri durumunda idiler. Ancak, Karesi Beyliği'nin ilhakıyla Aydınoğlu Gazi Umur Bey'in, Haçlı saldırıları karşısında İzmir limanını kaybetmesi üzerine, bu bölgedeki gaza liderliği Orhan Gazi'ye geçti. Bu sırada Bizans'ta baş gösteren iç savaş ve Kantakuzen'in Gazi beylerle ittifakı, Türklerin Rumeli'ye geçişini kolaylaştırdı. Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa'nın destanlara konu olacak mahiyette gerçekleştirdiği Rumeli'ye geçiş, Türk tarihinin en büyük hadiselerinden biri oldu. İlk önce Çimpe Hisarını ele geçiren Süleyman Paşa, burayı bir üs olarak kullanmaya başladı. Daha sonra Biga'da topladığı orduyu, Güney Marmara kıyısında Kemer limanından gemilerle karşıya naklederek Bolayır'ı zaptetti. Ardından kuvvetlerini iki kola ayırarak, bir taraftan Gelibolu'ya, öbür yandan da Trakya'ya karşı iki uç kurdu ve muntazam gaza akınlarına başladı. 1354 yılında Gelibolu'nun zaptı ile, bu ilk Rumeli fatihleri yarımadanın fethini tamamladılar. 1357'de veliaht Süleyman'ın ve ardından Sultan Orhan Gazi'nin vefatları, Rumeli'deki fetihlerin bir müddet durmasına sebep oldu ise de Sultan I. Murad (1361-1389) Anadolu'da birliği sağladıktan sonra, tekrar Rumeli cihetine yönelerek Osmanlıların, Avrupa'da sağlam bir şekilde yerleşmesini sağladı. 1362'de Edirne fethedildi. Haçlı kuvvetlerine karşı 1364'de Sırpsındığı, 1371'de Çirmen zaferleri kazanıldı. Bu fetih ve zaferlerin sonunda Osmanlılar kesin olarak Avrupa'da yerleştiler ve tesir sahaları bütün Balkanları içine alan bir genişliğe erişti. Bulgaristan ve Sırbistan, Osmanlılara tabi olmayı kabul ettiler. Osmanlı kuvvetleri, üç koldan harekâta devamla, Kuzey Makedonya, Niş, Manastır, Sofya ve Ohri'yi aldılar. Diğer taraftan, Anadolu'da Türk birliğinin sağlanması için mücadele veriliyordu. Hamidoğulları Beyliğinden Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç, Şarkikaraağaç ve Germiyanoğullarından da Kütahya, Tavşanlı, Emet, Simav ve çevresinin Osmanlılara geçmesi, Karaman-Osmanlı ilişkilerini gerginleştirdi. Çok geçmeden de iki devlet arasında savaş çıktı. Ancak, Karaman kuvvetlerini bozguna uğratan Osmanlılar, bir süre bu beyliğin saldırılarından emin oldular. Öte yandan Osmanlıları Balkanlardan atmak üzere, Sırp, Macar, Ulah, Boşnak, Arnavut, Leh ve Çek kuvvetlerinden oluşturulan büyük Haçlı kuvvetlerinin, 20 Haziran 1389'da Kosova'da yok edilmesi tarihe, örnek imha hareketlerinden biri olarak geçti. Türk tarihinin mühim hadiselerinden biri olan Kosova Meydan Muharebesi, Doğu Avrupa'nın kaderini de tayin etti. Balkan yarımadasını asırlar boyunca Türk hakimiyeti altına koyan bu zafer sonunda, Sultan Murad-ı Hüdâvendigâr, bir Sırp tarafından şehid edildi.

Ertuğrul Gazi'nin, oğlu Osman Gazi'ye bıraktığı 4800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde, üç mislinden daha fazla büyüyerek 16000 kilometrekareye ulaştı. Orhan Gazi ise, babasından devraldığı devletini, altı kat daha büyüterek, 95 bin kilometrekareye çıkardı. Nihayet, Murad-ı Hüdâvendigâr 1361-1389 yılları arasında, devletini beş misli daha büyüterek, 500 bin kilometrekareye yükseltti. Artık aşiretten beyliğe geçen Osmanlı Devleti, imparatorluğa hazırlanıyordu ve gayesini de çizmişti.

Gerçekten de, bir aşiretten, cihangir bir imparatorluğa giden yolda, neler yapıldığı incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim Fransız tarihçisi Grengur da "Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer tarihinin en büyük ve hayrete değer vakalarından biridir" demektedir.

Bu hızlı yükselişin sebepleri şöyle sıralanabilir:

1. Osman Gazi ve haleflerinin gerçekleştirdiği fetihler, Anadolu halkı için yeni gaza ve yerleşme sahaları açmakta idi. Osmanlıların devamlı ilerlemesini gören Anadolu'daki yiğit ve savaşçı gaziler gittikçe artan bir sayıda, Rumeli uclarına intikal ediyordu.

2. Samsa Çavuş, Konur Alp, Akçakoca, Aykut alp, Abdurrahman Gazi, Hacı İlbeyi ve Evrenos Gazi gibi hareket serbestisi olan beylerin idaresinde toplanan kuvvetler, devamlı taarruz ve ilerlemeyle yeni hatlara yerleşiyorlar ve akınlar devam ediyordu.

3. Fethedilen bölgelere, Anadolu'dan göçen yörük ve köylü kitleleri, alp-erenler, dervişler, ahîler öncülük etmekteydiler. Onlar gazilerin yanında, hattâ bazen ilerisinde zaviyeler kurarak, sonradan gelen köylüler için tutunma ve toplanma merkezleri meydana getiriyorlardı.

4. Anadolu'dan gelen fakir köylülerle ırgatlar, zaviye etrafında, ekseriya derviş adı altında, bazı yükümlülüklerden muaf olarak toprağı işlemekte ve bir Türk köyünün doğmasına yol açmakta idiler. Nitekim Trakya'da köy adlarının büyük çoğunluğu bu gibi derviş, şeyh veya fakihlerin isimlerini bugün bile taşımaktadır.

5. Osmanlı fetihleri yalnız kılıçla değil, daha çok istimâlet denilen uzlaştırıcı ve sevdirici bir politika neticesinde gerçekleşmekteydi. Osmanlı idaresinin, gayrimüslimlere can ve mal güvenliğiyle dinlerinde serbestlik tanıması, onların gitgide İslâm'ı kabul etmelerine yol açıyordu. Yine bu durumun sonucu olarak çok defa, geniş bölgeler, şehir ve kasabalar kendiliğinden Osmanlı hakimiyetini tanımakta idiler.

6. Osmanlılar Anadolu'da, Hıristiyan varlıklarını ve idare tarzlarını bozmayarak onları kendi nüfuzları altına aldılar. Bu müsamahayı, Rumeli'de daha geniş surette ve onların eski varlıklarını korumak üzere uyguladılar. Baştan başa Hıristiyanlarla meskûn olan Balkan Yarımadası halkı, kısa zaman içinde bu tarzdaki âdilâne hareket ve idarî siyasetteki incelik sayesinde İslamiyet'i seçti.

7. Balkanlarda Bizans İmparatorluğunun bozulmuş olan yönetim tarzı neticesinde, ağır ve keyfî vergiler, soygunlar ve asayişsizlik yayılmıştı. Buna mukabil, Türklerin disiplinli hareketleri, fethedilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan uzak bir politika takip etmeleri, vergilerin tebaanın ödeyebileceği şekilde uygulanması ve özellikle mutaassıp Ortodoks olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmeleri için ölümle tehdit edenlere karşı, Türklerin buralardaki unsurların dinî ve vicdanî duygularına hürmet göstermeleri, Balkan halkının, Osmanlı idaresini Katolik baskısına karşı, bir kurtarıcı olarak karşılamalarına sebep oldu.

8. Osmanlı fetihlerinin en bariz vasfı, gelişigüzel, macera ve çapul şeklinde değil, bir program altında, şuurlu bir yerleşme şeklinde olmuş olmasıdır. Bu da fethedilen yerlerdeki halkın hoşnutluğuna ve yeni idareden memnun olmalarına yol açtı. Fetih programının esaslarından biri de yeni elde edilen stratejik yerlere, büyük ve önemli şehir ve kasabalara Anadolu'dan göçmenler getirilerek yerleştirmek suretiyle muhtelif kısımlara ayrılıp, şehir ve kasabalarda derhal ilmî ve sosyal müesseseler oluşturulmasıdır.

9. Nihayet Balkan fetihlerinin gelişmesinde ve istikrarında, asırlarca evvel Balkanlara gelerek yerleşen ve daha sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan, fakat Türklüğünü unutmayan Peçenek, Kuman ve Gagavuzlar ile Vardarların da etkili olmaları ihtimal dahilindedir.

Osmanlı Beyliği, daha kurulduğu andan itibaren askerî, adlî ve malî teşkilatla işe başladı. Bilhassa askerî işlere fazla önem verilerek, başarının sebepleri hazırlandı. Fakat bu görünüşteki kudret, tamamen ayrı dinde olan yabancı bir bölgede, yani Balkanlarda yayılma ve yerleşme için yeterli değildi. Bu iş, daha fazla, manevî ruhî sebeplerle, öylesine göz kamaştırıcı bir hızla ve şuurlu bir biçimde oldu ki, bugün dahi düşünenleri hayretler içinde bırakmakta ve 20. yüzyılda bile benzeri görülmemiş bu hareket, dün olduğu gibi bugün de yerli ve yabancı nesillerin hayranlığını çekmektedir. Nitekim, zamanın tarihçi, düşünür ve ilim adamları, bu hususta şunları söylemektedir: "...Hıristiyan dünyasındaki arkası kesilmeyen Yahudi düşmanlığı ve Engizisyona karşılık, Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlıların idaresi altında âhenk içinde yaşıyorlardı..." (Gibbons)

"...Türklerin zihnine ve hafızasına nakşedilmiş olan prensipler, onları yeryüzündeki insanların en insaniyetlisi, en hayırseveri haline getirmiştir. Bütün bu faziletlere rağmen Avrupalıların barbar demesi, yırtıcı bulması, savaşlarına göre hüküm vermesinden ileri gelir. Gerçekten Müslümanlar canlarını esirgemeden savaşırlar, düşmanları aynı zamanda dinlerinin de düşmanıdır. Bu şecaat (kahramanlık) Türklere sadece dinlerinden değil, aynı zamanda millî karakterlerinden gelir. Ama bir milletin gerçek karakteri, savaş alanının silah gürültüleri arasında tayin edilemez. Türkleri gerçekten tanımak isteyenler, onların faziletlerini değerlendirmeli, törelerin karakter ve fiillerindeki tesirlerini muhakeme etmeli, onları barış zamanındaki örf ve âdetleri içinde incelemelidir. Aslında Türkler, savaşta ne kadar sert, mağrur ve yırtıcı iseler, barışta da o kadar sakindirler. En büyük kahramanlıkları gösteren, gözlerini kırpmadan ateşe atılan bu insanlar, günlük hayatlarına döndükleri zaman, gerçek karakterlerini alırlar. O zaman onların insanî duygularla dolu, iyiliksever insanlar olduğu anlaşılır

Bu duygu, bütün Türklere şamildir. Hepsinin de ruhuna öylesine derin bir şekilde işlemiştir ki, savaşta birer cesaret timsali olan bu kimseler, barışta, fakir babası, düşkünün dostu olurlar. İçlerinde en kötüsü, en hasisi bile, yine de bir vazife olarak iyilik etmekten çekinmez..." (D'ohsson).

Sonuç olarak Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında, sağlam bir âhenk, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezada izin vermemekle, dünya tarihinde milletlerarası en kudretli ve cihanşümûl bir siyasî varlık teşkil etti. Osmanlı Devleti ve sultanlarının davaları da, kendi tabirleri ile "nizam-ı âlem (dünya barışı) üzerinde toplanıyor, koca devletin varlık sebebi ve savaşları da, millî ve insanî esaslara bağlı bulunan bir cihan hakimiyeti düşüncesine dayanıyordu.

Osman Gazi'nin, bütün Osmanlı sultanlarının bir anayasa olarak kabul ettikleri ve uyguladıkları, vasiyetnamesinin özü şu şekildedir: "Allah ü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini âlimlerden sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in'âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adaletle şenlendir ve Allah için çalışmayı terk etmeyerek beni şâd et. Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm (yumuşaklık) göster! Askerine ve malına gurur getirip, ilim ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız, Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa, gavga ve cihangirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâima herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör"


İmparatorluğa Doğru


Niğbolu Zaferinin en önemli sonucu, Bizans için bütün ümit kapılarının kapanmış olmasıydı. Artık Avrupa'dan hiçbir yardımın gelmesi beklenemezdi...

Sultan Murad Hüdâvendigâr'ın şehid olması üzerine, cesareti ve savaş ânında olağanüstü hızlı hareketi yüzünden "Yıldırım" lâkabıyla anılan, oğlu Bayezid Han tahta çıktı. 1390 ve 91'de iki defa Anadolu seferine çıkan Yıldırım Bayezid, Saruhan, Germiyan, Menteşe, Aydın, Teke ve Hamidoğullarının topraklarını sınırlarına kattı. Karamanoğulları arazisinin büyük bölümünü alırken beyliğe dokunmadı. 1391'de Eflak seferine çıktı. Eflak ordusunu mağlup ettikten sonra Osmanlı ordusu, Tuna'nın öbür yakasına geçti. Selanik alındı. Mora üzerine giden akıncı kolları, sınırı hızla genişletirlerken, Macar kralı Sigismund emrindeki Haçlılar, Niğbolu önlerine geldiler. Haçlıların gayesi, Osmanlı Türkünü Avrupa'dan, hattâ Anadolu'dan atarak Kudüs krallığını yeniden kurmaktı. Ancak, Avrupa'nın irili ufaklı bütün milletlerinin Kudüs'e kadar uzanan yolda, daha ilk ciddî imtihanı vermek üzere Niğbolu'ya saldırdıkları sırada Bayezid Han harekete geçti. Niğbolu savaşı sonunda Haçlıların zayiâtı 100 bin ölü ve 10 bin esir oldu. Niğbolu Savaşında Türkleri ilk defa tanıyan ve Yıldırım'ın kumandanlığına ve kahramanlığına hayran olan Korkusuz Jean, esaretten kurtulursa, bir daha Türklere karşı kılıç çekmeyeceğine yemin etmişti. Buna karşılık Yıldırım Bayezid Han; "Bir daha benim aleyhimde silah kullanmamak için yaptığınız yemini size iade ediyor, sizi silahlarınızı elinize almaya ve bütün Hıristiyanları bize karşı toplamaya davet ediyorum. Bu suretle bana, yeni zaferlerle şan ve şeref kazandıracaksınız." diyerek kudretini ortaya koyuyordu.

Niğbolu Zaferinin en önemli sonucu, Bizans için bütün ümit kapılarının kapanmış olmasıydı. Artık Avrupa'dan hiçbir yardımın gelmesi beklenemezdi. Bundan sonra Yunanistan'a sefer düzenleyen Yıldırım Bayezid, Atina ve Mora'yı aldı. Hazret-i Peygamberin müjdesine kavuşmak için, İstanbul'u iki defa sıkı bir kuşatma altına aldı ise de, bunlardan birincisine Niğbolu Seferi, ikincisine ise Timur Han mâni oldu. Fakat Hristiyan batıya galip gelen Osmanlılar, kendileri gibi Türk ve Müslüman olan doğuya mağlup oldular. Kendisini Cengiz'in mirasçısı olarak gören ve Cengiz imparatorluğu topraklarının tamamına hâkim bir İslam devleti kurmak isteyen Timur, Altınordu Hanlığı gibi, Ankara civarında 20 Temmuz 1402'de Osmanlı Devletine de büyük bir darbe vurdu ve Anadolu'yu tekrar parçaladı. Bu yenilginin sebepleri arasında, karşı tarafın da askerlik sanatı ve yiğitlik bakımından bu taraftaki Türke denk olması yanında, Osmanlıların o sırada henüz Anadolu'da birliği sağlayamamış olmalarının rolü büyüktü. Anadolu beyliklerine son verilmişse de, beylik yapısı tam olarak ortadan kaldırılamamıştı. Bununla beraber, Timur'un devleti onun ölümüyle dağılacak, fakat Osmanlıların kurduğu devlet, aradan on yıl geçtikten sonra, bütün şevket ve azametiyle devam edecektir.

Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşında esir düşmesi ve çok geçmeden de esaret hayatına dayanama****** kederinden vefat etmesi üzerine (Mart 1403), şehzadeleri arasında taht kavgaları başladı. 1403'ten 1413 yılına kadar devam eden ve Fetret Devri denilen bu süre sonunda, kardeşleri İsa, Musa ve Süleyman çelebilere galip gelen Mehmed Çelebi, Osmanlıları tekrar bir idare altında toplamayı başardı. 1413-1421 yılları arasında, tek başına Osmanlı tahtını temsil eden Sultan Çelebi Mehmed, giriştiği muharebelere bizzat katılmasıyla meşhur oldu. Bu savaşlarda yara alan Padişah, azimli, cesaretli, dirayetli ve kadirşinastı (değer bilirdi). Zamanında affetmesini ve kalp kazanmasını da bilirdi. Aydınoğullarını, Candaroğullarını ve Karamanoğullarını itaat altına aldı. Fetret devrinde elden çıkan Rumeli'deki toprakların büyük bölümüne yeniden sahip oldu. Şeyh Bedreddin ve Mustafa Çelebi isyanlarını bastırdı. 35 yaş gibi devletine en verimli olabileceği çağda, kalp krizinden vefat etti (1421). Sultan Çelebi Mehmed, oğlu II. Murad'a, âdeta yeniden kurarak sağlam temellere oturttuğu bir devlet bıraktı. Bu sebeple kendisi, devletin ikinci kurucusu olarak bilindi.

Kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan II. Murad Han, (bkz.) 1430'da Selanik ve Yanya'yı fethetti. Varna ve Kosova'da Haçlılara karşı girdiği mücadelede, Türk tarihine altın harflerle geçen iki büyük zafer kazandırdı. Sırp despotluğunu ortadan kaldırdı. Kazandığı zaferler ve fetihler neticesinde, devleti her zamankinden daha güçlü bir hale getirdiği gibi, İstanbul'un fethini de yakın bir imkân haline soktu. Bu hükümdar devrinde, Osmanlı merkezi, ilmin ve kültürün de merkezi oldu. Beyliklerdeki kültür faaliyetleri Osmanlı payitahtına (başkentine) taşındı ve her sahada pek çok eser yazıldı. Bilindiği kadarı ile, Osmanlı hükümdarları içinde adına en çok eser yazılan, Türkçecilik cereyanını destekleyen, âlimlere hürmet gösteren bu padişah, tezkirelerdeki kayıtlara göre, şâir padişahların da ilkidir.

Ayrıca Gazi ve âdil olan Sultan II. Murad Han, geride her yönüyle sağlam temellere oturmuş, kudretli bir devlet bıraktı. 1451 yılında vefat etti.

1402-1413 yılları arasında şehzadeler arası saltanat mücadelelerinin hüküm sürdüğü Fetret Devri bir yana, Sultan Yıldırım Bayezid'in tahta çıkmasından, Sultan II. Murad Hanın vefatına kadar geçen zaman (1389-1451), Osmanlı imparatorluk temellerinin atıldığı bir devir olarak göze çarpar. Osmanlı Devletinin, Timur darbesine maruz kalmasına ve bölünüp parçalanmasına rağmen, 50 yıl içerisinde bir imparatorluk haline gelmesinin sebepleri şunlardır:

1. Daha önce Osman, Orhan ve Murâd-ı Hüdâvendigâr'da görüldüğü gibi, devleti idare edecek olan şehzadelerin yetiştirilmesine fevkalâde dikkat gösterilmesi. Ayrıca devrin en yüksek âlimlerinden din ve fen derslerini alan şehzadelerin, aynı zamanda savaşlara katılıp askerlik ve kumandanlık vasıflarını geliştirerek, babalarının yerini tutacak değere ulaşmaları.

Nitekim, babasıyla birlikte Rumeli ve Anadolu'daki bütün savaşlara katılan Yıldırım Bayezid için, Batılı tarihçiler; "Yıldırım Bayezid, bütün tarihin en büyük kumandanlarından biridir" (Benoist) ve "Yıldırım'ın dünya hakimiyetine doğru gittiğini görüyoruz. Ülkesinde demir bir disiplin, mükemmel bir nizam ve asayiş mevcuttur" (Lorga) demektedirler. Gerçekten Yıldırım'ın, 13 yıl gibi kısa bir zamanda, babasından devraldığı 500.000 kilometrekarelik ülkeyi 942.000 kilometrekareye ulaştırması, onun büyük bir kumandan olduğunu göstermektedir.

Yıldırım Bayezid Hanın, Ankara Savaşı sırasında vaziyetin kötüye gittiği bir sırada, Timur kuvvetleri üzerine kasırga gibi atılan bir birliğe gözü takılır ve yanındakilere; "Kimdir bu gelenler?" diye sorar. Yanındakiler; "Padişahım, bunlar oğlunuz Şehzade Mehmed'in kuvvetleridir" derler. Bunun üzerine Yıldırım; "Berhudâr olsun. Kader hükmünü nasıl olsa icrâ edecek. Benim tahtım ona yâdigâr olsun. Onda, parçalanacak Osmanlı ülkesini birleştirecek cevheri görüyorum" demiştir.

Gerçekten de, Bayezid'in 14 yaşındaki en küçük oğlu Şehzade Çelebi Mehmed, Amasya'da saltanatını ilan edecek ve ağabeylerine karşı giriştiği mücadeleyi kazanıp Osmanlı birliğini sağlayacak ve oğluna güçlü bir devlet bırakacaktır. Memleketi ve milleti bunca beladan, fitneden, düşman tehlikesinden ancak parlak bir zekâ, yüksek bir karakter kurtarabilirdi. İşte bütün bunlar Şehzade Mehmed'de henüz daha 14 yaşındayken toplanmıştı. Tarihçiler onu; "Birinci Mehmed; cömert, yumuşak huylu ve olağanüstü kuvvetliydi" ve "Çelebi Mehmed; cömert, dostlarına dost, din ve devlet düşmanlarına karşı gayet şedid idi" cümleleriyle anlatmaktadır.

Sultan Çelebi Mehmed'in ölümü ile, henüz 18 yaşında Osmanlı tahtına çıkan oğlu II. Murad, saltanatın başında, devleti parçalayabilecek gaileler (amcası Mustafa Çelebi ve kardeşi Küçük Mustafa Çelebi hâdiseleri) ile karşı karşıya kaldı. Ancak o, devlet üzerinden bu tehlikeleri bertaraf ettiği gibi, gerçekleştirdiği fetihlerle, İmparatorluğun temellerini atmaya muvaffak oldu. Yetişmesine olağanüstü dikkat ve ihtimam gösterdiği ve Hacı Bayram-ı Velî'den, İstanbul'u fethedeceği müjdesini aldığı oğlu şehzade Mehmed'i, idaresini görmek için 13 yaşında tahta çıkardı. Osmanlı tahtında çocuk bir padişahın bulunmasını fırsat bilerek bütün kuvvetlerini birleştiren Avrupa, Türkler üzerine yürürken, baba ile oğul arasındaki şu yazışmalar tarihe geçti. Oğlu Mehmed'in, ordunun başına geçmesi çağrısını, Murad Han reddetti ve devleti, milleti korumanın onun görevi olduğunu söyledi. Bunun üzerine Şehzade Mehmed, babasına; "Eğer Padişah biz isek size emrediyoruz, gelip ordunun başına geçin! Yok siz iseniz, gelip devletinizi müdafaa edin!" şeklinde hitab ederek, ordunun başına geçmesini sağladı. Varna'da düşmanı bozguna uğrattıktan sonra; kendisini tebrik edenlere; "Zafer, oğlumuz Mehmed Hanındır. Biz onun emrinde bir kumandanız" cevabı pek mânidardır.

Görüldüğü üzere yükselme dönemlerinde Osmanlı şehzadeleri, 13-14 yaşlarına geldiklerinde, bir imparatorluğu idare edecek her türlü bilgi ve kabiliyete sahip bulunuyorlardı.

2. Timur fırtınasına uğrayan Osmanlı-Türk Devleti, tarihte Fetret Devri diye anılan ve 12 sene devam eden taht kavgasına sahne olduktan sonra, daha sağlam bir şekilde yayılmaya ve yükselmeye başladı. Bu durum, Osmanlı Devletinin bir cihan hakimiyetine doğru sağlam temeller üzerinde kurulduğunu ve teşkilatlandığını göstermektedir.

Osmanlı İmparatorluğunun kudret kaynaklarından en önemlisi hiç şüphesiz, merkeziyetçi bir devlet oluşu idi. Osmanlılardan önceki Türk hakan ve sultanları, devleti, hanedanın ortak malı kabul ettikleri için, hanedana mensup şehzade ve beyler arasında saltanat mücadeleleri eksik olmuyordu. Her ne kadar, ailenin en büyüğü ulu bey unvanıyla merkezde oturuyor ve devletin diğer bölgelerinde hüküm sürenler ona bağlı bulunuyorlar idiyse de, bu gibi durumlarda devletin birliği, ancak, kudretli şahsiyetler sayesinde devam edebiliyordu. Devlet merkezinde en küçük bir zaafın vuku bulması durumunda, eyaletlerdeki şehzadeler veya kudretli beyler, derhal istiklal mücadelesine girişiyorlardı.

Türk tarihinde ilk defa olarak, Osmanlıların, merkeziyetçi bir devlet sistemiyle meydana çıkması, büyük bir siyasi inkılap oldu. Osmanlı hanedanı, diğer Anadolu beyleri gibi, menşe itibariyle göçebe olduğu ve millî gelenekleri muhafaza ettiği halde, devletin taksim edilemez, mukaddes bir varlık olduğunu kavramış, sağlam ve istikrarlı bir devlet teşkilatı vücuda getirmeyi başarmıştı. Rivayete göre, Osman Gazi ölünce, Orhan Gazi, hükümdarlığı kardeşi Alâaddin Paşaya teklif eder. Fakat Alâaddin Paşa; "Gel kardaş, ataların duâsı ve himmeti seninledür. Ânınçün kendü zamanında seni askere koşdılar... ve hem bu azîzler dahî bunu kabul itdiler" cevabıyla, hakimiyeti, daha lâyık olan Orhan Gaziye bıraktı. Böylece Osmanlı Beyliği, daha kuruluşunda bir saltanat mücadelesinden, bölünme ve sarsıntıdan kurtulmuş oldu.

Ancak, Birinci Murad Anadolu'da meşgulken, Rumeli kuvvetlerinin başında bulunan Şehzade Savcı, babasına karşı tehlikeli bir harekete girişti. Onun, Bizans prensi Andronikos'la birleşmesi bir ibret dersi oldu. "Fitne kıtalden daha şiddetlidir" düşüncesiyle hareket eden Birinci Murad Han oğlunu öldürttü ve böylece Osmanlı tarihinde, ilk şehzade katli hadisesi meydana geldi. Âdil padişah Murad-ı Hüdavendigâr şehid olunca yerine geçen Yıldırım Bayezid de, aynı düşüncenin mahsulü olarak, kardeşi Yakup Çelebi'yi bertaraf etti. Fatih Sultan Mehmed ise, bir saltanat endişesi ve rakibi bulunmadığı halde, kendi adını taşıyan kanunnameye; "Evladımdan her kimseye saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı âlem içün katletmek münâsibdür. Ekseri ulemâ dahî tecvîz itmişdür; anınla âmil olalar" maddesini koyarken, bu örfü kanunlaştırmıştır. Padişah olmak düşüncesiyle hareket eden şehzadeler, kendilerini en iyi şekilde hazırlıyorlardı. XVI. Yüzyılın başlarından itibaren, bu düşünce terkedilince, şehzadeler vezirlerdeki fikir ayrılıklarına göre yönlendirildiler. Sultan Birinci Mustafa, tahtı istemediği halde padişah oldu. Sultan İkinci Osman, bu ayrılıklar sebebiyle öldürüldü. Bu durum Sultan Abdülaziz'in ölümüne kadar gidecek ve Osmanlı Devletinde vezirler hakimiyeti ortaya çıkacaktır. Gerçekte şehzadenin şehzade ile değil de vezirlerle mücadelesi de devlet için bir bahtsızlık olmuştur.

Padişahlar ve âlimler gibi, halk da, nizam-ı âlem düşüncesi, din ve devletin bekası kaygısı ile, zaruret halinde kardeş katlini tasvip ediyordu. Kanunî devrinde Türkiye'ye gelen, İmparator Ferdinand'ın elçisi Busbecq; "Müslümanlarda, Osmanlı hanedanı sayesinde ayakta durdukları, din ve devletin selameti ve bekasının, evlattan daha mühim olduğu" kanaatinin yaygın bulunduğunu bildirmektedir. Timur'un oğlu Şahruh'un, Çelebi Sultan Mehmed'e yazdığı bir mektupta; "Süleyman Bey ve İsa Bey ile mücadele ettiğinizi ve Osmanlı töresince onları bu fani dünyadan uzaklaştırdığınız haberini aldık. Ama, biraderler arasında bu usul İlhanî töresine münasip değildir" sözüne karşılık Çelebi Mehmed; "Osmanlı padişahları, başlangıçtan beri, tecrübeyi kendilerine rehber yapmışlar ve saltanatta ortaklığı kabul etmemişlerdir. On derviş bir kilim üzerinde uyur. Lâkin iki padişah bir iklime sığmaz. Zîra etrafta din ve devlet düşmanları fırsat beklemektedir. Nitekim, mâlum-u âlileridir ki, pederinizin arkasından (Ankara Savaşı) kâfirler fırsat buldu. Selanik ve başka beldeler, Müslümanların elinden çıktı" diye cevap vermiştir.

Yine, Cem Sultan'ın ülkeyi paylaşma teklifine karşı İkinci Bayezid'in; "Bu kişver-i Rûm bir Ser-i Pûşîde-i arus-i pür nâmustur ki, iki dâmâd hutbesinde tâb götürmez" (Osmanlı Devleti öyle namuslu bir gelindir ki, iki damadın talebine tahammül edemez) cevabı, Osmanlıların nizâm-ı âlem mefkûresine bağlılıklarını göstermektedir. Bayezid Han bu cevabıyla saltanatı, namusun timsali olan geline benzetmiş, paylaşılamayacağına dâir duygularını belirtmiştir.

3. Osmanlı merkeziyetçi devlet sisteminde ikinci önemli husus timar sistemidir. Büyük Selçuklular, geniş askerî iktaları, kendilerine bağlı Türkmen beylerine veya sarayda yetişen köle kumandanlara veriyorlardı. Ancak bu Türk kumandanları, devletin zayıflamasıyla birlikte, Selçuklu İmparatorluğu içerisinde yeni devletler ve atabeylikler ortaya çıkarıyor, böylece devlet kısa bir süre sonra, üç beş parçaya bölünebiliyordu. Osmanlılar ise, Selçuklulardan devraldıkları bu mîrî toprak rejimini çok daha ileri ve mahirâne metodlarla olgunlaştırdılar. Bunun üzerine kurulan timar (ikta) usulü, Osmanlı ordusunun temeli olurken, Türk askerleri (sipahiler), sancak beylerinin emrinde fakat padişaha bağlı idiler. Çünkü askerlerin geçimlerini sağlayan timarları ve sancak beylerinin zeâmetleri de padişah tarafından veriliyordu. İşte büyük Osmanlı ordusunun esasını bu timarlı askerler teşkil ediyor ve merkezdeki yeniçeriler, ancak 10.000-20.000 arasında değişiyordu.


Dünya Hakimiyeti Dönemi (1451-1566)


4. Cihan hakimiyeti ve dünya düzeni davasını gaye edinen Osmanlılar, hukuk sahasında da yüksek bir seviyeye ulaşmışlardı.

Diğer taraftan köylüler arasında, timar sisteminin meydana getirdiği huzur ve âhengi, şehirde sınaî, ticarî ve iktisadî faaliyetleri düzenleyen esnaf teşekkülleri sağlıyordu. Ahîlik adı verilen teşkilatlar sayesinde, şehir esnafı ve halkı, devletin hiç bir tesiri olmadan kendi kendisini idare ediyor, en küçük bir mesleki suiistimal, yolsuzluk ve geleneğe aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu.

4. Cihan hakimiyeti ve dünya düzeni davasını gaye edinen Osmanlılar, hukuk sahasında da yüksek bir seviyeye ulaşmışlardı. Osmanlılar, hudutsuz İmparatorluk ülkesinde yaşayan çeşitli kavim, din, kültür ve örflere sahip toplulukları idarede, İslâm hukukuna aykırı hareket etmiyor, çıkardıkları kanun ve fetvalarla İmparatorluk nizamını sağlıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğuna kudret, istikrar ve uzun bir ömür veren unsurlardan biri hukukî anlayış ve nizam idi. Bu sebeple Osmanlılarda çok kuvvetli olan kanun ve nizam şuuru, devlet gibi kutsaldı. Bu hususta yabancı seyyah ve elçilerin müşahedeleri ve eserleri hayranlık verici misallerle doludur. Osmanlı hukuk ve kanun nizamına bağlılıkta birinci vazife padişahlara âit olup, bunlar dini emirlere aykırı en küçük bir tasarrufta bulunamazlardı. Neticede, sağlam bir devlet kuruldu. Normal veya zayıf padişahlar zamanında bile devlet makinesi, asırlarca hayatiyetini devam ettirmiştir.

"İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ve ordu, ne mükemmel insanlardır."

Peygamber efendimizin 800 küsur sene önce verdiği müjde, 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti. Bu durumda 1000 yıllık Şarkî Roma (Bizans) tarihe karışıyordu. Fatih Sultan Mehmed'e kadar Bizans, Osmanlı Devletinin toprakları arasında bir fitne çıbanı durumunda idi. Nihayet Fatih Sultan Mehmed, bu duruma son verdi ve ülke toprakları birleşerek, İmparatorluk vücuda geldi. Fetihten üç gün sonra, beyaz at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı'dan şehre giren Fatih Sultan Mehmed, doğruca İslâm mefkûresinin kalbi olan Ayasofya'ya gitti ve şükür secdesine kapandı. Tasvirlerden temizlediği bu büyük mabedde, ilk cuma namazını kıldı. Daha sonra Ayasofya'yı yeriyle birlikte satın alan Fatih, burayı vakıf yaparak, kıyamete kadar cami olarak kalması için evlatlarına vasiyet etti.

"Dünyada tek bir din,tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihânın payitahtı olmalıdır" diyen Fatih Sultan Mehmed, bundan sonra cihan hakimiyeti projesini gerçekleştirmek üzere, sistemli bir teşebbüse girişti. Kısa zamanda Anadolu'da İsfendiyar, Trabzon, Akkoyunlu memleketleriyle Karamanoğlu Beyliğini topraklarına kattı. Dulkadır beyliği ile Kırım Hanlığını tabiiyeti altına aldı. Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Eflak-Boğdan ve sâir ülkeleri fethetti. Böylece bir çok imparatorluk, hanlık ve beylik ortadan kaldırılmış oldu ve Osmanlı İmparatorluğu Fırat'tan Tuna'ya kadar yayıldı. 6 Mayıs 1481'de, bütün Hıristiyan ve İslâm dünyalarını birleştirmek üzere başladığı İtalya seferi sırasında, Gebze civarında ölümü, Türk-İslâm dünyasını mâteme, Hıristiyan dünyasını ise büyük bir sevince boğdu.

Fatih Sultan Mehmed'in yerine geçen, oğlu II. Bayezid'in 31 yıllık hükümdarlık dönemi (1481-1512) iki bölümde incelenebilir. Sultan Bayezid, saltanatının ilk 14 yıllık devresinde, Şehzade Cem meselesiyle uğraştı ve devletin parçalanması ihtimalini göz önünde tutarak, Avrupa'ya karşı büyük seferlere girişmedi. Bayezid Han, niyetlerini ancak Cem'in ölümünden sonra gerçekleştirmeye çalıştı. Bu düşünce ile Macaristan, Arnavutluk ve Venedik seferleri sonunda, Akkerman, Modon, Koron, Navarin ve İnebahtı kalelerini devletine kazandırdı. Denizciliğe çok önem verdi. Oğlu Korkut, denizcilerin hâmisiydi. II. Bayezid Hanın son dönemlerinde, Akkoyunlu Devletini ele geçiren Safeviler, Anadolu için de büyük tehlike arz etmeye başladılar. Bu arada, Padişahın oğulları arasında başlayan taht mücadeleleri, Şah İsmail'i cesaretlendirdi ve Osmanlı ülkesine gönderdiği adamları vasıtasıyla, cahiller arasında kendisine pek çok taraftar topladı. Taraftarları vasıtasıyla, Antalya'dan Bursa'ya kadar büyük bir sahada isyanlar çıkarttırdı. Şiî ayaklanmalarının büyümesi ve önlenememesi, Yeniçerilerin de, oğlu Selim'i tahta çıkarması için padişaha baskı yapması neticesinde, Bayezid Han, oğlu lehine tahttan feragat etti.

Henüz beş yaşındayken, dedesi Fatih Sultan Mehmed'in huzuruna çıkarılan, istikbalin Yavuz'u, büyük bir edep ve hürmet içinde padişahın elini öpmüştü. Torununu dikkatle süzen Fatih, oğlu Bayezid'e dönerek; "Bayezid! Bu çocuğa mukayyed ol, umarım ki, bu büyük bir cihangir olacak" demişti. Bu emirle yetişen Selim, kudreti, cesareti, iman ve mefkûresiyle, cihangir Osmanlı padişahları arasında müstesna bir mevkie sahip oldu.

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı tahtına geçince (1512), ilk seferini Anadolu'yu ve hattâ devleti tehdit eden Şah İsmail üzerine yaptı. Sahabeden Hazret-i Ebu Eyyub el-Ensarî, babası Bayezid ve dedesi Fatih'in türbelerini ziyaret ederek zafer duaları eden Yavuz, uzun bir yolculuk sonunda Çaldıran Ovasında karşılaştığı Şah İsmail'in ordusunu, kısa bir sürede imha etti (1514). Tarihin en büyük meydan Savaşlarından birini kazanan Osmanlı-Türk hakanı Yavuz, bu seferinde rakîbi Şah İsmail'i bertaraf etmekle kalmadı, Adana, Antep, Hatay, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Muş, Bingöl, Bitlis, Tunceli, Musul, Kerkük ve Erbil vilayetleriyle Dulkadıroğulları topraklarını içine alan 220.000 kilometrekarelik bir toprağı da devletine kattı.

Din ve devletin saldırıya uğraması sebebiyle İstanbul, Halep, Şam ve Kahire'deki din adamlarının fetvası üzerine İran seferine çıkan Yavuz Sultan Selim, yine mülhid Safevilerle işbirliği yapmaları dolayısıyla, bu defa da Mısır seferine çıktı. Yıldırım hızıyla, Mısır ordularını, 24 Ağustos 1516'da Mercidâbık'ta ve 26 Mart 1517'de Ridaniye'de kazandığı zaferlerle ortadan kaldırdı. İki meydan muharebesi sonunda, Memlûk Devleti tarihe karışırken, bütün Arap ülkeleri Yavuz'un hakimiyetine girdi. Bu durum üzerine, Mekke ve Medine emîri, mukaddes şehirlerin anahtarlarını "Sahib'ül-haremeyn" unvanı ile Yavuz Sultan Selim'e teslim etti. Fakat dindar padişah, bu unvanı, yüce makamlara saygısızlık sa****** onu "Hâdim'ül-haremeyn" şekline çevirerek aldı ve evlat ve torunlarına böylece miras bıraktı.

Çıktığı iki seferden birinde Safevîleri felç eden, diğerinde ise Mısır Memlûklerini ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim'in iki hedefi daha vardı. Bunlardan birincisi, Efrenciye yani Avrupa'nın, diğeri de Hindistan'ın fethiydi. Bilhassa Portekizlilerin Hind Denizine hakim olmaya ve İslâm'ın mukaddes şehirlerini tehdide başlamaları, Yavuz'u endişeye sevk etmişti. Bu itibarla, öncelikle tersanenin sayı kapasitesini arttırmak için faaliyetlere girişti.

1520 yılı Temmuzunda, Avrupa seferine çıkan cihangir padişah, yakalanmış olduğu şirpençe hastalığından kurtulamayarak Çorlu civarında vefat etti. Zamanın şeyhülislâmı ve büyük İslâm âlimi Ahmed ibni Kemal Paşa, onun için yazdığı mersiyede şöyle demektedir. "Şems-i asr idi, asrda şemsin/Zıllı memdûd olur, ömrü kasîr", yani "o padişah ikindi güneşi idi, bu vakitte güneşin gölgesi uzun, ömrü de kısa olur".

Gerçekten o bir ikindi güneşi gibi çabuk, sekiz sene içinde bu dünyadan göçüp gitti, ama muazzam gölgesi, Kırım'dan Hicaz'a, Tebriz'den Dalmaçya sahillerine kadar uzanıyordu.

Yavuz Sultan Selim'in vefatı üzerine, hayattaki tek oğlu Süleyman, Osmanlı tahtına oturdu (1520). Henüz 26 yaşında bulunan sultan, iyi bir eğitim görmüş, kılıçta ve kalemde usta olarak yetişmişti. Gerek yaptığı kanunlar, gerekse kanun ve nizamlara gösterdiği fevkalâde riâyet yüzünden, "Kanunî" unvanıyla anılmış, bu unvan âdeta ona isim olmuştur.

Kanunî Sultan Süleyman, bizzat ordusunun başında çıktığı on üç büyük sefer sonunda, babasından devraldığı 6.557.000 kilometrekarelik Osmanlı toprağını 14.893.000 kilometrekareye ulaştırdı. Yaşadığı asır, dünya tarihine, Türk asrı olarak geçti. 45 yıl 11 ay 7 gün Türk-Osmanlı tahtında oturan Kanunî, tarihçilerin ittifakı ile "Cihan Padişahı"dır. O, pek çok bakımdan eşine ender rastlanan bir devlet başkanıydı. Bütün dünyanın servetleri ayak ucuna hediye diye getirilen, bir savaşla bir devleti ortadan kaldıran, dünyanın bütün devlet reislerine emirlerini dikte ettiren bir padişahtı. 46 yıllık saltanatını, sarayların zevk ve sefasıyla değil, savaş meydanlarının cevr ve cefasıyla geçirdi. Bütün saltanat süresinin en az on yılını kar, kış, yağmur, tehlike altında çadırlarda harcadı. Batılılar ona, "Muhteşem Süleyman" diyorlardı. Ama o, kendinden çok devletine ve milletine ihtişam verdi.

Zigetvar Kalesi'nin fethi sırasında, 6-7 Eylül 1566'da, bu büyük cihan padişahının ölümüyle, Osmanlı-Türk tarihinde bir devir kapanıyordu. Türk milletinin binlerce yıllık hayatında erişebildiği en yüksek noktayı temsil eden Kanunî Sultan Süleyman Han, birbiri ardına dâhiler çıkaran Osmanoğlu ailesinin de zirvesini teşkil ediyordu. Ondan sonra da zaman zaman kudretli padişahlar çıkacak, fakat kuruluştan bu yana devam edip gelen dehâ zinciri artık gevşemiş olacaktı.

Kanunî devrinin parlaklığı, yalnız, fetihlerinin azametine münhasır değildir. Türk-İslâm medeniyeti de her alanda en yüksek seviyesine bu devirde çıkmıştır. İlimde Zenbilli Ali Efendi, Kemal Paşazâde, Ebussuud Efendi; edebiyatta, kendisi başta olmak üzere, Bâkî, Fuzulî; sanatta, Mîmar Sinan; tarihte, Mustafa Selanikî, Celalzâde, Nişancı Mehmed Paşa; coğrafyada Pirî Reis; denizcilikte Barbaros Hayreddin Paşa, Seydi Ali Reis, Pirî Reis ve Turgut Reis; devlet adamlığında Lütfi Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa, asrın dev simalarıdır.

Kültür hareketleri, bu devirde ziyadesiyle canlıydı. Osmanlı-Türk edebiyatında ilk defa görülecek olan tezkere vadisi, bu padişah zamanında ortaya çıktı. Sehî ve Latifî gibi tezkireciler, eserlerini ilk ona sundular. Bu, imparatorluğun dört bir yanındaki ses veren şâirleri bir arada görmek demekti. Bizzat kendisi de şâir olup, Muhibbî mahlâsı ile şiirler yazdı ve dîvanı, 2800'ü aşkın gazeli ile, devrinde, Zâtî'den sonra ikinci büyük dîvan olarak ortaya çıktı.

Osmanlı Devletinin, bir cihan imparatorluğu durumuna gelmesine ve yüzyıllarca dünya siyasetinde baş rolü oynamasına sebep olan maddî ve manevî kaynaklar nelerdi?

1. Kuruluş ve yükselme devrinde görülen dâhi padişahlar, cihan hakimiyeti devresinde de devam etti.

İtalyan Longosto, Fatih hakkında; "İnce yüzlü, uzunca boylu, hürmetten fazla korku telkin eder, seyrek güler, şiddetli bir öğrenme arzusuna sahip ve âlicenaptır. Daima kendinden emindir. Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, Slavca, İtalyanca ve İbranice konuşur, harp sanatından çok hoşlanırdı. Her şeyi öğrenmek isteyen, zekî bir araştırıcı idi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa dayanıklı idi" demektedir.

Ömrü devlet ve milleti için savaşmakla geçen Fatih, Trabzon Seferine giderken, Zigana dağlarını yaya geçmek zorunda kalmış ve bu sırada büyük güçlük ve sıkıntılarla karşılaşmıştı. Sefer sırasında yanında bulunan Uzun Hasan'ın annesi, onun çektiği bu eziyetleri gördükten sonra, kendisini seferden alıkoymak kasdıyla; "Ey Oğul! Bir Trabzon için bunca zahmet değer mi?" deyince, Yüce Hakan; "Hey ana, zahmete katlanmazsak, bize gazi demek yalan olur" diye cevap vermiştir.

Fatih Sultan Mehmed'in sadece, dünyanın incisi olan İstanbul'u Türk milletine hediye etmesi, bu milletin ona minnettar olması için yeter.

Sultan II. Bayezid ise, şair, âlim ve aynı zamanda hattattı. Fatih gibi bir baba ve Yavuz gibi bir oğul arasında saltanat sürmesi ve onlarla kıyaslanması sebebiyle saltanat devresi sönük görünmektedir. Halbuki o, kendinden önce ve sonra gelenlerle her bakımdan karşılaştırılabilecek bir padişahtı. İkinci Bayezid döneminde Osmanlı İmparatorluğu, türlü isyanlara, iç karışıklıklara, batı devletleriyle güney ve doğu komşularının Türklere karşı daha tehditkâr bir tavır takınmalarına, deprem ve sel gibi âfetlere, salgın hastalıklar gibi felaketlere rağmen, dünyanın en güçlü devletlerinden birisi olarak teessüs etti.

Yavuz Sultan Selim Han ise, cihan hakimiyeti davasında çok kudretli bir simadır. Kendisini Rodos seferine teşvik edenlere; "Ben cihangirliğe alışmışken, siz himmetimi küçük bir adanın fethine hasretmek istiyorsunuz" cevabı kendisini en iyi şekilde anlatmaktadır.

İki büyük meydan savaşıyla Memlûk Devletini ortadan kaldıran, mübarek makamlara hizmetle şereflenen ve 'Müslümanların halifesi' unvanını alan Yavuz Sultan Selim, 25 Temmuz 1518 günü İstanbul'a ulaşmıştı. Ancak, İstanbul'da halkın büyük bir karşılama hazırlığı yaptığını işitince, gece vakti yanında bir kaç kişiyle kayığa binerek gizlice Topkapı Sarayına çıktı. Ertesi gün, padişahın sarayda olduğu öğrenilince hiç bir merasim yapılamadı. "Biz ne yaptık ki bu kadar rağbet edilir!" diyen cihan padişahı gâyet sâde giyinir, devlet işleri dışında gösterişe rağbet etmezdi.

Her bakımdan büyük bir îtina ile büyütülen Şehzade Süleyman, 25 yaşını geçerken Osmanlı tahtına oturduğunda, dünyanın en güçlü ordu ve donanması, en düzenli devlet teşkilatı, zengin ülkeler, muntazam maliye ve kabiliyetli bir millet emrinde idi. Bu muazzam kaynakları kullanarak zaferden zafere koşan Kanunî Sultan Süleyman, Osmanlı ihtişam ve azametinin en yüksek temsilcisidir. Kaynaklarda Kanunî, hareket ve sözleri güzel, aklı kâmil, âlim, hakîm ve şairlere dost, bütün maddî-manevî iyilikleri şahsında toplamış, emsalsiz bir padişah olarak vasıflandırılmaktadır. Devletin bu devirdeki büyüklüğü, dış dünyanın merakını gitgide arttırmış, Rusya ile Avrupa'dan, görünüşte hac için Kudüs'e giden seyyahlar, Osmanlı ülkesine akın etmişlerdir. Bu seyyahlar kendi hükümdarlarına sundukları arizalarda, Osmanlının büyüklük sırlarını anlatmaya çalışmışlardır.

2. Osmanlı padişahlarının büyük ilim, din, kültür ve sanat adamlarını ülkelerinde topla****** medeniyetin ilerlemesine ve müsbet ilimlerin gelişmesine çalışmaları. Nitekim Fatih devrinde İstanbul, medeniyetin ve dünyanın en yüksek merkezi haline geldi. Molla Gürani, Akşemseddin, Hocazâde, Molla Husrev ve Hızır Bey gibi dinî ilimlerdeki âlimlerin yanında, matematik ve astronomi âlimi Ali Kuşçu, Yusuf Sinan Paşa, tıp dalında Muhammed bin Hamza, Sabuncuoğlu Şerefeddin ve Altuncuzâde, bu devre mensup en mühim simalar idi. Fatih Sultan Mehmed, Türk-İslâm âlimleri gibi Rum ve İtalyan âlimlerini de himayesine alarak, çalışmalarına destek verdi. Rum bilgin Yorgo Amirukis'i, Batlamyus coğrafyasına göre bir dünya haritası yapmağa memur etti. Harita üzerine ülke, şehir ve mevkilerin Türkçe isimlerini de koydurdu. Fatih'in bilime olan hizmetlerine işaret eden eserlerden en önemlisi, hiç şüphesiz, camiinin etrafında yaptırdığı medreselerdir. Sahn-ı semân denilen bu medreselerden dinî ilimlerin yanısıra matematik, astronomi ve tıp okutulduğu ilmiye salnamelerinde yazılıdır.

Fatih Sultan Mehmed devrinde İstanbul'un ilim merkezi yapılması için başlatılan çalışmalar; Bayezid Han, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman devirlerinde de devam etti. İkinci Bayezid Han, kendi ülkesinde olduğu gibi, doğu İslâm ülkelerindeki âlimlere dahî maaşlar dağıttı. Yavuz Sultan Selim'in etrafı âlim ve şairlerle doluydu. Seferleri bir görev sa****** bütün kudretini onlara harcıyor, fakat bu zamanlarda bile ilim ve edebiyatı terk etmiyordu. Yanında bulunan âlimleri dâima telif ve tercümelere memur etti. Kendisi de her fırsatta kitap okur ve şiir yazardı. Kemal Paşazâde bir gün atını sürerken, Padişahın üzerine çamur sıçratınca çok üzülmüş, fakat Yavuz; "Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür. Vasiyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben öldükten sonra, kabrimin üzerine örtülsün" diyerek ilim adamlarının, yanındaki değerine işaret etmiştir.

Kanunî Sultan Süleyman da âlimlere çok saygı gösterir, her birine hallerine göre izzet ve ikramlarda bulunurdu. Onlara danışmadan hiç bir işe girişmezdi.İstanbul'da kendi camii etrafında yaptırdığı Sahn-ı Süleymaniye adındaki tıp ve riyaziye fakülteleri dünyanın en ileri ilim merkezleriydi. Devrinde kültür ve sanat faaliyetleri doruk noktasındaydı. Kanunî'nin himayesinde değerli şahsiyetler yetişip, her biri eşsiz eserler verdiler. Sultan İkinci Murad'la temeli atılıp büyüyen ve genişleyen bu ilim ve kültür hareketleri, ondan sonraki padişahlar tarafından da en iyi şekilde devam ettirildi. Bu durum, Osmanlılarda ilmin gelişmesi ve ilim adamlarının yetişmesinde başlıca âmil olmuştur.

3. Osmanlı ordusunun, padişah ve komutanlara itaat, düzen, disiplin, kabiliyet, ahlâk, nefse hakimiyet, silaha alışkanlık ve kahramanlıkta en yüksek noktada bulunması. Nitekim yabancıların söyledikleri şu sözler, Türk ordusunun durumunu göstermesi bakımından önemlidir:

"Bizde (Fransız ordusunda) 10 kişi, Türklerde 1000 kişinin yapacağından fazla gürültü yapar." (Bertrandon de la Brocquiere)

"Mâhir bir kumandan, Türk askeriyle dünyayı kutuptan kutba kadar katedebilir." (Vandal)

"Seleflerinin gayretleri sayesinde, Sultan Süleyman öyle bir orduyu emri altında bulunduruyordu ki, kuruluşu ve silahları bakımından bu ordu, dünyanın bütün diğer ordularından dört asır ilerideydi... Her Türk askeri yalnız başına seçkin bir Avrupa taburuna bedeldi." (Benoist Mechin)

"Kudretli Türk ordusu, bir tek emirle, tek vücut ve iyi kurulmuş bir makine halinde harekete geçiyordu." (Henri Hauser)


Duraklama Dönemi (1566-1699)


Kanunî Sultan Süleyman'ın ölümü ile, muhteşem padişahlar ve onların hamleleri sona ermekle birlikte, devletin henüz karalarda üstünlüğü...

"Türklerin mevcut sistemini kendi sistemimizle mukayese edince, istikbalin başımıza getireceği felaketleri düşünüyor, titriyor ve akıbetimizden korkuyorum. Bir ordu galip gelecek ve pâyidar olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü, şüphesiz ikisi de sağlam surette devam edemez. Türklerin tarafında kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut, hiç sarsılmamış bir kuvvet var, sefer görmüş askerler, zafer alışkanlıkları, meşakkatlere dayanma kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umumî fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır. Sonucun ne olacağını tahminde tereddüde yer var mıdır?" (Busbecq)

4. Osmanlıların, Atlas Okyanusundan Umman Denizine ve Macaristan'dan, Kırım ve Kazan'dan Habeşistan'a kadar geniş yerlere hakim olmaları ve adaletle idare etmeleri.

5. Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilatı, Fatih devrinde en mükemmel bir duruma geldi. Fatih, teşkilatçı ve imarcı idi. Devlet yönetimini tam bir intizam içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyaç görüldükçe, kanunlar ve fermanlar yayımladı. Hazırlattığı kanunnamesi, hukuk sahasında çok önemli bir mevki tutmaktadır. Daha sonra Kanunî Sultan Süleyman, o güne kadar çıkarılan kanunları, "Kanunname-i Âl-i Osman" adı altında tanzim ettirdi. Bu kanunname, hukukî, idarî, malî, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan başlıklar altında, ceza, vergi ve ahaliyle askerlerin kanunlarını içeriyordu. Fethedilen ülkelerde, örfî hukuk denilen, önceki yönetimden kalan kanunlar ve halkın teamülleri de, İslâm hukukuna uygunluğu şartıyla Kanunnamede yer almıştır. Böylece hazırlanan kanunlar, asırlarca en iyi şekilde ve eksiksiz tatbik edilip, devletin tebaasını teşkil eden her çeşit insana huzur ve mutluluk kaynağı olmuştur.

Kanunî Sultan Süleyman'ın ölümü ile, muhteşem padişahlar ve onların hamleleri sona ermekle birlikte, devletin henüz karalarda üstünlüğü, iç denizlerde hakimiyeti ve sosyal düzeni bütün kudretiyle yaşamakta idi. Nitekim II. Selim döneminde (1566-1574) Avusturya'nın Erdel'e küçük bir tecavüzü üzerine, şiddetli bir karşılık verildi. 1570'te Kıbrıs fethedildi. Türk donanması Okyanusya'ya kadar gidip Sumatra (Açe) Sultanlığıyla, yani Uzakdoğu Müslümanlarıyla temasa geçti. Kurdoğlu Hayreddin Hızır Bey, 22 parça gemiyle Açe sultanı Alâaddin'e top ve topçu ustası götürdü. Türk subayları, Açe ordusunda ıslahat yaptı.

Diğer taraftan, II. Selim Han'ın, Türk tarihinin en şuurlu ve hayatî seferi olan, Don-Volga nehirlerini bir kanalla birleştirme, böylece Karadeniz'le Hazar Denizini birbirine bağlama projesi Kırım Hanı Devlet Giray'ın ihanetiyle, başarısız kaldı. Bu kanal projesi sayesinde, o sırada gitgide güçlenen Rusların güneye doğru sarkmaları önlenecek, İran kuzeyden çevrilmek suretiyle artık tehlike olmaktan çıkacak, bütün Sünnî Müslümanların halifesi olan Osmanlı sultanı, Sünnî İslâm ve Türk ülkelerinin aynı zamanda fiilî hakimi olacaktı. Bütün Türk yurtlarını bir bayrak altında toplayabilecek kadar muhteşem bu tasarıdan, Ruslar dehşete kapılmışlar, ancak karşı koyamamışlardı. Öte yandan Devlet Giray; bu kanal açıldığı takdirde, Osmanlının artık o taraflarda kendi askeriyle iş görüp Kırımlılara ihtiyacı kalmayacağı, böylece Kırım'ı ilhak edip merkezden valilerle idare edebilecekleri gibi bozuk bir düşünce içine düştü. Bu yüzden asker arasında menfi propaganda yaptı. Kış mevsiminin buralarda altı ay sürdüğünü ve kimsenin bu soğuğa dayanamayacağını söyledi. Çeşitli zorluklar çıkardı. Neticede kışı geçirmek üzere Azak'a dönen Osmanlı teknik heyeti ve askerleri bir daha kanal başına gidemedi. Böylece Kırım, bugünlere kadar süren tarihteki talihsizliğini kendi eliyle hazırladı ve Türk tarihinin çehresini değiştirebilecek büyük ve önemli bir teşebbüs, başarısızlığa uğradı. Artık, Rusya, Kafkas Türk hanlıklarını yutmaya, Osmanlıları da en fazla hırpalayacak bir güç olmaya hazırlanıyordu.

Osmanlı Devletinin İkinci Selim devrinde uğradığı ikinci başarısızlık İnebahtı'da oldu. Kıbrıs'ın Türkler tarafından fethi üzerine, Papa'nın teşvikleri sonucunda, büyük bir Haçlı donanması hazırlandı. 1571'de İnebahtı'da meydana gelen deniz savaşında, Osmanlı donanması imha edildi. Çok şehit verildi. Ancak Uluç (Kılıç) Ali Paşa, kurtarabildiği 60 kadar gemi ile İstanbul'a gelebildi. Bundan sonra devlet, bütün imkânlarıyla; bir kış zarfında eski donanmasını yeniden inşa ederek, Akdeniz hakimiyetini tekrar sağladı. Sokullu Mehmed Paşa, Venedik elçisine: "Biz Kıbrıs'ı almakla sizin kolunuzu kestik. Siz ise donanmamızı yakmakla, bizim sadece sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol bir daha yerine gelmez, fakat kazınan sakal daha gür çıkar" diyerek, onlara fazla sevinmemelerini söyledi. Bu arada, donanmanın yetişmeyeceği endişesini taşıyan Kılıç Ali Paşaya da; "Paşa, bu millet öyle bir millettir ki, isterse bütün gemilerinin demirlerini gümüşten, yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yapar" sözü meşhurdur. Gerçekten ertesi yaz, Osmanlı donanması hazırlanıp Akdeniz'e inice, Venedikliler, barış istemek zorunda kaldı. Hattâ bu anlaşmada Venedik Cumhuriyeti, Türklere, Kıbrıs Seferinde yapılan masraflar karşılığı savaş tazminatı ödemeyi bile kabul etti.

II. Selim Han'dan sonra Osmanlı tahtına oturan III. Murad döneminden (1574-1595) itibaren Osmanlı Devletinin giriştiği harpler çok uzun sürmeye ve devletin aleyhinde olmaya başladı. Nitekim 1578 yılında başlayıp çeşitli aralıklarla III. Mehmed (1595-1603), Birinci Ahmed (1603-1617), II. Osman (1618-1622) ve IV. Murad (1623-1640) devirlerinde olmak üzere 1639'a kadar sürmüş olan İran savaşları, Osmanlı duraklamasının başlıca sebeplerinden biri olmuştur. Osmanlı Devletinin zayıf anını kollayan ve Hıristiyan Batı dünyası ile birlikte hareket eden İran, devamlı olarak bu devleti uğraştırmayı gaye edinmiştir. İran'a karşı koyabilmek için devamlı Anadolu'dan asker desteği verilmiş, bu durum zamanla Anadolu'da dengelerin bozulmasına yol açmıştır.

Duraklamanın diğer sebepleri şu şekilde sıralanmıştır:

1. 1593-1606 Avusturya harplerinde timarlı sipahi yerine, tüfekli piyade kullanılması mecburiyeti yüzünden, yeniçerilerin sayısı fazlasıyla arttırıldığı gibi, Anadolu'da ücretle pek çok tüfekli sekban askeri yazıldı. Sekban askerine ihtiyaç kalmadığı zamanlarda parasız kalan bu eli tüfekli gruplar, Anadolu'da halkı haraca kesmeye ve saldırılara başladılar. Bozgunculukları sebebiyle timarları ellerinden alınan sipahiler de onlara katıldı. Böylece 1596-1610 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğunu temelinden sarsan Celâli hareketi başgösterdi. Anadolu'da yağma ve çapulculuğa başlayan Celâlilere İran yanlılarının da katılıp, İran'ın bunları desteklemesi neticesinde, isyanlar kısa sürede büyüdü. Öyle ki, Anadolu'da etrafına 30-40 bin kişilik kuvvetler toplayan Celâli liderleri çıktı. Bunlar, emirleri altındakileri bir ordu biçiminde teşkilatlandırıyorlar ve üzerlerine gönderilen devlet güçleriyle çetin muharebelere girişiyorlardı. Devletin İran ve Avusturya ile savaş halinde olmasından da yararlanan Celâliler, Anadolu'yu baştan başa yakıp yıktılar. Paniğe kapılan köylüler, topraklarını bırakarak şehir ve kasabalara sığınmaya çalışıyorlar, varlıklı olanlar İstanbul'a, Kırım'a veya Rumeli'ye kaçıyorlardı. Bu durum Sultan I. Ahmed Han'ın dirayeti ve vezir-i azam Kuyucu Murad Paşa'nın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde önlenebildi. Bu müddet içinde öldürülen Celâli sayısının 65 bini bulması, Anadolu'nun içine düştüğü durum hakkında bir fikir vermektedir.

2. 1580'lerden itibaren batıdan büyük ölçüde gümüş gelmesi sonucu fiyatların düşmesi üzerine yaşanan ve fiyatlar ihtilali denen karışıklık. Bu vaziyet karşısında küçük timar sahipleri, uzak ve masraflı seferlerden kaçınmaya başladı. Diğer taraftan Orta Avrupa'da yapılan savaşların usullerinde meydana gelen değişiklikler, tüfekli yaya askerine olan ihtiyacı ortaya çıkardı. Ayrıca timarlı sipahiler, silah ve techizat bakımından değil, teşkilat ve taktik bakımından da, modern savaş şekline ayak uyduramıyorlardı. Bu sebeplerle devlet, yeniçeri sayısını arttırmaya ve sekban-ı saruca adı altında tüfekli Anadolu leventlerini ücretli asker olarak kullanmaya başladı. Yine bu devrede, artık işe yaramayan yaya ve müsellemler ve voynuklar gibi bazı eski askeri birlikler de kaldırıldı. Kapıkullarının toplam mevcudu; 1470'lerde 13.000, timarlı sipahi 60.000; 1526'da kapıkulu 24.000, timarlı sipahi 80.000 olduğu halde, 1610'larda kapıkulu 40.000'e çıkmış, timarlı sipahi sayısı 20.000'e düşmüştür. Sonuçta, timar sisteminin bozulmasının en menfi tarafı, devletin iktisadi yapısına yansımasıdır. Timarlı sipahilerin boşalttığı dirliklerin gelirini eskisi gibi toplayıp devletin hazinesine aktarmak mümkün olmamıştır. Bu dirliklere gönderilen mültezimler, zamanla büyük servet sahibi olarak nüfuz kazanmış ve devletin başına bela kesilmişlerdir.

3. Sokullu Mehmed Paşanın ölümünden (1579) Halil Paşanın sadrazamlığına kadar geçen otuz sana zarfında hükümet reisliği makamına geçen 19 vezir-i azam içinde, bu mevkie liyakati olanların adedi üçü geçmemektedir. Bu durum son devirde 'kaht-ı rical' denilen adam yokluğunun daha 17. yüzyıldan itibaren görülmeye başladığının da işaretidir.

Bütün bu olumsuzlukların başlangıcına rağmen padişahlar, cihan hakimiyeti davalarına samimiyetle bağlı bulunuyorlardı. Nitekim onlar yine Alman hükümdarlarını imparator ve kendilerine denk kabul etmiyor, onlarla yapılan anlaşmalara yine muâhede-nâme değil, ahid-nâme nazarıyla bakıyor ve eskisi gibi bunu kendi lütuf ve ihsanları sayıyorlardı. Osmanlı siyasî gücü gibi, sosyal nizamı da devam ediyordu. Ayrıca ticaret ve sanat hayatında ahlâkî nizam ve geleneklere aykırı bir hareket nâdir görülüyor ve bu gibi durumlar esnaf teşekküllerinin (loncalar) şiddetli denetim ve kontrolüne sebep oluyordu. Böylece devletin bir müdahalesi olmadan içtimaî müesseseler genel düzeni muhafaza ediyordu. Bu hususta Fransız elçisi D. Chesneau; "(Osmanlı şehirlerinde) düzen ve asayiş inanılmaz derecede kuvvetliydi. Geceleyin şehirleri muhafaza için, elinde bir sopa ve fenerle gezen tek bir kimsenin dolaşması kâfi idi. Halbuki Paris'te aynı iş, bir kıta askerin başında bir kumandan tarafından, zorlukla yapılıyordu" demektedir. Thevanot ise "Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde dört yılda dört öldürme vakası görülmemiştir. Ticarî emtia ile dolu olan muazzam kervansaraylar, bir tek adam tarafından korunuyor" der. Böyle bir toplumda, devletin vazifesi sadece nizam ve adaleti sağlamak ve bunu dünyaya yaymaktı. Bununla birlikte devlet hiç bir zaman İslâmlaştırma ve Türkleştirme siyaseti gütmedi. Zîra, cihan hakimiyeti mefkûresine inanan bir devlet, dar bir milliyetçilik görüşüne saplansa ve insanlık prensiplerine bağlı kalmasa idi, bu cihanşümul vazifesini yapamaz ve başka imparatorluklar gibi süratle çöker, uzun asırlar boyunca yaşayamazdı.

Osmanlı Türkleri, 17. yüzyılda, zaferler kazanırken, bazen de yenilgiler görüyor, böylece önceki döneme göre, bir duraklama içinde bulunduklarını anlıyorlardı. Ancak duraklamanın sebeplerini araştıran Türk mütefekkirleri askerî, idarî ve ilmî müesseselerde gördükleri bozuklukları ıslah etmek sayesinde, İmparatorluğun eski kudretini tekrar kazanacağına, medenî ve manevî üstünlüğün kendilerinde olduğuna inanıyorlardı. Fakat kanun ve nizamlardaki bu düzelme, otorite sahibi bir padişah idaresinde mümkündü. Bir de artık ortalıkta tek bir padişah adayı bulunmuyordu. Bir noktada vezirlerin nüfuzları konuşuyordu. Bu sebepten ilk öldürülen padişah, sultan II. Osman olmuştu. Böylece padişahların, devletin aksayan yönlerine neşter vurabilmesi kolay görünmüyordu. Ayrıca timarlı sipahi ordusunun gücünü kaybetmesi, buna karşılık yeniçeri ordusu miktarının aşırı derecede artışı, merkezde büyük bir gücün doğmasına yol açtı. Yeniliklere karşı çıkan bazı devlet adamları da, her fırsatta bu gücü kullanmaya başla****** devletin ve yeniçeri ocağının sonunu hazırlamaya başladılar.

Nitekim III. Mehmed Han'dan sonra, ilk defa ordunun başında sefere çıkan II. (Genç) Osman (1621), Yeniçeri kuvvetlerinin bozulmakta olduğunu gördü. Ancak onun, ocağı ıslah girişimi, Osmanlı tarihinde ilk defa bir padişahın kul eliyle öldürülmesi hadisesini ortaya çıkardı. Bununla birlikte, II. Osman'ın şehit edilmesi hâdisesinden ders alan IV. Murad Han, parlak zekâsı, tedbirli siyaseti ve acı kuvveti sayesinde, devlete yükselme devirlerini hatırlatacak bir canlılık getirdi.

IV. Murad Han, İran üzerine düzenlediği Revan ve Bağdat seferlerine giderken, öncelikle Anadolu'daki sipahi zorbalarını ve mütegallibe denilen, zorla işbaşına gelmiş veya yolsuzlukla zengin olarak nüfuz sahibi olmuş zümreyi temizleyerek, ülke içerisinde istikrarı sağladı. Daha sonra Revan ve Bağdat seferlerinden zaferle çıkan Sultan, İran'la çeşitli aralıklarla 16 yıldır devam eden savaşa son verdi. Kasr-ı Şirin Muâhedesi (Anlaşması) diye meşhur olan antlaşmanın hükümleri, çok az bir değişiklikle günümüze kadar geldi.

IV. Murad Han'ın genç yaşta ölümü (1640) ve daha sonra Sultan İbrahim'in, âsiler tarafından şehit edilmesi (1648) üzerine IV. Mehmed'in henüz yedi yaşındayken tahta çıkması, zaman geçtikçe ocak ağalarının, idarede nüfuz kazanmalarına yol açtı. Yeniçeri ve sipahi ağaları, vezirlerin seçilm

6838
Tarih / Osmanlilarda Egitim Ve Ögretim
« : Eylül 14, 2007, 03:20:22 ÖÖ »
OSMANLILARDA EGITIM VE ÖGRETIM

Islâm ülkelerindeki ilmî hayatin gelismesinde XI. asrin müstesna bir yeri vardir. Zira bu asirdan itibâren sistemli bir egitim ve ögretim mahalli olarak medreseler, halkin kültürel ve dinî anlayis bakimindan yetisip gelismesinde faal bir rol oynamaya basladilar. Osmanlilar döneminde ise medreseler, hem program,hem de mimarî sahada büyük bir yenilik ve ilerleme kayd ettiler. Bu bakimdan, Osmanli sehirlerinin fizikî gelismesinde de medreselerin önemli bir yeri oldugu söylenebilir.

Osmanlilar, medrese egitimi ve dolayisiyla ilim ve bu sahanin adamlarina deger verdiklerinden, bunlarin tahsil ve egitim konusunda karsilasabilecekleri her türlü sikintiyi ortadan kaldirmaya çalismislardi. Bu devlette ilim ve mensuplarina itibar edilip saygi gösterildigi için Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi birçok Islâm ülkesinden bilginler Istanbul'a akin etmisti. Bu akin sebebiyle devletin merkezi olan Istanbul, yavas yavas Islâm dünyasinin ilim merkezi haline gelir.

Osmanlilar, medreselerdeki egitim ve ögretim faaliyetlerini vakiflar vasitasiyla devam ettirdiler. Fatih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân" medreselerini tesis ettirmesi ve bunlarin giderlerini saglamak için vakif kurmasindan sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da basta hükümdarlar olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensuplari ve maddî durumu iyi olan halk tarafindan pekçok medrese insa olunmustu. Yalniz Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da insa edilen medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir. XVII. asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir. Fetihten XIX. asra kadar Istanbul'da insa edilen medrese sayisi 500'ü asmaktadir. Ancak bunlarin büyük bir kismi yangin ve deprem gibi tabiî âfetlere maruz kalarak yikilip yok olmus veya terk edilmistir.

Orta ve yüksek ögretimi gerçeklestiren Osmanli medreselerinin ilki, Orhan Gazi tarafindan 731 (1330) tarihinde Iznik'te açilmisti. Orhan Gazi, bu medrese için vakiflar kurmustu. Geliri, medrese, müderris ve talebeye tahsis edilen vakif köyler, her türlü "Tekâlif-i Örfiyye"den (Örfî vergiler) muaf idiler. Nitekim Orhan Gazi'den çok daha sonraki tarihlere uzanan 27 Cemayizelevvel 1136 (23 Subat 1724) tarihli bir "arz" (arsiv belgesi), Iznik'e bagli Kozluca Köyü'nün, adi geçen medreseye vakfedildigini göstermektedir.

Ilk dönem Osmanli ilim hayati hakkinda bilgi veren D'Ohsson'a göre Osmanli Devleti'ndeki ilmî faaliyetler, daha Osman Gazi döneminde baslamisti. O, bu konuda su bilgileri vermektedir: "Osman Gazi, Sögüt'te yeni imparatorlugun temelini atarken hazine ve silah ile beraber ilmî ve kültürel faaliyetlere karsi da gayet mütesebbis idi. Ilmî yönden ilerlemeyi ve en azindan eski medreseleri olduklari gibi muhafaza etmeyi arzu ederdi. Veliahdi ve oglu Orhan Gazi, Iznik'te imparatorluk camiini yükseltirken orada bir de, bir asri mütecaviz bir zaman boyunca Osmanli medreselerinin en yüksegi olarak bakilacak olan bir medrese yaptirdi. Yeni kurulmus (731/1330) ve kendi ismi ile adlandirilmis olan bu medresenin idaresi, Islâm âlemindeki diger bütün medreseler gibi müderris titri altinda Seyh Davud-i Kayserî'ye verildi."

Iznik, bir ilim merkezi olarak önemini XV. yüzyilda da korumus ve bu yüzden sehre "âlimler yuvasi" ünvani verilmisti. Iznik Medresesinin yetistirdigi ünlü âlimlerden biri de Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi Molla Fenarî'dir. Osmanlilarin, ilk birbuçuk asir içinde yaptirmis olduklari medreselerin derece ve sinif itibariyle en mühimleri Iznik, Bursa ve Edirne'de idi. Devletin kurulusu esnasinda Iznik Medresesi, beyligin birinci sinif medresesi idi. Bu medresede yapilan egitim ve görülen ögretimin derecesi hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, müderrisligine (Ögretim Üyeligi'ne) tayin edilmis olan sahislar, bunlarin hayatlari ve eserleri, dolayisiyla ilmî kapasiteleri tedkik edilecek olursa bu medresenin oldukça yüksek seviyede bir egitim ve ögretim kurumu oldugu düsünülebilir. Gerçekten Kahire'de ihtisasini yapip memleketine dönen ve orada birçok talebe yetistiren Davud-i Kayserî (öl. H. 751/M. 1350)'nin söhretini duyan Orhan Gazi, onu Kayseri'den getirterek Iznik'te yaptirdigi medreseye müderris olarak tayin eder. Iznik medresesinin ilk müderrisi olan Davud-i Kayserî, Muhyiddin Arabî'nin üvey oglu Sadreddin Konevî'nin halifelerinden tefsir sahibi ve Muhyiddin Arabî'nin "Fusûsu'l-Hikem" adli eserini serheden Kemaleddin Abdurrezzak el-Kâsî (öl. 1329)'nin halifesi olup yüksek tahsilini Misir'da yapmisti. Davud'un halefleri olan Taceddin el-Kürdî ve Alaeddin el-Esved de devrin büyük bilginleri arasinda sayiliyorlardi. Bu nokta göz önünde tutulursa Iznik Orhaniye medresesini yüksek seviyeli egitim ve ögretim veren bir müessese olarak kabul etmek gerekir.

Bursa'nin fethinden sonra orada da medreseler kurulur. Bundan dolayi Iznik ikinci dereceye inerek Bursa'daki Sultan Medresesi birinci dereceyi alir. Orhan Gazi'den sonra oglu Murad (Murad Hüdâvendigâr), Bursa Çekirge'de eski Kaplica civarinda bir câmi, medrese ve imâret yaptirarak, bu konuda babasindan asagi olmadigini göstermisti.

Yildirim Bayezid, Hisar disinda bir câmi ve medrese yaptirmakla Bursa'nin bir ilim ve irfan merkezi haline gelmesini ve sehrin hisar disina tasmasi ile genislemesini sagladi. Çelebi Sultan Mehmed'in Bursa'da kurdugu medrese, digerlerine nazaran ayri bir hususiyete sahiptir. "Sultaniye Medresesi" denilen bu tahsil kurumunda ilk müderris Mehmed Sah Efendi (öl. 839/1435)'dir. Molla Semseddin Fenarî'nin oglu olan bu zatin ilk dersinde ögrencilerden baska Bursa'nin belli basli âlimleri de hazir bulunmus, yeni müderris Mehmed Sah Efendi de medreselerde okutulan ilimlere dair sorulan suallere cevap vermisti. Sultaniye müderrislerinin, böyle umumî sekilde ders vermeleri bir gelenek haline gelmistir. Bilhassa Bursa Sultaniyesi kurulduktan sonra Iznik medresesi, ikinci dereceye düsmüstü. Buna karsilik bir ilim merkezi olarak Bursa ilk siraya yükselmisti. Bu durum, Sultan II. Murad'in Edirne'de Üç Serefeli Câmii yanindaki Saatli medresesini kurana kadar devam eder. Edirne devlet merkezi olduktan sonra II. Murad zamaninda 841 (1437) yilinda baslanarak bazi ârizalar sebebiyle 851 (1447) senesinde tamamlanan Üç Serefeli Câmii yanindaki medrese ile Dâru'l-Hadis, o tarihte Osmanli ülkesindeki medreselerin üstünde yer aldi. Böylece, Bursa'daki Sultaniye Medresesi, gerek egitim ve ögretim, gerekse tahsisati bakimindan ikinci dereceye düstü. Üç Serefeli medrese müderrisine o tarihe kadar hiç bir medrese ögretim üyesine verilmeyen yüz akça yevmiye verildi. Halbuki bundan önce Iznik medresesi müderrisinin yevmiyesi otuz, Bursa'daki Sultan Medresesi müderrisinin ise günde (yevmiye) elli akça idi.

Görüldügü gibi Bursa'nin fethinden hemen sonra orada da çesitli medreseler kuruldu. Suurlu ve ne yaptigini bilen bir politika sonucu sinirlari yavas yavas genisleyen Osmanli Devleti'nde, pekçok devlet ricali, mektep, medrese, imâret ve câmi gibi farkli sahalara hizmet veren kurumlari açmakta adeta birbirleri ile yarisiyorlardi. Örnek olmasi bakimindan sadece Istanbul'un 1453 yilindaki fethinden sonra Fatih'in yaptiklarini vermek istiyoruz. Buna göre otuz yillik hükümdarligi döneminde basta Istanbul, Bursa ve Edirne olmak üzere devletin çesitli sehirlerinde 85'i kubbeli olarak 300 kadar câmi 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çesitli saraylar, hisar, kale, sur ve köprüler yaptirdigi görülmektedir. Bunlarin çogunun zamanla yikildigina da isaret etmek gerekir.*

764 (1363) tarihinde Edirne'nin fethinden sonra, Rumeli'deki fetihlerin daha saglikli ve basarili olabilmesi için devlet merkezi buraya nakledilir. Edirne'nin devlet merkezi olmasi, burada da medreselerin hizla açilip çogalmasina sebep olur. Zira biraz önce de görüldügü gibi herkesten önce devletin basinda bulunanlar, bulunduklari yerlerde egitim kurumu açmayi bir gelenek haline getirmislerdi. Böyle bir anlayistan dolayidir ki, hemen her zaman devlet merkezinin bulundugu yer, ilmî faaliyetlerin en çok yogunlastigi merkez oluyordu. Nitekim Istanbul'un fethi ve devletin merkezi haline gelmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafindan yaptirilan "Sahn-i Semân" medreseleri ön plana geçtiler. Fatih Kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye meshur olan medreselere vakfiyesinde "Medâris-i Semâniye" denilmektedir.

Fatih külliyesi kurulunca sekiz büyük medreseye "sahn" adi verilmisti. Bu tabiri her ne kadar ilk tomar Arapça vakfiyede bulamiyorsak da Fatih'in tashihinden ve külliye müderrislerinin tedkikinden geçen meshur kanunnâmede bu tabiri görüyoruz. O halde bu tabir, Fatih'ten günümüze kadar gelmektedir. Fatih külliyesi büyük medreselerinden her birini mâna itibariyle birer fakülte sayabiliriz. Vakfiyelerinde buralara aklî ve naklî ilimlerde mütehassis müderrislerin (profesör) tayin olunacagi açikça belirtildigine göre buralarda tip, fikih (Islâm hukuku), hey'et (astronomi) ve ilâhiyat okutuluyordu. Bu büyük medreselerin odalarinda birer yüksek ilim talebesi (danismend) oturuyordu. Bunlar, seviyesi yüksek dersleri okuyunca branslarina göre daha sonra hekim (doktor), fakih, fen adami, maliye ve devlet memuru oluyorlardi. Bu sahn medreselerine musila-i sahn olan Tetimmeler de, adeta bugünkü lise tahsilini bitirerek geldiklerine göre Semaniye Medreselerine alem olan sahn tabiri yüksek bir tahsil derecesini gösteriyordu.

Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim usulü, diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bir metod takip etmis olup, medreselerin sayilari arttikça bunlar da derece ve siniflarina göre bir düzene tabi tutulmuslardi. Bunun içindir ki ilk defa Sultan II. Murad, daha sonra da Fâtih Sultan Mehmed tarafindan medreselerin bir siniflandirilmaya tabi tutuldugu görülür. Fatih medreselerinin (Sahn-i Semân) yapilmasi, Osmanli ülkesindeki medrese teskilâti için bir yenilik sayilmaktadir. Onun için kisa ve özet bir sekilde de olsa bu medreselerden bahsetmek istiyoruz.

Fatih'in kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye adlandirilan medreselere "Semâniye medreseleri" de denilmektedir. Fatih Sultan Mehmed, Istanbul'u feth ettikten sonra, Imparator Jüstinyen'in esi Teodora tarafindan yaptirilan Havariyûn kilisesi yerine câmi yaptirir. Daha sonra câminin dogu ve bati kismina "Sahn-i Semân" denilen sekiz medrese yapti ki, bunlar yüksek tahsil içindi. Bunlarin arkalarinda da "Tetimme" adi verilen ve sahn medreselerine ögrenci yetistiren sekiz medrese daha yaptirir. Vakfiyedeki bilgi ve Âli'nin kaydina göre burasi Istanbul'un ortasina denk geldigi için buraya sahn denmistir. Tarihî rivayetlere göre bu medresenin programini Vezir Mahmud Pasa ile matematik ve astronomi âlimi Ali Kusçu tertip etmislerdir. Dördü câmiin dogu kisminda, dördü de bati tarafinda bulunan bu medreselerden her birinin ondokuz odasi vardi. Sekiz müderristen her birinin birer odasi ve elli akça yevmiyesi vardi. Ayrica, beser akça yevmiye ile bir oda, ekmek ve çorba verilmek üzere sekiz medreseden her birine birer "muid" (asistan) verildi. Her medresenin onbes odasina ikiser akça yevmiye (burs, kredi), imâretten ekmek ve çorba (yemek) verilmek üzere birer "danismend" konuldu. Geri kalan iki oda da kapicilarla ferras denilen temizlik isçilerine tahsis olundu.

Sahn medreselerinin arka taraflarinda yüksek tahsile, yani Sahn-i Semân medreselerine danismend yetistirmek üzere "Tetimme" veya "Musila-i Sahn' ismiyle sahn medreselerinden küçük olarak sekiz medrese daha insa edilmisti. Bu medrese, derece itibariyle orta tahsil seviyesinde idi.

Sahn medresesi talebelerine danismend, Tetimme talebesine de Suhte (galat olarak softa) deniyordu. Tetimmelerden her hücreye üç ögrenci konmustu. Bu odalardan her birisine ihtiyaçlarina sarf edilmek ve mum parasi olmak üzere 5'er akça tahsis edildigi gibi yemekleri de imâretten veriliyordu.

Bilindigi gibi egitim ve ögretim, hiç bir devletin vazgeçemeyecegi bir mecburiyettir. Bununla beraber her devlet, vatandasini, kendi sartlari, ihtiyaçlari ve ileriye dönük hedeflerini gözönünde bulundurarak yetistirmeye çalisir. Osmanli Devleti de vatandasini kendi durum ve sartlarina uygun bir sekilde yetistirmeye gayret etmistir. Bu gayenin tahakkuku için de egitim ve ögretim müesseseleri kurmustur. Devletin kurulusu ile baslayip, yikilisina kadar çesitlenerek gelisen bu müesseseler, devlet ve çogunlukla vakiflar vasitasiyla kuruluyorlardi. Bu müesseseleri, klasik ve yeni diye iki gruba ayirabilecegimiz gibi, örgün ve yaygin egitim müesseseleri diye de ayirmak mümkündür.

ÖRGÜN EGITIM MÜESSESELERI

Bu müesseseler, belirli yas ve bilgi seviyesindeki insanlari, yine belirli zaman ve disiplinlere göre yetistirmek üzere kurulmus bulunan müesseselerdir. Bu kuruluslarin, sivil ve askerî olmak üzere iki sahada sekillendiklerini görüyoruz. Bir bakima, özel egitim ve ihtisas konusuna girdigi için askerî müesseseleri daha sonraya birakip sivil egitim kurumlarindan bahsetmek istiyoruz. Bu arada, yaygin egitim müesseseleri diyebilecegimiz, câmi ve tekke gibi kurumlardan bir önceki ciltte bahsedildigi için burada bunlara temas edilmeyecektir

6839
Tarih / Türk Bayrağı Tarihi
« : Eylül 14, 2007, 03:19:56 ÖÖ »
Türk Bayrağı Tarihi

Bilinen efsaneye göre, 1. Kosova Savaşı sonrasında; Türk askerlerin kanının bir çukurda toplanması sonucunda; Ay ve Yıldız'ın yan yana gelmesi ile oluştuğu söylenmektedir. Yapılan tüm varsayımlar arasında, 1. Kosova Savaşı'nın sebep olması en büyük imkanlardan biridir, lakin bu savaş tarihinin akşamında gökyüzünde Jüpiter ve Ay yan yana nadir anlarından birini yaşamıştır. Bu savaş sonunda ele geçirilen bir Sırp askeri, dönemin padişahı Murat Hüdavendigar'a Sırp savaş planlarını vereceği taahhütü ile yaklaşmış; hançeri ile Osmanlı İmparatorluğu galibiyeti ile sonuçlanan savaş sonrasında şehit edilmiştir. Yerine büyük oğlu Yıldırım Beyazıt geçmiştir.

1. Kosova Savaşı sırasındaki, Kosova'da gökyüzündeki görüntüye ulaşmak için örnek resimlerde Stellarium isimli ücretsiz planetarium programı kullanılmıştır. Planetarium programımızı 1. Kosova Savaşı tarihine (28 Temmuz 1389), ve Kosova koordinatlarına (Lat: 43.41 , Long: 25.65) alırsak ; gökyüzündeki Ay ve Yıldız'ın aslında Ay ve Jüpiter olduğu ortaya çıkar.

14. yüzyılda, Astronomi konusunda dünyaca ilerleyememiş olmamız; halen dünyanın yuvarlak olamaması gibi vahim sorunlar yüzünden, kan çukurunda gözüken yıldıza benzeyen parıltı da doğal olarak yıldıza benzetilmiştir. Jüpiter her ne kadar eski zamanlardan beri bilinmesine rağmen, ilk olarak 1610 yılında Galilei tarafından Jüpiter'e ait 4 Ay keşfedilmiştir. Jüpiter'in gözükebilen 4 ay'ının da etrafında kısmen parlaması (basit bir teleskopla gözükebilir, ancak çıplak gözle en iyi ihtimal Jüpiter'e yakın bir parıltı gözükür); büyük bir ihtimal Jupiter'i köşeli bir yıldıza benzetilmesini sağlamıştır. Lakin, Güneş'in herhangi bir gezegen üzerindeki yansımasının Dünya'daki insanlar tarafından parlak bir yıldıza benzetilerek de izlenebilir. Uranüs gezegeni de, bu süre içerisinde Jüpiter'e olan yakınlığı (her ne kadar çıplak gözle gözükmesi çok zor olsa da, küçük bir parıltı olarak gözükebilir); Jupiter etrafında farkedilebilir 5 köşe gözükmesine sebebiyet verir.

6840
Tarih / Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemleri
« : Eylül 14, 2007, 03:18:52 ÖÖ »
Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemleri

--------------------------------------------------------------------------------

Tanzimat Dönemi
Gülhane Hattı Hümayunu
Tarihimizde Tanzimat-ı Hayriye adıyla tanınan bu devir Türk yenileşme tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu, Ortaçağa ait bir devlet sisteminden, hukuk" manada yeni çağdaş bir devlet teşkilatına doğru ilk adımını atmaya teşebbüs eder. Reform gayretlerinin başlangıcından Tanzimat'a kadar, bir asrı aşan zaman zarfında çalışmalar önemli ölçüde asker" alana yöneltilmiş, burada da bütün gailelerin ağırlık merkezini teşkil eden yeniçerilerin ıslahı veya lağvı ile uğraşılmıştır. Ordu meselesi bir dereceye kadar halledildikten sonradır ki, reform temayülleri ancak diğer sahalara yöneltilebilmiştir.
II. Mahmut'un son yıllarında Mısır Meselesi yeniden patlak verdi. Hanedanının sürekliliğini sağlamak amacıyla 1839 yılının başlarında Mehmet Ali Paşa bir kere daha isyan edince, isyanı bastırmak üzere 21 Nisan 1839'da Osmanlı Ordusu harekete geçti. Ancak 24 Haziran'da ordu Nizib'de yenildi. Bu yenilgi bir bakıma II. Mahmut döneminde gerçekleştirilen reform hareketlerinin yetersizliğini ispatlamaktaydı. Sultan, Nizib yenilgisinin haberi İstanbul'a ulaşmadan önce 1 Temmuz 1839'da öldü. Yerine henüz 16 yaşında olan oğlu Abdülmecid padişah oldu. Bu arada, Tanzimat dönemine damgasını vuracak olan, ancak II. Mahmut döneminde önerdiği reform politikası ile sultanın kurduğu mutlakiyetci yönetime ters düştüğü gerekçesi ile İngiltere'ye elçi olarak gitmiş olan Mustafa Reşit Paşa, Ağustos 1839'un başında Sultanın cülûsunu kutlamak bahanesi ile İstanbul'a döndü. Ve II. Mahmut'a kabul ettiremediği ıslahat programı için genç padişahın onayını aldı. Reşit Paşa, Sultana önerdiği ıslahat programı ile bir taraftan imparatorluğun ilerlemesini durduran engelleri aşmak, diğer taraftan devletin o an içinde bulunduğu güçlükten kurtulabilmek için muhtaç bulunduğu batılı devletlerin yardımı temin etmeyi planlıyordu. Bu itibarla; Mustafa Reşit Paşa tasarladığı ıslahatın yalnız bir içtimai zaruret olduğuna değil, aynı zamanda o an için kaçınılmaz bir siyasi tedbir olduğuna da kaniydi. Onu bu kanaate sevk eden sebepler muhtelif olmakla birlikte, uzun müddet Avrupa'da bulunması neticesinde Fransız ihtilâlinden gelen ilhamların Batı devletlerinin Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini bilmesinin önemli rol oynadığı muhakkaktır.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu Sultan Abdülmecid'in de onayı ile 3 Kasım 1839 Pazar günü Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu. Sultan Abdülmecid fermanın okunuşunda hazır bulunmak üzere Gülhane meydanına bakan kasra gelmiş ve merasimi buradan takip etmiştir.
Ferman ana hatları ile şunların sağlamasını öngörüyordu:
1- Hangi din, millete mensup olursa olsun, Osmanlı memleketlerinde yaşayan bütün teb'a can, ırz ve namus garantisine sahip olacaktır.
2- Herkes mülkiyet hakkına sahip bulunacak ve bu hak ferdin lehine olarak devlet tarafından müdafaa edilecektir.
3- Vergiler için belli ve adil nisbetler tayin edilecek, vergi mükellefiyeti eşit olacaktır.
4- Askerlik hizmeti için belli bir süre ve her yerin nüfusu nisbetinde mükellefiyet konulacaktır. Yeni düzenlemeden "millet-i saire"de istisnasız olarak yararlanacaktır.
5- Suç işlediği iddia olunanlar hakkında tahkikat açık olarak yapılacak ve bunlar alenen muhakeme edilecektir.
6- Kimse hakkında mahkemenin kararı (hükmü) olmadan idam cezası tatbik olunmayacaktır.
7- Mahkum olanların varisleri, veraset hakkından mahrum edilmeyeceklerdir.
8- Bütün bunlar hakkında çeşitli din ve milletlerden olan tebaa'ya eşitlik tanınacaktır.
II. Mahmut devrinde kurulan ve bazı teşrii (kanun yapma) ödevleri de bulunan Meclis-i Valay-ı Ahkam-ı Adliye'nin bir taraftan üyeleri çoğaltılacak diğer taraftan devletin ileri gelen vükela ve ricali de belli zamanlarda toplantılara katılıp bütün bunlar hakkında kanunlar hazırlayacaklardı.
Bütün devlet memurlarına statülerine uygun belli bir maaş bağlanacaktır.
Rüşvet, kat'i olarak kalkacak ve buna cesaret edenler şiddetle cezalandırılacaklardır.
Hükümdar bizzat kendisi bu usullere riayet etmeyi ve bunlara aykırı davranmamayı kabul ettiği gibi; Ulema ve devlet ricali de bu hususta yemin edeceklerdir.
Tarihimizde Tanzimat adıyla anılan ve 1876 yılına kadar sürdüğü kabul olunan devre, Batı kurumlarının yanında Batı fikirlerinin de memlekete girdiği dönemdir. Ancak, Batı hukuku anlayışının etkisiyle başlayan bu akım Osmanlı toplumunun dayandığı geleneksel kurumları ortadan kaldırmamış, eskisiyle birlikte yaşamak üzere yeni müesseselerin kurulmasına sebep olmuştur.
Tanzimat Fermanı'nın ilanı ardından adliye sahası dışında mal" ve askeri ıslahat yapıldı. Vergiler, iltizama verilmesi yerine vergi tahsildarları eliyle doğrudan doğruya toplanmasına başlandı. Fakat, vergi hasılatında azalma olunca 1841'de eski usule dönüldü.
Tanzimat Fermanı ile girişilen ve yukarıda madde madde sıralanan taahhütler başlıca şu sebeplerden dolayı tam olarak gerçekleşmedi:
Devrin fikir ve sosyal şartları, bilhassa hakim sınıfların olgunluk seviyesi, bu esaslara dayanan bir siyasî statünün tatbikine elverişli olmaması.
Demografik bakımdan tecanüsten mahrum Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde cins, ırk ve din farkı gözetmeksizin vadedilen hürriyetler daha ziyade İmparatorluğun Avrupa yakasında yaşayan temsil edilmemiş yabancı unsurların milliyetçilik duygularını kamçılayıp, hürriyet ve istiklal iştiyaklarını körüklemiştir. Bunun neticesi, dış müdahalelerle siyasi beklentilerin büsbütün artması ve devamlı surette çözülme endişesinin yaşanması oldu.
Bu durum; sosyal ve siyasî realiteleri hesaba katmaksızın sırf şahsî inisiyatif ve prestijden kaynaklanan bir reform hareketinin, eksik ve geçici bir deneme olarak kalmaya mahkum bulunduğunu sosyolojik bir gerçek olarak meydana koymuştur.
Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşlarının müslüman olmayan tebaa lehine gerçekleştirdikleri ıslahatı müslümanlar tepkiyle karşıladılar. Tanzimat'tan Patrikhaneler de memnun olmadılar; çünkü yeni kanunlar, ruhban zümresinin eskiden beri faydalandıkları imtiyazlara kısmen son veriyordu. Halbuki, batılı devletler Osmanlı tebaası Hıristiyanlara tanınan hakları yetersiz buluyorlar; bu hakları genişletmek ve daha belirli bir hale getirmek için Babıali üzerine baskı yapıyorlardı.

Şark Meselesi

Bu deyim, ilk kez Viyana Kongresinde (1815) Çar I. Aleksander tarafından Osmanlı topraklarında yaşayan Rumlar için kullanıldı. Esas anlamını, Osmanlı Devleti'nin 1838 Balta Limanı Antlaşması ile iktisadi ve 1839'da Mehmet Ali Paşa karşısında alınan yenilgi ile de asker" iflası üzerine bir çeşit gölge devlet durumuna düşmesi ile kazandı. Avrupa'nın herhangi bir büyük devleti, istediği zaman Osmanlı topraklarını istila edip sömürge haline getirebilecek güce sahipti. Eğer, Osmanlı Devleti dünyanın başka bir köşesinde bulunsaydı bunun kısa zamanda gerçekleşmesi beklenebilirdi. Ne var ki, Osmanlı Devleti Avrupa'nın içinde ve dışında öyle hassas bir konuma, yani jeopolitiğe sahipti ki, hiçbir büyük devlet tek başına Türk ve Müslümanları bu topraklardan atıp bölgenin tek hakimi olmaya cesaret edemiyordu. Batılı devletler için Osmanlı topraklarını herkesi tatmin edebilecek bir biçimde paylaşmak da mümkün görünmüyordu. Öte yandan Osmanlı Devleti, durduğu yerde milliyetçilik hareketinden dolayı bir parçalanma sürecini yaşamaktaydı. Bu süreç bile Avrupa Devletlerini birbirine düşürmeye yetiyordu.
Batılı Devletler, Doğu ya da Türkiye sorununa iki açıdan bakıyorlardı. Bu bakış açılarından birisini açıkça ifade etmelerine karşın ikincisini hiç gündeme getirmemeye gayret ediyorlardı. Doğu Sorunu'nun açıkça ifade edilen yanı aslında Rusların Osmanlı topraklarına doğru yayılma tehlikesiydi. Sorunun gündeme getirilmeyen, ya da Rus tehlikesi gibi açıklıkla ifade edilmeyen yani Batı Devletleri'nin hepsinin Osmanlı Devleti'nin yıkılacağına kesinlikle inanmış olmalarıdır. Ancak, çok geniş bir alana yayılmış olan bu devlet istenmeyen bir zamanda yıkılırsa; aralarında büyük çekişmeler, hatta savaşların çıkacağına inanıldığından, Osmanlı Devleti'nin yönetimi altındaki yerlerin bütünlüğünün Avrupa Devletleri'nin barışı için bir süre daha korunması lazımdı.
Tanzimat döneminde, Osmanlı Devleti'nin en ateşli savunucusu hiç şüphesiz Stratford Canning idi. Fakat Canning, aynı zamanda Osmanlı Devleti'nin Müslüman devlet oluşu itibarıyla Osmanlı'nın en sert düşmanıydı. Ona göre, Osmanlı Devleti'ndeki baş sorun Türkler'in müslüman oluşuydu. Bu yüzden İngiltere, Halife-Sultan'dan "Müslümanların dinden çıkmakta ve Hıristiyanlığı kabul etmekte serbest olduklarını ilan edici bir emirname yayınlamasını" istedi. Ancak, İngiltere'nin bu isteğine 1854'te cevap veren Ali Paşa "padişah böyle bir teklife boyun eğecek olursa milletin ruhani başkanı olmaktan çıkar ve hükümdarlığı da uzun sürmez. Size ancak diplomatik yolla, müslümanlıktan çıkanlara karşı idam cezası verileceğini vaad edebiliriz; fakat bunu bir hukuk", yazılı kural şekline dökersek halkı ayaklanmaya sevk eder ve Ulema arasında zaptedemeyeceğimiz bir patlamaya sebebiyet veririz"der. Bu durumda Hıristiyan devletlere düşen iki şey vardır. Bunlardan birincisi; Osmanlı Hıristiyan haklarının eşitliğini sağlayarak, onların batıdaki "uygar Hıristiyanlara benimsetilmesini temin etmek. Bu yol, bir çeşit barışçı metot ile Osmanlı Devleti'nin içine sızmak diplomasisidir.
İkinci yol, Çar I. Petro'nun bıraktığı ve Petersburg arşivinde saklı vasiyetnamesinde "İstanbul'a ve Hindistan'a olabildiğince yaklaşın. Buralarda hüküm süren kişi dünyanın gerçek hükümdarı olacaktır. Suriye üzerinde eski doğu ticaretini yeniden kurun ve dünyanın ambarı olan Hindistan'a kadar ilerleyin... Avusturya Sarayına çıkar sağlayarak onu Türkler'in Avrupa'dan kovulması işine çekin, ister Avrupa'nın eski devletleriyle savaşa tutuşmasına neden olarak, ister fetihten, ona da, sonradan geri alınacak bir pay vererek olsun İstanbul'un fethi sırasında Avusturya'nın kıskançlığını etkisiz kılın. Türkiye'de yayılmış durumdaki Rumları kendi çevrenizde birleştirmeye büyük
çaba gösterin; onların merkezi, onların desteği olun, ve bir çeşit egemenlik yahut ruhani bir üstünlükle peşinen bir evrensel hakimiyet kurun; düşmanlarınızın evinde bir o kadar dostunuz olacaktır." şeklinde ifade edilmiştir.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere; Doğu Sorunu'nun diğer iki önemli noktası da Türkler'in Hristiyanlığa kazanılması, eğer bu başarılamazsa Türkler' in Anadolu'dan kovulmasıdır.

Kırım Harbi

Tanzimat Fermanı ve arkasından gelen ıslahat hareketleri ile, Doğu Sorunu'nun İngiltere ve Fransa'nın umduğu gibi şimdilik Osmanlı topraklarındaki gayri müslimlere özgürlükçü hakların verilmesi yöntemi ile çözülmesi üzerine Rusya başta kutsal yerler (makamat-ı mübareke) meselesini gündeme getirecek karışıklık çıkarma arayışına girdi. 9.1.1853'de Rus Çarı Nikola İngiliz elçisiyle yaptığı bir görüşmeden sonra ünlü olacak "hasta adam" deyimini ilk kez kullanarak, daha fazla gecikilmeden Osmanlı mirasını gürültüsüzce paylaşmak için tedbir alınmasının faydalı olacağını söyledi.
Ruslara göre, Sırbistan ve Bulgaristan Osmanlılardan koparılarak kendi himayelerine verilmeliydi. Buna karşılık İngiltere'ye Mısır ve Girit ikram ediliyordu. Ancak, o sırada Osmanlı toprak bütünlüğünü korumayı üstlenmiş olan İngiltere Rus teklifini kabul etmedi. Buna rağmen Rusya, Mayıs 1853'te Ortodoks tebaanın Rusya'nın koruması altında olduğunu belirleyecek bir anlaşmayı Sultana kabul ettirdi. Fakat, İngiliz Stratford de Redclıffe (1842-1858) İstanbul'a dönünce, elçinin de telkinleri ile Sultan Rus isteklerini reddetti. Bu gelişmeler, Kasım 1853'de Kırım Savaşı olarak anılan çatışmanın başlamasına sebep oldu. Osmanlı kuvvetlerinin zor durumda kalması üzerine Mart 1854'te İngiltere ile Fransa'nın Osmanlıların müttefiki olarak savaşa katılmaları ve müttefik ordularının Rus kuvvetlerini Kırım'da yenmeleri, Batılı Devletlere Babıali'den gayrimüslim tebaa lehine yeni haklar koparma imkanı sağladı. 1847'de ilk banka (Bank-ı Dersaadet) kuruldu
1856 Islahat Fermanı ve Paris Kongresi

Kırım Savaşı'ndan sonra imzalanan Paris Barış Kongresi'nde (30 Mart 1856) Eflak ve Boğdan'ın özerkliği kararlaştırılmakla beraber; Avrupa devletleri, sözde Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü güvence altına alıyorlardı. Ayrıca, İmparatorluğun Avrupa camiasına girmesi ve Avrupa genel hukukundan, yani Devletler Umumi Hukukundan yararlanmasını sağlıyorlar ve Padişah'a Osmanlı Devleti'nin Avrupa'nın dengesi için gerekli olduğunu, bu sebeple ülkesinde reform yolunda sağlam adımlar atmasını tavsiye ediyorlardı. Ancak, devletin egemenlik haklarına zarar vermemek için reformu dolaylı yandan önermeyi uygun gördüler. Padişah da Paris Kongresi'nden önce 18 Şubat 1856'da Islahat Fermanı'nı ilan etti ve bunu Avrupa devletlerine iletti. Islahat Fermanı, Gülhane hümayununun esas hükümlerini teyid ve tekrar etmekle beraber, bunları daha da genişletmiş bulunuyordu. Fermanda en çok göze çarpan hükümler şunlardı:
- Gayrimüslimlerin askeri ve sivil bütün okullara girme hakkını elde etmeleri ve kendi okullarını açarak devlet memuru olabileceklerdi.
- Müslümanlarla gayrimüslimler veya gayrimüslimlerin kendi aralarındaki ceza ve ticaret davalarının "muhtelif divanlarda" (ki bunlar laik mahkeme olacaktır) görülmesi ve bunlar için ceza, ticaret ve usul kanunlarının hazırlanması,
- Müslüman olmayanların da askerlik hizmetiyle yükümlü olması; fakat "bedel" vererek askerlikten kaçınmak imkanının tanınması,
- Yerli mevzuata uymak şartıyla yabancılara gayrimenkul edinme hakkının tanınmasıydı.
- Islahat Fermanı'nda iltizam usulünün son bulması, maaşların muntazam ödenmesi, rüşvetle mücadele gibi Tanzimat Fermanı'nda bulunan hükümler teyit olduğu gibi, devletin bütçe yapmasını öngören yasanın da özenle uygulanmasını; Müslüman olmayanların cemaat kurumlarında da laikleşme ve demokratikleşme yönünde değişiklikleri öngörüyordu.
Batı devletlerinin müdahaleleri sonucu ilan edilen ve Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimleri Batı medeniyetine kazanmayı öngören bu ferman esasen reformlara muhtaç olan Müslüman cemaat tarafından çok ciddî bir şekilde tenkit edilip artık "gavura gavur denmeyecek" tarzında acı olaylara konu oldu. Hıristiyanlara Cidde, Lübnan, Şam gibi büyük merkezlerde yapılan saldırılar, İngiltere ve Fransa'nın olaylara müdahelesi sonucunu doğurdu. Dolayısıyla, Islahat Fermanı da önemli ölçüde kağıt üstünde kaldı. Islahatın yürürlüğe konmasında karşılaşılan güçlüğü Enver Ziya Karal şu veciz ifade ile ortaya koymaktadır: "Ortada bir hasta, kendilerini bu hastanın varisi telakki eden dört doktor ve hastalığı tedavi için tanzim ettikleri birbirinden farklı pek çok reçete vardı. Hasta bu reçetelerin hepsini tatbik ederek sıhhatını kazanacaktı, durum buna benzemekteydi

Sayfa: 1 ... 454 455 [456] 457 458 ... 495