6499
« : Ekim 10, 2007, 11:09:43 ÖÖ »
EKOSİSTEM
TANIMLAR: Ekoloji, bugün çok sayıda bilim dalının çekirdeğini oluşturmaktadır. Çevre şartları içinde tek bir canlının incelenmesine “otekoloji”, farklı canlı türlerinin oluşturduğu toplulukların incelenmesine “sinekoloji ” denmektedir.
1935 yılından itibaren, bir bölgede bulunan bütün canlılar ve bunların cansız çevrelerini ifade etmek için “Ekosistem” kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Çevre ve sistem kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulan ekosistem kelimesinin açık bir ifadesi olarak yer küreden bahsetmek gerekir. Gerçekte yer küre en büyük bir ekosistemi oluşturmaktadır. Ekosistem içinde daha küçük boyutlu ekosistemlerde bulunmaktadır. Orman, dağ, ova, çayır, hububat, doğal hayvanların her biri ayrı ayrı ekosistemi oluşturmaktadır.
Ekosistemi oluşturan öğeler, başlıca dört gurupta toplanır.
1-Cansız varlıklar. (inorganik ve organik maddeler)
2-Primer üreticiler. (yeşil bitkiler)
3-Tüketiciler (bitkisel ve hayvansal maddeleri yiyenler)
4-Ayrıştıcılar (bakteri ve mantarlar)
Ekosistem içindeki doğal dengeye “ekosistem dengesi” denir. Doğal denge bozulduğunda, ekosistem dengesi bozulur ve ekolojik sorunlar ortaya çıkar. Mevcut ekosistemin bozulup ortadan kalkması ve daha sonra bozulan bu ekosistemin yerine yeni bir ekosistemin olması olayına sükseyon (yerine alma) denir. Yer küre içinde en fazla ekosistem dengesini bozan en etkili canlı, şüpesiz ki insandır. İnsan nüfusu ve faaliyetleri arttıkça ekosistem dengesi bozulmaktadır. İnsanlar dışında bitkiler veya hayvanlarda ekosistem dengesini bozabilirler. Tarım bölgesinde kuş türlerinin aşırı çoğalması, hububat üretimini olumsuz etkiler. Yine kuş türlerinin aşırı oranda azalması da, kuşlarla beslenen zararlı böceklerin çoğalmasına yol açar. Ancak, tüm bu gelişmelerde insanın katkısı çok büyüktür. Gerçekte insanın olmadığı doğal bir ortamda, ekosistem dengesi pek fazla bozulmaz.
Hücrenin, organizmaların temel öğesi olmak gibi, ekosistemlerde doğal ortamın birimlerini oluşturur. Her ekosistem, biyosenoz adı verilen bir canlılar topluluğundan oluşur; bunlar, çevrenin ve bu çevrede hüküm süren koşulların nispi homojenliğiyle belirgin, biyotop adı verilen bir alanda yaşar. Bir biyosenoz içinde üç büyük kategori
söz konusudur. Önce besin zincirinin temelini oluşturan birincil üreticiler (klorofilli yeşil bitkiler); sonra birinci basamaktan (otçul hayvanlar), ve ikinci basamaktan tüketiciler (etçil hayvanlar),ve nihayet minareleştiriciler (bakteriler, mantarlar) Ekosistemin çalışması bir madde ve besin zincirleri (beslenme zincirleri de denir.) arasından, sürekli enerji akışıyla kendini belli eder.
Ekosistemler bir çok düzeye göre ele alınabilir. Biyomlar büyük biyocografi bölgelere (tropikal orman, tudra, savan vb) tekabül eder. Bir alt düzeyde, ekosistemler manzaranın bir takım parsellerinin (bir buğday tarlası, bir ormanlık kesim vb) temsil eder. Daha da alt bir düzeyde, mikroekosistemler (bir kıyı kayalığı, bir kara yosun topluluğu vb.) gelir.
Ekolojinin temel ve aynı zamanda tanımlanması en zor kavramlarından biri, bir türün ekolojik ortamı kavramıdır; bu, söz konusu olan türün fizyolojik ihtiyaçlarına, yaşam biçimine ve uyum sağlama niteliklerin bağlı çeşitli parametrelerle belirlenir. Böylece ekolojik ortam, basit bir barınak kavramının ötesinde, türün ekosistemdeki rolünü yerini belirler.
EKOSİSTEMLERİN BOYUTLARI
Gezegen ölçeğinde, yerkürenin bütün canlı varlıkları içeren dış katmanı olan biyosfer, en yüksek tümleşme düzeyini temsil eder. Bir ilk bölgesel ayırım biyomları betimlenmeye imkan verir. Bunlar, gerçek karasal makro ekosistemler diyebileceğimiz biyocografi ve iklimsel bölgelere denk düşer. (Tudra, tayga, ılıman iklim ormanı, sıcak çöller, savan tropikal orman vb)
Daha küçük bölümlere ayırma, daha ölçülü boydaki ekosistemleri belirler. Bir takım basit fizyonomik ölçütler, her biri bir ekosistem oluşturuyormuşçasına, herhangi bir arazinin, bir bataklığın, bir ormanın veya bir çayırın sezgisel olarak belirlenmesini sağlar.
Daha da kısıtlı bütünler olan mikro ekosistemler aynı şekilde tanımlanabilir. Bir yosun tutamı, hatta su dolu ve ağzı iyice kapalı bir cam tüp içinde yer alan bir tatlı su salyangozu ile bir elodea dalından oluşan yapay bir sistem, birer mikroekosistemdir. Söz konusu bu yapılar daha büyük sistemler içinde bir araya gelip bütünleşerek ve böylece tüm ekosistemleri niteleyen bağlı ekosistemleri niteleyen özerklik ilkesine uyarak, kendi kendine yetebilir.
Çoğu zaman yanlış olarak, bütünleme parçaları ekosistem olarak belirtilir; Mesela toprak ekosistemlerden söz edilir; Oysa toprak, oldukça karmaşık olan yapısına
rağmen aslında diğer sistemlerden gelecek organik maddelere tamamen bağımlıdır. Bu terim, zaman zaman kentler konusunda (kentsel ekosistem) bile kullanılmıştır. Oysa burada, tümüyle diğer ekosistemlerden ve özelliklede kent sakinlerine beslenme yoluyla enerji sağlanması için, tarım ekosistemlerinden gelen dış katkılara bağımlı bir bütün söz konusudur.“Tarım ekosistemleri” (ekili alanlar,meralar) ormanların çoğu insan tarafından yönetilen basitleştirilmiş veya diğer anlamda yapaylaştırılmış ekosistemlerdir. İnsanın denetimi altındaki bu sistemlerin işleyişinde, tamamen doğal olan ekosistemin işleyişleriyle aynıdır; ama insanoğlunun üretimi artırma gayretleri, çeşitli biçimlerde, söz konusu ekosisteme bir çok enerji katkısıyla yapılır;(gübreler, tarım koruma ilaçları (pestisit) makineleri çalıştıran yakıt vb)
Bilim adamları tarafından, astronotların içinde yaşamlarını sürdürecek oldukları, dış ortamdan özerk olarak çalışan uzay kapsülleri tamamen yapay ekosistemler bile tasarlanmıştır. ABD’deki Arizona çölünde kurulan Biyosfer I ve Biyosfer II adlı büyük kapalı seralar da aynı anlayışın ürünleridir. Ama araştırma, seralarda her şeye rağmen, çözümü zor kararlılık, ayarlama ve denge problemleri ortaya çıkmış, işler umulduğu gibi gitmemiştir.
EKOSİSTEMLERİN ÖRGÜTLENMESİ
BİR EKOSİSTEM İÇİNDE ÜSTLENMİŞ OLDUKLARI
ROLLERE GÖRE BİYOSENUZUN ÇEŞİTLİ CANLI
TÜRLERİ ÜÇ BÜYÜK KATEGORİYE AYRILIR.
Ekosistemde her türlü enerji aktarımının temelinde birincil üreticiler yer alır. Söz konusu bu canlılar, fotosentez yoluyla kendi öz organik maddelerini hazırlamak üzere güneş enerjisini kullana bilen tek tür olan klorofilli yeşil bitkilerdir.
Tüketiciler klorofilli bitkilerin fotosentez etkinliği sonucu oluşan maddeye bağımlı olan hayvanlardır, Bu canlılar enerjilerini ve yapıtaşlarını bu maddelerden alırlar.
-Birinci basamaktan tüketiciler (otçul hayvanlar, ot yiyerek beslenen böcekler) yalnız bitki örtüsüyle beslenir.
-İkinci basmaktan tüketiciler öncekilerin sırtından yaşamlarını sürdürür. Yani otçulları yiyerek beslenir.(Üçüncü basamaktan tüketiciler tanımlanmasına kadar da gidilebilir; etçillerle beslenen etçiler.)
-“Ayrıştırıcılar” grubu, beslenmek için ölü organik maddeyi parçalayan organizmalardan oluşur; Bu durumda bunlarda tüketiciler sınıfına girer,
-Son olarak Minareleştiriciler (bakteriler, mantarlar) bir biyosenoz içinde yer alan üçüncü büyük organizma kategorisidir. Bunlar, organik maddeleri ayrıştırır ve bunların anorganik anorganik elementlerini, daha sonra yeniden, fotosentez yapan bitkilerin soğurması için açığa çıkarır.
Özellikle birinci veya ikinci basamaktan tüketiciler için, belirli bir kategoriye ait olmanın belirlenmesi her zaman kolay değildir; bazı türler (hepçiller) her iki gruba da girer; Mesela insan; diğerleri için rejim,mevsimlere (mesela tilki) veya gelişme evrelerine göre (mesela kelebek) değişir. Ekosistemin çalışması, besin zincirlerindeki enerji akışıyla sağlanır. Öte yandan kimyasal elementlerin (karbon, oksijen, azot, potasyum....) çevrimlerinin varlığıyla da nitelenir. Her tür çevrim, elementin bir rezervuardaki (toprak, toprağın çözeltisi atmosfer) varlığından yola çıkılarak betimlenebilir. Birincil üreticiler böylece, organik madde içine dahil olarak, elementleri çevrime sokarak işte bu rezervuar içinde yer alır; sonra elementler besin zincirleri içinde dolaşıma girer ve minareleştiricilerin etkisiyle yeniden rezervuara döner.
TÜRLERİN EKOSİSTEMLERDEKİ ROLÜ HER TÜRÜN
EKOSİSTEMDEKİ YAŞAM KOŞULLARI ONA ÖZGÜ EKOLOJİK
ORTAMINI BELİRLER.İKİ TÜRLÜ KOMŞU EKOLOJİK ORTAMLARI
PAYLAŞTIĞINDA REKABETE GİRİŞEBİLİR.
Her canlı türü belirli ekolojik bir ortamda nitelenir. Bu terim söz konusu olan tür tarafından yerine getirilen “işlev” i gösterir ve bu durumda, sadece bir barınağını simgelemez. Bir canlı türünün ekolojik ortamı, özellikle içinde yaşadığı ekosistemin besin ağında, bu ağın aşama düzeni içinde aldığı yerle kendini gösterir.(bu durumda ekolojik ortam, bir bireyin toplumdaki işlevine ve bu işlevi nedeniyle toplumda edindiği yere benzetilebilir.) En çağdaş yaklaşımla, bir türün ekolojik ortamı kavramı bu türün yaşadığı ve üreyerek kendini yenilediği koşullar bütünü olarak tanımlanır.
Ekolojik ortamın genişlik derecesi, çok çeşitli koşullara uyum sağlayabilen genel türleri ve ancak az sayıda ve kısıtlı koşullara uyum sağlayabilen özel türleri ayırt etmeye imkan verir. İnsan, en üstün dereceden genel bir türdür; gezegenimizin hemen her köşesinde yaşamını sürdürebilmektedir. Oysa bazı evcil hayvanlar tam anlamıyla özeldir. Çoğu zaman bir çok tür, aynı ortamın veya çok yakın iki ortamın paylaşımı için rekabete girişebilir. Her tür ortamın “Boyut”una bağlı bir üreme stratejisine sahiptir; burada söz konusu ortam, ayrıca göz önüne alınan türün nüfus düzeyini de şartlandırır.
Aynı ekosistem de yaşayan türler arasında, bir çok ilişki tipi görülür. Bu ilişkileri belirleyen başlıca faktör, söz konusu ekosistemin beslenme zincirinde, aynı düzeye ait olma veya olmama durumudur. Beslenme düzeyleri farklı olduğundan ilişkiler çoğu zaman ar-avcı tipinde şekillenir, yani bir düzeyin bireyleri, beslenmek için bir alt düzeye ihtiyaç duyar.buna karşılık aynı beslenme düzeyi içinde aynı besin kaynağının kullanımı konusunda çoğu zaman rekabet vardır. Bu rekabet, aynı türün bireyleri arasında (türler için rekabet) her zaman ortaya çıkar, ama zaman zaman yakın ekolojik ortamlarda yaşayan farklı türler arasında da görülebilir. (türler arası rekabet) Bunun dışında, türler arasındaki diğer ilişkilerde, özel bağımlılık biçimleri görülür; (asalaklık, ortakyaşama, ortakçılık.)
EKOSİSTEMLER NEDEN DEĞİŞİYOR VE BOZULUYOR.
Ekosistemin oluşturan canlı ve cansız varlıklar arasında karşılıklı ilişki vardır. Dolayısıyla ekosistemdeki her öğe canlıların yaşamları, çoğalmaları, göçleri ya da ölümleri üzerinde etkili olur. Yaşam için gerekli olana temel öğeler toprak, hava, su ve ışıktır. Temel öğeler bir yandan ekosistemde yaşamın sürekliliğini sağlarken diğer yandan ekosistemlere büyük zararlar veren afetlere de yol açabilirler. Örneğin; depremler, yanardağ patlamaları, seller, kuraklık, kasırgalar, ve fırtınalar temel öğelerden kaynaklanan belli başlı doğal afetlerdir.
EKOSİSTEMİN DOĞAL ÖZELLİKLERİ
Ekosistemler, kara ekosistemleri ve su ekosistemi olarak iki grupta incelenir. Ormanlar, çayırlar ve çöllerin her biri bir ekosisteme örnektir. Bu ekosistemde en önemli etkendir. (Toprak, hava,nem,ışık ve sudur.) su ekosistemi okyanus, deniz, göl,nehir, ırmak ve sulak alanları kapsar. Su ekosisteminde en önemli etkenler sıcaklık, oksijen, mineraller ve ışıktır.
Kara ve su ortamlardaki ışık, sıcaklık, nem,tuzluluk vb. koşullar mevsimlere göre değişebilir. Güneş ışığının geliş açısının mevsimlere göre değişmesi ortamın azalması kara ve sularla buharlaşmayı artırır. Karalardaki nem oranı düşürebilir. Su ortamında buharlaşan ise tuzluluk oranının yükselmesine neden olabilir.
Mevsimlere bağlı değişiklikler ekosistemlerde yen alan canlıların yaşamsal düzenini de ekiler. Örneğin; kasım patı ve patates gibi bitkiler ilkbahar ve yaz mevsimlerinde ve sonbahar aylarında açar.
KARAR EKOSİSTEMİ
Kara ekosistemlerinin bitki örtüsü, büyük iklim kuşaklarına göre, yerkürenin biyom olarak adlandırılan bitki oluşumlarıysa enlemlere göre dağılır. Mesela Kuzey yarıkürede buzul bölgesini tundra izleri; güneye gidildikçe tayga ve daha sonrada tropikal ormanlar gelir. Bu kuşakların dışında, farklı yüksekliklerde farklı kuşakları barındırır. Yükseldikçe, sınırları bölgelere göre değişiklik gösteren bitki örtüsü katları birbirini izler.
İnsanlar yeryüzünün doğal bitki örtüsünü büyük ölçüde etkiler. İnsan etkinlikleri tarımsal alanların oluşmasına katkıda bulunur. Tarım ve hayvancılık yapılan bölgeler, tarım ekosistemleri olarak adlandırılan basitleştirilmiş ve biyolojik çeşitliliği azaltılmış ekosistemlere dönüşmüştür. Bu ekosistemlerin çalışması bütünüyle dışardan enerji veya malzeme katkısına (toprağın işlenmesi gübre ve pestisitler gibi) bağlıdır.
Kara ekosistemlerinin çalışması büyük ölçüde iklim tarafından yönlendirilir; Zaten iklim bitki örtüsünün yaşam süresini de belirler.Ekvatordan kutuplara doğru gidildikçe birincil ve ikinci üretkenlik düzeylerinde ciddi bir düşüş gözlenir. Tundralarda hüküm süren sert iklim koşulları, toprağın çok uzun süre (9-10 ayı) su dolaşımını engelleyecek biçimde donmasıyla kendini gösterir. Buradaki bitkisel oluşumlar (bodur bitkiler, ağaç yokluğu) donar ve rüzgara uyum sağlamıştır ve bölgenin faunası fakirdir.
Buna karşılık, tropikal kuşaktaki ormanlar yıl boyunca fazla değişmeyen, çok uygun iklim koşullarından yararlanır. Biyolojik etkinliğin aralıksız sürmesi sayesinde bu kuşakta birinci üretkenlik en üst düzeydedir ve minarelerin yeniden çevrime girme hızı çok yüksektir. Bitki oluşumlarının ve hayvanların inanılmaz çeşitliliği, bu ortamlarda karmaşık zincirlerinin gelişmesini sağlar. Öte yandan göl ve gölet kıyıları, turbalıklar gibi kıtalar içlerindeki nemli bölgeler, insanın baskısı sonucu, önemini kaybetmiştir. Oysa gerçekte bu yöreler,biyolojik çeşitliliği yüksek, çok sayıda türün varlığını sürdürmesi açısından birincil öneme sahip bölgelerdir.
DEĞİŞİK BİTKİ ÖRTÜLERİNİN BİYOSFERLERDEKİ DAĞILIMI
Yeryüzündeki büyük iklim bölgelerine karşılık gelen biyomlar, kuzey yarımküre de daha belirgin olmak üzere, enlemlere bağlı kuşaklar biçiminde düzenlenmiştir.
Biyosferi oluşturan eşitli ekosistemlerin kapladığı alan, birçok metrekare ile yüz binlerce kilometre kara arasında değişir. Bununla birlikte büyük veya küçük her ekosistemde türdeş ekolojik koşullar hüküm sürer ve kendine özgü canlı türlerinin
oluşturduğu topluluklar yaşar. Gezegen düzeyinde bakıldığında, büyük bitkisel oluşumları temsil eden biyomlar ayırt edebilir. Aslında, ekosistemler arasındaki ayrım çoğunlukla, egemen bitki örtüs temelinde yapılır ve yerküredeki büyük ekolojik bölümler konusunda da genellikle bitki örtüsü temel alır. Biyomlar, bitki toplulukları (fitosenoz) ile hayvan topluluklarını (zoosenoz) içeren ekosistemlerin bir araya gelmesiyle oluşur. Kararları kaplayan bitki örtüsünün büyük iklim kuşaklarına göre dağılmasına benzer biçiminde, biyomlar da ekvatora göre dağılmasına benzer biçiminde, dağılmıştır. Bu dağılım, kara yüzölçümünün az olduğu Güney Yarımküre”ye oranla Kuzey Yarıküre”de daha belirgindir.
Ekvator kuşağında tropikal ormanlar neredeyse kesintisiz bir çiziği oluşturur. Ekvator altı kuşakta kurak mevsimin daha uzun sürmesi, bu bölgede iklim uygun ormanların, savanların ve aşırı kurak olan kesimlerde de çöllerin oluşmasına neden olmuştur. Bunun ardından, 35 ıncı kuzey ve güney enlemleri yöresinde, ılıman iklim kuşağına, özgü Akdeniz tipi biyomlar bulunur. Ortam enlem kuşağı, tropofil ağaçların oluşturduğun ormanları barındırır; kuzeye doğru bu bitki örtüsü yerini önce ılıman çayırlara (bozkır) ve yer kuzeyin kozalaklı ormanlarına (tayga) bırakır. Tundralar ise, Arktika ve Antantika buzul kuşağının sınırında (66-33 enlemi) yer alır. Söz konusu bu hat doğal bitki örtüsünün de sınırıdır.
Ekosistem kuşakları arasında, arazinin yüksekliğine göre oluşan ayrım daha da belirgindir.
DENİZ EKOSİSTEMİ
OŞİNOGRAFLAR BU ORTAMI FARKLI EKOLOJİK ÖZELLİKLERİNE
GÖRE “ALANLARA” VE “BÖLGELERE” AYIRARAK İNCELENMEYİ
TERCİH EDERLER.
Ekolojik şartları büyük bir çeşitlilik gösteren deniz ortamı homojen bir bütün olarak ele almak, bilimsel açıdan çok kısıtlı bir bakış açısına neden olur. öncelikle iki büyük okyanus alanı ayırt edilmektedir.bütünüyle denizleri oluşturan “su kütlesi” ve kıyılardan derin abis çukurlarına kadar dipleri kapsayan “dip alanı” ;Dip alanı derinliğine göre üçe ayrılır.
-0-200 metreler arasında uzanan ve okyanusların tabanının yüzde 7,6 sını oluşturan kıta sahanlığı;
-200 metreden 2000 metreye kadar uzanan dipteki ani eğim bölgesinden meydana gelen ve tabanın yüzde 8,1 ni oluşturan kıta şevi; ve nihayet okyanusların tabanının yüzde 84,3 ünü meydana getiren abisler. (2000-6000 metre) ve çukurlar (6000 metreden
bilinen en derin yer olan mariana çukurunda 11.000 metreye kadar) Gelgite maruz kalan ve hatta dalga serpintisiyle ıslanan kıyı şeritleri de okyanus alanına dahil edilmektedir. Gerçekten de bu bölgelerde yaşayan organizmalar, gerek gelgitler sırasında birbirini ardınca su altında ve su üstünde kalarak, gerek ortamın yüksek tuzluluğu sebebiyle, okyanus etkilerine maruz kalmaktadır.
Okyanusları ve denizleri oluşturan su kütlesi ikiye ayrılan kıta sahanlığını örten yüzey suları ve 200 metrenin altında kalan dip suları bu düzeylerde su kütlesi, güneş ışınlarının nüfuz etmesi derecesine ve mevsimlik sıcaklık değişimlerine bağlı olarak düşey bir ekolojik katmanlaşma gösterir. Işığın ulaştığı epipelojik bölge, ışık miktarının, bitkilerin fotosentez yapabilmesi için yeterli olduğu 0 ila 50-100 metrelik yüzey sularına tekabül eder. Söz konusu bu bölgenin altında dip bitkileri ve fitoplankton yaşayamaz; yanlızca etçiler veya çürükçül beslenen hayvan türleri canlı kalabilir.
Okyanus ekosisteminin alt bölümlere ayrılması, karşılaşılan ekolojik şartların çeşitliliğiyle ilişkilidir; organizmaların uyum mekanizması ve üretkenliği bir bölgeden diğerine belirgin farklılıklar gösterir.
Deniz Canlıları; Yüzeyle dip alanı arasında ve hatta jeolojik taban yapısı içinde yaşam, deniz ekosisteminin üç boyutuna da dağılmış durumdadır. Deniz ortamının ekolojik şartlarının çeşitliliği, yaşam şekillerinde ve tarzlarında da büyük değişikliğe neden olmaktadır. Okyanusun büyük bölgeleriyle bağlantılı olarak üç çeşit canlı gurubu ayırt edilir; su kütlesinde yaşan plankton ve nekton ile diğerlerde yaşayan bentos toplulukları.
PLANKTON ; Yüzeyde veya su kütlesinde asıllı duran, kısıtlı hareket yeteneğiyle su akımlarına karşı koyamayan ve bazıları bu nedenle düşey göçlere maruz kalan organizmalar topluluğudur.
NEKTON; Açık denizde yaşayabilen ve deniz akıntıları içinde hareket edebilen canlılardan oluşur; açık denizde yaşayan balık türlerinin çoğunu, kafadanbacakları ve deniz memelilerini kapsar.
BENTOS; Dibe bağlı olarak yaşayan hayvanlar ve bitkiler (bağlı bentos) ile dipte veya dibe yakın bölgelerde hafifçe hareket eden bazı hayvan türlerinden (gezgin bentos)
meydana gelir. Bağlı bentos bir çok suyosunu, sünger, yumuşakça, kabuklu (Balanus) ve knildli (Mercan, deniz şakayığı gibi) türlerini kapsar.
EKOSİSTEMLERE YÖNELİK TEHLİKELER
Ekosistemlerin doğal dengeye ulaşması, bunların nüfusunda ve çalışmasında kesin bir istikrarın sağlanması anlamına gelmez; dengeli ekosistemlerde düzenle, hafif dalgalanmalar yaşanır.bu dinamik denge durumu çok hassastır.
Bugün ekosistemlere yönelik tehlikeler, sanayi uygarlığının gelişmesinde kaynaklanmaktadır. Sanayi uygarlığı, doğal kaynakları büyük bir hızla tüketmekte ve doğal çevreyi hiçe sayan tarımsal uygulamaları desteklenmektedir. Bu etkiler, nüfus patlamasıyla iyice yoğunlaşır. Bozulma fiziksel çevrenin (biyotop) sürekli yıkımı, canlı topluluklarının (biyosenoz) çeşitliğinde azalma, yaşama için gerekli minerallerin çevriminde kopukluklar biçiminde kendini gösterir. Kentleşme ve sanayileşme çok sayıda biyotop’un yıkımına neden olmuştur. Sanayiinin, taşımacılığın (özellikle otomobiller) ve evlerde kullanılan yakıtların yaratığı kirlilik havaya , suya ve toprağa bulaşır, bu durumda, hem genel olarak tüm canlı varlıklar, hem de insanın sağlığı ve kullandığı kaynaklar zarar görür. Ayrıca insan, sürekli yeni ortamları kendine kullanımına sokarak, çok sayıda hayvan türünün topluca yok olmasına yol açar. Çünkü insanlar biyotopları yıkar, ortamı aşırı sömürür. (balıkçılık ve avcılık) ve bazen de yeni ortama uygun olmayan yabancı türler getirir.
Karbon dioksit gazı üretiminin artması ve koruyucu ozon tabakasının delinmesi gibi insan etkinlikleri, bir bütün olarak biyosferin dengesini tehdit etmektedir.
EKOSİSTEMLERİN DENGESİ
Türlerin çeşitliliği ve aralarındaki düzenli iletişime dayanan denge, insanın giderek artan baskısının tehdidi altındadır.
Biyosferdeki doğal dengelerin korunması bazı kimyasal maddelerin oranın sabit olarak kalmasına, nüfus dalgalanmalarının düzenine ve ekosistemlerin sürekliliğine bağlıdır. Dengeyi sağlayan koşulların güvence altına alınması için, besin zincirlerinin gereken şekilde çalışmaya devam etmesi, tür çeşitliliğinin belirli bir düzeyde korunması ve geçici de olsa çok şiddetli düzensizlikleri yaşanmaması gerekir. Bazı orman sistemleri, mesela ılıman iklimde yüksek ağaçlar dikilmek suretiyle oluşturulan ormanlar, insan yapısı olmasına rağmen istikrarlı sistemlerdir. Tarım ekosistemleri, bitki topluluklarının otsu oluşumlardan ağaçlara uzanan doğal ardışıklık sürecinin ilkel bir
düzeyinde kalmıştır. Ekolojik açıda bakıldığında, tarım ekosistemleri, çoğunlukla tek bir bitki türüyle sınırlanmış yapıları yüzünden istikrarsız ve zayıftır. Bu ekosistemlerin üretkenliği, ürünün tipine ve söz konusu bölgeye egemen olan iklim koşullarına bağlı olarak büyük değişkenlik gösterir.
Bugün biyosferin genel dengesini tehlikeye düşüren başka faktörler de vardır. Gezegen genelinde, bilimsel ve teknik gelişmeler, geçen yüzyılda tedavi alanındaki buluşlar ve tarımsal üretimin dünya çapında artışının da yardımıyla inanılmaz bir nüfus patlamasına neden olmuştur. Bu nüfus patlaması, biyosferin üretim kapasitesiyle insanları ihtiyaçları arasında giderek artan bir dengesizlik durumu yaratmaktadır.
İNSANDAN GELEN TEHLİKELER
Bitki örtüsünün bozulması, ortamın kimyasal yapısının değiştirilmesi ve kaynakların aşırı kullanılması gibi her darbe çok sayıda sonuçlar doğurur.
İnsan etkinlikleriyle, ekosistemlerin, çalışmasına hatta bir bütün olarak biyosferin düzenine korkunç zararlar verebilir. Türler ve ekosistemleri ortadan kaldırdığı, fosil kaynaklarını tükettiği ve sonuçta önemli düzeyde kirlilik yarattığı için bu zararların çok yönlü bir etkisi vardır.
Toprak Kirliliği
Toprağa bırakılan zararlı ve atık maddelerle toprağın özelliklerinin bozulmasına toprak kirliliği denir.
Toprak, içme suyu, yapı, şehircilik, mezarlıkların kurulması ve düzenlenmesi, sıvı ve katı atıkların uzaklaştırılması ve zararsız hale getirilmesi gibi konularla sıkıca ilgilidir.
Toprak Mikroorganizmalarının Etkileri (Toprağın Biyolojik Arıtıcı Etkisi)
Toprak mikroorganizmaları (özellikle aerop ve anaerop sporlu basiller, aktinnomiçesler ve mantarlar).Karbonhidratların ve yağların parçalanma ürünlerinin büyük bir kısmı toprakta bakteriler tarafından harcanır.Fosfatlar (PO4) toprak tarafından tutulur.Klorürler kolaylıkla eriyerek suya geçerler.Bu olayların sonunda humin asitleri bol miktarda teşekkül eder.
Bu parçalanma olayları için : 1) Toprakta belirli miktarda nem ve O2 bulunması, 2) Toprağın uygun bazlar kapsaması ve 3) Toprak ısısının 5 oC den yüksek olması gerekir ( daha düşük ısı şartlarında mikroorganizmaların faaliyeti yavaşlar veya durur).
Toprak içinden süzülen kirli suların temizlenmesinde (arınmasında) toprakta geçen bu biyolojik olayların büyük rolü vardır.
Bakteriler, aktinomiçes ve mantarlar, protozoon ve kurtlar toprağın yalnız yüzey kısımlarında bulunur.Ekilen toprakların 1 gramında 1 milyardan fazla bakteri amip ve diğer protozoonlar mevcuttur.İşlenmemiş toprakların 1 gramında 100.000 ‘den fazla mikrop bulunur.Toprağın derinliklerine inildikçe bu canlı organizmaların miktarı süratle azalır.Daha 1-3 metre derinlikte bakteriden çok fakir kısımlar başlar.İnce gözenekli, ağaçlıklı bir toprağın 4 metreden daha derin kısımları tamamen denilebilecek bir derecede bakteriden yoksundur.Derin toprak kısımlarının mikroorganizmalardan kurtulması, bu elemanların ince gözenekli üst topraklarda kısmen adsorbe edilmeleri, kısmen de toprak içinde meydana gelen muhati (sümüksel) bir çöküntü tabakasının sonucudur.Bu nedenle, ağaçlıklı ve çatlakları olmayan bir arazide 4 metreden daha derinde olan toprakaltı su tabakasında mikrop bulunmadığı söylenebilir.Suyu süratle geçiren ; sun’i olarak gevşetilmiş; sıçanlar, köstebekler ve diğer sebeplerin etkileriyle çatlakları bulunan toprakların üstünde ve içinde su yığınlarının büyük bir hızla aşağılara geçmesi halinde, toprak filtrasyonu sekteye uğrar ve toprakaltı suyu üst toprak tabakalarından geçerken temizlenemediği için alt kısımlarda kirli bir su halinde yığılır.
Toprağı kirleten ve bu yoldan insanlarda hastalıkların meydana gelmesine sebep olan organizmalar üç kısımda incelenir :
1.İnsan – toprak – insan zinciri halinde geçiş :
Bu tip toprak kirlenmesinin sebebi, sıvı atıklar (kullanılmış sular, lağım suları vs.) ın hijyen kurallarına uymayan bir şekilde muameleye tabi tutulması veye bu gibi maddelerin gübre olarak ya da sulama işlerinde kullanılmalarıdır.Bu suretle toprak, bazı bakteriler ve protozoonlar (kolera vibriyonu, Salmonella ve Shigella gruplarına giren bakteriler, amipli dizanteri etkeni olan entamoeba histalytica) ve bazı helmintler ile kirlenirve bu etkenler toprak ve bitkiler yoluyla insana geçerek ilişkin oldukları hastalıklar meydana gelir.
2.Hayvan – toprak –insan zinciri halinde geçiş :
Bazı zoonozların (insana geçebilen hayvan hastalıkları) geçişinde toprak önemli rol oynar.Bu gruba girebilecek önemli hastalıklar şunlardır : Leptospirozlar, Şarbon, Q-humması, Toxocara (özellikle Toxocara canis)infeksiyonları, listerioz, Clostridium perfrigens ve Clostridium tetani infeksiyonları, lenfositer koriomenenjit ve tularemi.
3.Toprak – insan zinciri halinde geçiş :
Bu gruba girebilecek başlıca hastalıklar : Çeşitli mikozlar ve botulizm’dir.
Su kirliliği
Nüfusu belli bir hızla artmasına karşın tarım toprakları giderek azalan ülkemizde amaç dışı toprak kullanımı ve sanayii kuruluşlarının
yarattığı çevre kirliliği orman, toprak ve su kaynaklarımızın hızla azalmasına neden olmaktadır.
Ülkemizin bir tarım ülkesi olması ve tarıma dayalı sanayiinin hammaddelerini üreterek ihracat gelirlerimizde önemli bir yer tutması
orman, toprak ve su kaynaklarımızın korunması gerekliliğini daha fazla arttırmaktadır. Günümüzde son sınırına ulaşılan verimli tarım
topraklarımız her yıl, erozyon, tuzlulaşma ve alkalileşme gibi doğal etmenlerin yanında sanayi kuruluşları, kentsel yerleşim, turizm
yapılaşmaları, kum ve tuğla ocakları işgalisonucu amaç dışı kullanım ile hızla azalmaktadır.
Gerçekten istatistiklere göre 1970 yılında fert başına 4.4 da tarım arazisi düşerken, bu değer 1980 yılında 3.66 da olmuştur. 1990
yılında ise fert başına 3 da tarım arazisi düşebileceği sanılmaktadır. Bu duruma göre fert başına düşen tarım arazisi, amaç dışı
kullanım ve nüfusun da hızla artışıyla % 68 oranında azalma gösterecektir.
Ülkemizde tarımsal potansiyeli çok yüksek, uygun iklim koşullarına sahip ve yılda birden fazla ürün alınabilen ovalarımız
bulunmaktadır. Ancak ülkemizde fiziksel arazi kullanım planlamalarının yetersiz olması, aşırı nüfus artışı, plan ve programsız
sanayileşme bu tarımsal potansiyeli yüksek ovalarımızın giderek elden çıkmasına neden olmaktadır. Bu ovaların başında Bursa ovası gelmektedir.
Bu çalışmada amaç dışı toprak kullanımı sonucu ortaya çıkan sorunlar, alınması gerekli önlemler ve çözüm yolları belirlenmiştir. Atık su ile sulanan toprakların pH’ında düşme görülmesine karşın elektriksel iletkenliğinde önemli ölçüde artış kaydedilmiştir.
Yalnız atık su ile sulanan parsellerden elde edilen domates veriminin düşük olmasına karşın atık suyun belli oranlarda sulama suyu
ile karıştırılarak sulanan parsellerden elde edilen domates verimi normal sulama suyu ile sulanan parsellere oranla daha fazla
bulunmuştur. Ancak atık su mısır verimi üzerinde etkili olmamıştır.
İnsanoğlu varolduğu günden bu yana, hem çevresindeki olaylardan etkilenmiş, hem de çeşitli etkinlikleriyle çevresini etkilemiş, tahrip etmiş,
kirlenmesine ve bozulmasına neden olmuştur. Çevrenin bozulması demek, insanın yaşaması için gerekli olan ortamın bozulması demektir.
Dünyamızda; nüfus artışı sürmekte, enerji kaynakları tükenmekte, kirlenme (hava, su, toprak, kentsel katı atık, gürültü kirliliği) gittikçe
yayılmakta, çarpık kentleşme ve yeşil alan yetersizliği artmakta, gelişmiş ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurum derinleşmekte, içme suyu
zor bulunmakta, besin maddeleri güç ve ancak pahalı olarak sağlanabilmekte, ormanlar kaybolurken çölleşme artmakta, kaybolan yarım milyon
hayvan ve bitki türü ekolojik çeşitliliği ve sürekliliği tehdit etmekte, gittikçe sancılı ve gergin bir dünyada, çatışma riskleri, şimdiye kadar
görülmedik derecede büyümüş bulunmaktadır.
Yaşadığı biyolojik, kültürel ve toplumsal çevreden kendisini sorumlu tutan insan, doğal varlıkların korunması ve geliştirilmesi bakımından
gelecek kuşaklara karşı sorumlu olduğunu unutmamalı ve çevreyi korumak için ne yapabilirim deyip, insanca yaşam için gereken önlemleri almalı
ve bir an önce uygulamaya geçirmelidir.
Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı Habitat II Kent Zirvesi’nin (3-14 Haziran 1996, İstanbul) değindiği en önemli noktalardan biri
“İnsanlar için yaşanabilir çevre” idi. İnsanca yaşam için, ekolojik anlayışın, çevre bilincinin yaygınlaştırılması - güçlendirilmesi gerekmektedir.
Doğal kaynakların ölçülü kullanılması şehir planlama, katı atık yönetmeliği, kentlerin güzelleştirilmesi, çevreyi hem göze hem de ruha daha hitap
eder hale getirmek insanların birinci görevi olmalıdır.
Bu çalışmada kent ve çevre olgusu bir arada ele alınmış ve yaşanılabilir bir çevre ile yaşanabilir bir kent nasıl olmalıdır konusu irdelenmiş,
çözümler önerilmiş, bireye düşen görevler üzerinde durulmuştur. Kent ve çevre sorunları birçok yönüyle karmaşık bir yapıda gözükmesine karşın uygulanacak politika üç ana ilkenin etrafında
oluşturulmalıdır,(1):
1.Kirlenmenin kaynağında zarara yol açmadan önlenmesi,
2.Kirletenin faturayı ödemesi için çıkarılan yasalardaki yaptırımların caydırıcı olacak derecede ağırlaştırılması,
3.Demokratik kitle örgütleri ile kent yaşamında örgütlenmiş sosyal grupların kent ve çevre sorunları karşısında ortak hareket etmeleri ve bu
konuda merkezi ve yerel yönetimler üzerinde baskı oluşturacak şekilde ortak platformlar oluşturmaları.
Çevre Kirliliği
Canlı ve cansız varlıklar üzerinde zararlı tesirler bırakacak şekilde çevre şartlarında (fiziki, kimyevi ve biyolojik) meydana gelen değişikliklerin genel adı.
Çevre kirlenmesi, unsurlarının bir kısmı açısından dünya kurulduğundan bu tarafa mevcuttur.Ancak tabiatın yaratılışındaki var olan denge sebebiyle çevre kendi kendisini temizlemektedir.Fakat son asırda tabii dengeyi kirlenme oranı bakımından menfi yönde bozan ve tabii temizleme araçlarının kapasitesini aşan veya yok eden yoğun gelişmeler neticesinde, çevre kirlenmesi problemi olanca ağırlığıyla dünya çapında kendini hissettirmektedir.
Çevre, canlının içinde bulunduğu, tesir ettiği müteessir olduğu bir vasat olup, biyolojik ve fizikokimyasal durumu ile canlıda müsbet veya menfi değişikliklere sebep olur.Canlıların yaşayabilmesi için, genetik (irsi) yapı ve bundan mütevellid kabiliyetleri ile çevre şartlarının uygun bir düzen içerisinde bulunması gerekmektedir.Her canlı için belli çevre şartları söz konusudur.En uygun yaşama şartlarının dışına doğru çıkıldıkça, yani sınırlara yaklaştıkça canlıda bir takım fizyolojik değişmeler beklenebilir.Bu sınırlar dışına çıkılırsa canlı artık yaşayamaz.
Belli bir besin ortamı içerisinde yaşayan mikroorganizmalar, bu ortamı fizyolojik faaliyetleri sırasında çıkardıkları artık maddelerle kirletince, çevrenin kimyasal terkibinin değişerek yeni çevre şartları hasıl olur.Neticede bu ortam onlar için zararlı ve yaşanılamayacak bir hal alır.Dünyamız sınırlı bir ortam olmasına rağmen, canlıların hayati faaliyetleri icabı meydana gelen zararlı maddeleri çok karışık analiz yahut sentez hadiseleriyle tekrar eski hallerine çevirecek bir güce hassas bir dengeye sahiptir.Bu aslına dönüş süresi zararlı maddelerin terkibine göre değişir.Zararlı maddelerin aynı hal üzere kalması uzun sürerse, zararı da o nisbette tesirli olur.İnsanoğlu hayati faaliyetleri icabı çevresinin kimyasal terkibinde değişiklere ve uzun süre bozulmadan kalabilen zehirli maddelerin birikmesine sebeb olmuştur.
Çevreyi kirletici elemanlar : Yanma ürünleri ; insan dışkısı ; teneffüs edilmiş hava; tozlar, patojen mikroplar; buharlar; gazlar;, endüstriyel solventler, ekstrem (aşırı yüksek veya düşük) sıcaklıklar; zirai gübreler, infrared (kızıl altı, ötesi), ultraviolet (mor ötesi) ve hatta görünen ışık; iyonlaşan radyasyonlar; radyoizotoplar; gürültü; aşırı yüksek frekanslı ses ve bazı mikrodalgalı elektromanyetik radyasyonlar sayılabilir.
Böyle biyolojik, kimyevi veya fiziki maddelerin sadece mevcut olmaları,mutlaka kirletici olmalarını icab ettirmez.Kirlenmeyi tam tarif etmek için bunların zaman, mekan miktarı (konsantrasyon ve şiddet) ve zararlı tesir bakımından değerlendirilmeleri lazımdır.Kirleticiler sağlığa zarara, sıkıntı doğurmaya, ekonomik veya estetik zarar, kısa veya uzun bir zaman zarfında veya sonra sebep olabilirler.Kapalı yerlerde mevcudiyetine müsaade edilen kirletici konsantrasyonu, umumiyetle insan sıhhati düşünülerek tesbit edilir.
Bir organizma veya ekolojik cemiyetin etrafındaki karmaşık fiziki, kimyevi ve biyolojik faktörler, birçok canlı türlerinin biri veya birçoğuna tek taraflı veya karşılıklı olarak tesir edilerek, onların teşekkül, gelişme ve yaşamasında rol oynar.Bir çevre elemanı, bir canlı türü için kirleticiyken, aynı eleman diğer bir tür için arzu edilen bir besleyici durumunda olabilir.bu yüzden kirlenme ve bulaşmanın tarifi eksereriya zor olur.İnsan veya herhangi bir diğer organizmanın yaşaması sonucu atılan ve teşekkül eden, ortaya çıkan metabolik ifrazat, diğer organizmalarca ekolojiyi dengelemek üzere kullanılmadıkça çevre kirlenmesine yol açar.Ayrıca, enerjiyi ve maddeyi kullanılabilir ürünlere dönüştürmede (tahvil etmede) insan ekseriya verimsiz,israfçı ve düşüncesiz davranmaktadır.Böylece sanayii kaynaklı kirleticilerin çevreye yayılmasına sebep olmaktadır.Bundan dolayı çevre kirlenmesinin günümüzdeki problemleri, insan nüfusunun hızla çoğalması ve genişleyen teknolojiden kaynaklanmaktadır.
Su ve kıyı kirlenmesi : Suların kullanış maksadının elverişsiz hale gelmesine su kirlenmesi denir.Bu durumdaki sular içmek içi kullanılmaz.Kullanma ve sulama sularından da başka mahzurlar ortaya çıkar.Irmak, göl ve denizlerde ise balıklar ölür, diğer canlılar tür ve sayı olarak azalır.Hava da kirlenmeye başlar.turistik, dinlenme, yüzme ve seyirlik değeri kaybolur.İçindeki malzemeyi çürütücü olur.Ulaşım imkanlarını azaltır.Yüzeylerinde köpük teşekkül eder.Tatlı suların renk, koku ve tatları değişir.Su yosunları önce çoğalır.Sonra ölerek, kirlenmeyi arttırır.
Meskenlerden dışarıya atılan sıvı artıklar, endüstri tesislerinden çıkan sıvı (sıcak su, zehirli su, asitli su, bazik su, yıkama suyu, deterjanlar, organik artıklar) ve katı artıklar (çöp, moloz gibi), derelerden ve yamaçlardan gelen erozyon malzemeleri, madeni artıklar (eski eşya, alet makine vs.) ve ziraat alanlarından gelen gübre ve ilaç artıkları vs. gibi hususlar, kirlenmenin başlıca sebepleridir.
Japonya’da civalı artıkların denize akması ve buradan yakalanan balıkların yenilmesi neticesinde pek çok insan ölmüştür.Sağ kalanlarda felç, sağırlık, körlük, ağrılar ve delilik meydana gelmiş, gebe kadınlar anormal çocuk doğurmuştur.Dünyanın birçok ülkesinde çinko fabrikası artıkları ile sulanan çeltikleri yiyen kimselerde kalsiyum noksanlığından oluşan kemik erimesi hastalığı meydana gelmiş ve gelmektedir.
Bugün Avrupa’da ve Amerika’da pek çok nehir adeta zehir akıtmakta, içme suyu kanallarına sızarak onları da zehirlemektedir.
1990 sonlarında Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında ateşe verilen petrol kuyularında Ortadoğu ve Asya kıtasının önemli bir bölümünde çevreyi deniz, hava ve toprak olmak üzere üç cepheden kirletti.Uzmanlara göre denize pompalanan 11 milyon varil petrol, denizin içindeki canlılar bakımından dünyanın en zengin bölgesi olan Basra Körfezini ölü deniz haline getirdi.1992 yılının sonunda tamamen söndürülmüş olan petrol kuyularından çıkan yarım milyon ton petrol duman olarak atmosfere karıştı.Bu duman komşu ülkelere yayılıp asit yağmuruna dönüşerek, daha uzun yıllar tarımda verimliliği azaltan duman içinde bulunan 10.000 tondan fazla is, kükürt, çeşitli zehirli gazlar karbondioksit ve büyük miktarda kanser yapıcı hidrokarbonlar çevreye yayıldı.Yine 80 kuyudan fışkıran binlerce ton ham petrol Kuveyt çöllerinde kirli bir nehir gibi aktı.
Son yıllarda artan nüfus baskısı, gelişen turizm, plansız yerleşim ve endüstrinin meydana getirdiği kirlilik, yanlış arazi planlaması, kıyıları da belirli bir düzeyde etkileyen asrın meseleleri olmuştur.Burada cehaletin payı da unutulmamalıdır.
Türkiye’de plansız ve düzensiz bir kıyı kullanımının ortaya çıkardığı bir panorama vardır.Bakıldığında göze çirkin gözüken bir yapılaşma kaybolan tabii güzellik yerine renksiz beton yığınları veya şekilsiz binalar ve kulübeler görülmektedir.Tabii bunlarla beraber gelen yoğun kullanma sonucu kanalizasyon, çöpler ve tahrip edilen kıyı bitki örtüsü de bu zincirin halkalarını teşkil etmektedir.
Diğer taraftan endüstrinin kıyı ekolojisinde yaptığı değişiklik, kirlenmeden doğan tahribat, kıyıda yaşayan canlıların sonu olmaktadır.
İzmit, İzmir Körfezleri, Haliç, kirlemiş bir Marmara Denizi ve her geçen yıl tabi olarak kendini temizleyebileceği miktarın üstünde kirletilmekte olan diğer kıyılarımız da suda çözülmüş oksijeni azaldığı ve kolibasillerinin yaşadığı değişik bir ortam teşekkül ettirmektedir.Bilhassa Haliç ve İzmit Körfezi ülkemiz deniz kıyılarında su ve kıyı kirlenmesinin çok yüksek seviyelere ulaştığı iki yerdir.
Hava kirlenmesi :Bu kirlenme yakıt kullanılmasından, artan sanayileşmeden ve şehirlerde aşırı derecede nüfus şişmesinden kaynaklanır.Kirletici maddeler gaz, sıvı damlacıkları (zerrecikler) veya bunların karışımı şeklinde olur.Bu maddeler ; ya doğrudan bir kaynaktan çıkıp yayılır veya atmosferde yayılan maddelerin kendi aralarında veya atmosferik bileşenlerle ve fotokimyasal bir faaliyet mevcut olup olmaması şartı altında reaksiyona girerek ortaya çıkar.Esas kirleticiler ; 100 mikrondan daha büyük çaptaki kaba tanecikler, kükürt bileşikleri, organik bileşikler, azot bileşikleri, oksijen bileşikleri, halojen bileşikleri ve radyoaktif bileşikleridir.
İnce aerosiller içinde karbon zerreleri, metalik tozlar, silikatlar, florürler, reçineler, katranlar (kurumlar), çiçek tozları, mantarlar, katı oksitler, nitratlar, sülfatlar, klorürler, aromatik bileşikler vs. ihtiva eder.Bunlar zerrecikler olarak ışığı dağıtırlar böylece katalizörümsü rol oynayarak absorbe edilmiş kirleticiler arasında en çok ince bir şekilde bölünmüş durumlarından faydalanarak reaksiyonların meydana gelmesini sağlarlar.Yine bunlar elektrostatik yük taşıyıcı olarak diğer zerrelerin ve gazların kondansasyonuna ve bir araya gelmelerine sebep olurlar.Yine bunların bazıları kimyasal türden olmaları sebebiyle bitkilere ve hayvanlara çok toksit (zehirli) ve korroziv (aşındırıcı) bir etki yaparlar.Radyoaktif oldukları ölçüde normal radyasyon dozajını arttırır.Kanser veya mutasyon (hücrelerdeki değişme) doğuran faktörler olurlar.Sırf bir toz olarak elbiseleri, binaları ve bedeni kirletirler.100 mikrondan daha büyük çaplı taneciklerde benzer problemler ortaya koymakla beraber kendileri yer çekim kuvveti tesiriyle havada kolay ayrıldıklarından dolayı bu problemler daha az olarak meydana gelir.Bunların boyutlarını büyük olması insan ve hayvan akciğerlerine önemli miktarlarda girmelerini önler.Mamafih, bunların kirletici tesiri daha belirgindir.Çünkü çıktıkları kaynağın etrafında hemen yığılırlar.Kükürt bileşiklerinden olan kükürt oksitler ile hidrojen sülfürün tahriş edici özellikleri vardır.Atmosfere verilen organik bileşikler içinde hidro karbonlar ve bunların yanma ürünleri ile halojenli türevleri bulunur.Bunlar buhar halinde oldukları gibi bazen damlacık veya zerreler şeklinde yayılır.Bu hidrokarbonların, bilhassa olinükleer aromatik türleri memeli deney hayvanlarında kansere yol açtığı görülmüştür.Atmosfere yayılan azot bileşikleri, daha çok azot oksitler ve amonyak şeklindedir.Azot oksitler yüksek dereceli yanmalarda ve diğer sanayii işlemlerde ortaya çıkar.Azot oksitlerin düşük konsantrasyonlarda bile tahriş edici özelliğinin yanında hava kirleticisi olarak esas ehemmiyet arz ettiği durum bunların atmosferdeki fotokimyasal reaksiyona katılmasıdır.
Endüstriyel kirleticiler :Fabrika ve bina bacalarından, araba egzozlarından çıkan gazlar, insan, hayvan ve bitkilere zararlı olmaktadır.Bilhassa sanayileşmiş ülkeleri ilgilendiren bu hal atmosferik hareketler sebebiyle geri kalmış ülkeleri de alakadar eder:
Her insan günde 14.000 lt hava kullanmaktadır.O halde insanın hava ile alacağı çok düşük nispette zehirler, kısa zamanda öldürücü doza yaklaşabilir.Zehirlerin vücutta birikme süreleriyle alınan ve atılan zehirlerin farkı insanlar için mühimdir.Eğer zehirin vücuttan atılışı yavaşsa ve vücutta birikmesi görülüyorsa zehirlenme kısa zamanda kendini gösterir.
Havaya karışan bu maddeler kesif yahut şeffaf bir sis bulutu halinde şehirlerin üzerini kapatır.Isı tersliği denilen hadiselerin vukuunda tesirleri çok daha fazla olur.Genellikle toprağa yakın hava daha sıcaktır.Dolayısıyla zehirli gazların büyük bir kısmı bu sıcak hava kütlesiyle beraber taşınır.Isı tersliği (inversyon) halinde, yani yere yakın havanın soğuk, onun üstündeki hava tabakasının sıcak olması sebebiyle kirli hava şehrin üzerini kapatır.
1948’de ABD’de Donora şehri vadisinde çinko, demir ve öteki fabrikalardan çıkan ısı tersliği sebebiyle sıkışmış ve nüfusun % 43 olan 5910 kişinin hastalanmasına sebep olmuş, neticede solunum ve kalp hastalıklarından 20 kişi ölmüştür.1952 yılında Londra’da da böyle öldürücü bir olay meydana gelmiştir.Dört gün devam eden zehirli sisler şehirde görüşü sıfıra indirmiş ve dördüncü günün sonunda doktor ve hemşirelerden başka sokakta kimse kalmamış, zatürre, bronşit ve kalp hastalıkları baş göstermiştir.Neticede 4000 kişi ölmüştür.Bu tarihte Londra sisi, normale nazaran 10 misli kükürt dioksit ve 20 misli toz ihtiva ediyordu.
Otomobil egzozlarından çıkan zehirli sisler güneşi kapatır.Her bin otomobil günde 3000 kg karbondioksit, 200-400 kg hidrokarbon buharı, 50-150 kg azot oksitleri neşreder.Bu gazların laboratuar hayvanlarında kanser yaptığı görülmüştür.
Havayı kirleten bu gazlar ayrı, ayrı incelenirse, sebep oldukları arızalar şöyle sıralanabilir :
Kükürt dioksit (SO2) :Bu gazın sebep olduğu kirliliğin anlaşılması 19. yüzyılda başlar.Bugün için daha fazla önemi haizdir.Kömür, mineral yağlar % 0.5 – 2.5 bazen % 5’e kadar kükürt dioksit ihtiva ederler.Demir endüstrisi, petrol ve yağ rafinelerinin bulunduğu yerlerde bu gaz sahaları kaplar.Havadaki su ile birleşince, sülfürik asit teşekkül eder.Bu asit ciğerlerin, madenlerin,mermerlerin tahrip olmasına sebep olur.Atina ve Roma’daki tarihi yapıların bunun için geçen asra nazaran daha fazla karardığı ve yıprandığı anlaşılmıştır.
İnsanlarda bazı hastalıklara sebep olur.Petrol rafinerilerinden çıkan SO2 Yokkaichi astımı denilen müzmin bronşite sebep olmaktadır.Bazı bitkiler 10 milyonda 2 kısım SO2 ‘ye maruz kalınca zarar görürler.Yonca, arpa, yulaf, turp, marul ve çam ağaçları en hassas bitkiler arasındadır.Simptomları karakteristik olup, damarlar yeşil olduğu halde damar aralarında nekrotik sararmalar görülür.
Bununla beraber SO2 ‘nin kara leke hastalığının salgın yapısını önlediği müşahede edilmiştir.İkinci Dünya Harbi sırasında Amsterdam’da bütün fabrikalar durdurulmuştu.
Hidrojen florür (HF) : Tipik bir sanayii gazı olan Hf, çelik , alüminyum, süperfosfat fabrikalarından çıkar.SO2 ile beraber bulunursa, daha tehlikeli olur.Hele en hassas bitki Glayöl olup, konsantrasyon olarak milyarlarda bir kısım miktarda bile zarar görür.Diğer hassas bitkiler lale, frezya, bazı çam türleri, asma , şeftali ve kayısıdır.Yapraklarda SO2’den farklı simptomlar gösterir.Daha ziyade yaprak kenarında sararmalar görülür.Soğanlı bitkilerin soğan verimini azaltır.Son zamanlarda HF’ün bitki dokusunda absorbe edildiği, flor bileşiklerini çevrildiği, bazı enzim sistemlerini bloke ettiği, sitrik asit çemberini etkilediği ve böylece metabolizma faaliyetlerini bozduğu anlaşılmıştır.
İsviçre’de ilgi çekici bir durum görülmüştür.Normal NPK (azot, fosfor, potasyum) karışımına bir miktar bor ilave edilerek gübreleme yapıldığında, bağlar HF’den fazla zarar görmüşlerdir.Bazı çam türlerinin de çok uzak mesafelerden zarar gördüğü tespit edilmiştir.Avrupa ve ABD’de yapılan denemeler HF’ün böcek hastalıkları üzerinde müspet etkileri görüldüğü halde, atmosferde, HF bulunan bölgelerde kolonilerin azaldığı görülmüştür.
Yine HF ile bulaşık bölgelerde çamlarda gal yapan galafildi’nin zararı artmış ve ağaç başına ortalama 500-2000 gal tespit edilmiştir.
Karbon monoksit (CO) : Petrolün yanmasıyla açığa çıkar.Egzozlardan bol miktarda CO neşrolunur.Şiddetli bir solunum zehiridir.Teneffüs edilirse insanları öldürür.Kanda % 5 karboxyhemoglobin teşekkül ettiği zaman simptomları hissedilir.
Hidrokarbon buharları : Petrol ürünü olup, araba egzozlarından çıkar.en önemlileri etilen ve peroxyacidnitrat (kısaca PAN)’dır.Etilen direkt olarak bitki hayatına zarar verir.Çok düşük konsantrasyonla normal büyüme hormonu olarak rol oynar.Fazla miktarda ise tomurcuklanmayı önler ve yaprakları döker.PAN fotokimyasal oksidant bir madde olup, insanlara etkisi başlangıçta fark edilmez.Bir saat sonra güneş ışığında fotokimyasal reaksiyon ile tanınır.Göz ve mukozalara tesir eder.Bitkilerde oldukça karakteristik simptomların müşahede edilmiştir.Bazı çayır bitkilerinde yaprağı dipte, ortada ve içte olmak üzere enlemesine bölen nekrotik lekeler hasıl eder.
PAN’ın hücre duvarı formasyonunda önemli bir enzim olan enolaz’ı inaktive ettiği bilinmektedir.Bazı bitkilerin yaprak altı yüzünde gümüşümsü tahribat yapar.
Azot oksitleri : Arabalardan, doymamış hidrokarbon kullanan fabrikalardan, kaçan gazlardan meydana gelir.Fotokimyasal bir oksidanttır.PAN’ın terkibine girer.Trafiğin yoğun olduğu yerlerde daha fazladır.Yüksek dozda SO2 simptomlarına benzer simptomlar gösterir.Yapılan denemeler de milyarda 250 kısım NO2 ile fümiğe edilen (tütsülenen) domateslerin erken kartlaştığı ve mahsulün % 22 nispetinde düştüğü görülmüştür.
Ozon (O3) : Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak arabalardan meydana gelir.Oksidant bir maddedir.Tütün, ozona çok hassasdır.Reaksiyonu palizat hücrelerinde ve yaprağın üst yüzündedir.Bitki hastalıkları ve zararları üzerine ilgi çekici rolü görülmüştür.Bazı bitki hastalıklarının gelişmesine engel olur.Bazı hallerde virüs ile hastalandırılmış bitkiler ozona karşı daha az hassasiyet göstermiştir.Tütün mozaik virüsü ile enfekte edilmiş tütünlerde temiz havadakilere nazaran ozon tütsülenmesine tabi tutulanlar % 21 nispetinde daha fazla hastalanmışlardır.Böylece ozonun virüs aktivitesini arttırdığı görülmüştür.Ozon bazı hastalık ve haşerelere değişik cevaplar vermiştir.
Ülkemizde hava kirliliğinin en tipik örneği Ankara’da görülmüş, ancak son yıllarda kaliteli yakıt ve “doğal gaz” kullanılmasıyla şehir kirliliği nispeten azaltılmıştır.Nefes almada güçlük çekilen Ankara’nın kirli havası her geçen yıl daha da tehlikeli boyutlara ulaşmaktaydı.Bu durum, 1930 ‘lardan itibaren devam edegelmiştir.Ankara sanayi şehri olmadığından havanın kirlenmesinin sebebi bacalardan çıkan duman parçacıkları toz ile motorlu taşıtların egzoz gazlarıdır.Bu kirliliklerin şehir atmosferine dağılmasında şehrin kurulduğu bölgenin coğrafik, topoğrafik ve meteorolojik özelliklerinin ve şehrin plan ve inşa özelliklerinin de payı büyüktür.Dünya’nın en kirli şehirleri arasında yer alan Ankara’nın havasında 11 Ocak 1982 günü, kükürt dioksit ortalaması 752,4 mikrogram/m3’e ulaşmıştır.5 Ocak 1981 günü Ankara havasındaki kükürt dioksit derişimi 1060,9 mikrogram/m3 , 18 Ocak 1980 günü ise 1334,5 mikrogram/m3 olmuştur.
Toprak kirlenmesi:Toprak insanların en önemli tabii kaynaklarından biridir.Zamanımızda çevrenin kirlenme sebebiyle toprak da tehlikeye maruz kalmakta ve zararlı hale getirilmektedir.Toprağın bu kirlenmesi tarımda kullanılan ilaçlardan, gübrelerden,sanayi artıklarından, radyoaktif izotoplardan ve beton, asfalt, kalay, demir, kurşun, alüminyum, polietilen gibi kirleticilerden petrol ve sıvı artıklarından ileri gelmektedir.
Zirai mücadele ilaçları tatbik edildikten sonra uzun süre bozulmadan kalabilmektedir.Yapılan araştırmalara göre bu süre 3 ay ile 5 yıl arasında değişmektedir.Tatbik sahasından rüzgar erozyonu sebebiyle bitki parçacıkları, tohum sporları ve tozlarla, toprak ve bitki buharları ile, sulardan dalga serpintileri ile bulutlara taşınan pestisitler her tarafa yayılmakta, rüzgar, sis, yağmur ve karla tekrar toprak veya sulara karışmaktadır.Farklı kaynaklara göre pestisitlerin % 10 ila % 70 ‘nin tatbik sahası dışına taşmadığı bildirilmektedir.
Radyoaktif kirleticiler : Enerji üreten atom reaktörlerinden çıkan artık, kaza sonucu veya izotop artıkları ile radyoaktif maddelerin kendilerinden doğan bir kirliliktir.Radyum, uranyum gibi bazı elementlerin fizik ve fizyolojik etkiye sahip ışınlar neşretmelerine radyoaktivite denir.Radyoaktif maddelerin atom çekirdeklerini parçalaması sonucu o madde yok olur ve korkunç bir enerji hasıl olur.Bundan istifade ile atom bombası yapılmıştır.Atom bombası patladığında kısa sürede çok yüksek ısı, ışın ve sadme etkileri meydana gelir.Bu sebeple atom bombası patlatılan yerdeki katı cisimler de gaz haline geçer ve havaya karışan bu maddeler patlayıcı maddenin yanı sıra radyoaktif maddenin artıklarını taşır.Meydana gelen radyoaktif bulutlar birkaç yüz km ‘ye kadar yayılarak yere düşer.
Radyoaktif maddeler neşrettikleri şualarla (bilhassa gamma ışınları) canlı hücre, dolayısıyla dokulara etki ederek bir takım arazların ortaya çıkmasına sebep olurlar.Akyuvarlar tahrip olmakta alyuvarlar üreyememekte dokular tahrip olarak kanser meydana gelmektedir.Radyoaktif tesire maruz kalmış ana ve babaların çocuklarında çeşitli anormallikler ortaya çıkar.Halen Japonya’da atom bombasının etkilerinin silinememiş olması ve zararlarını ırsiyete intikal etmesi, bu tesirin korkunçluğunu ortaya koyar.
Biyolojik kirleticiler : Mikroorganizmalar (mikroplar, bakteriler), insan, hayvan ve bakterilerden hastalık yapan canlıların (patojen) bir kısmı, devamlı olarak çevrede müsait şartlar bulursa faaliyetini arttırır.Bu şartlar ortadan kalkarsa faaliyeti yavaşlar veya durur.Kendisi için müsait ortam ulaşırsa salgınlar meydana gelir.Salgın esnasında, çevre artık o tesirle kirlenmiştir.Mikropların azalması, yani hayatın devam ettiremeyecek seviyeye düşmesi veya koruyucu tedbirlerin alınmasıyla veya bazı şartlarda bağışıklığın hasıl olmasıyla salgınlar a ortadan kalkar.Neticede fazla çoğalan hastalık mikrobu azalır ve tekrar denge sağlanmış olur.
Avrupa’da 1840 yılında patateslerde görülen mantar hastalığı sebebiyle birçok kimse Amerika’ya göç etmek zorunda kalmıştır.1850’de Fransa’ya giren ve bağlarda korkunç zararlar yapan Filoksera uzun seneler her yıl ortalama bir milyon Frank zarara sebep olmuştur.1843’de Kırım’da başlayan veba salgını Avrupa’ya sıçramış ve 8 yıl devam ederek 25 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur.Hastalığın çıktığı yerde mümkün olan koruyucu tedbirlere ve karantina uygulamasına geçilse bile bazı şartlarda insanoğlu aciz kalmaktadır.Nitekim bazı mantar sporları atmosfer hareketi ile 12.000 kilometreye kadar yayılabilmektedir.
Dolayısıyla salgınlara karşı dikkatli ve devamlı tedbirlerin alınması lazımdır.Aksi halde korkunç neticelerle karşılaşmak mümkündür.Son yıllarda çevre kirlenmesi mevzunda yapılan neşriyatlarla kamuoyu aydınlatılmıştır.Bilim adamları dünyanın aya giden bir uzay gemisinden alınmış resimlere işaret ederek, bütün insanların yer küresi adındaki uzay gemisine binmiş astronotlar olduğunu hatırlatmıştır.Bu gemiye eskiden beri oldukça iyi dengelenmiş bir hayati destek sistemi ihsan edilmiştir.Bu sistem öyle büyüktür ki, milyonlarca insanın ihtiyacını karşılamaktadır.Bu dengenin ne kadar süreceği ve ne derece insana faydalı olacağı, muazzam teknolojik, politik ve dini çok yönlü meseleler arz eden bir sorudur.Sanayileşme, insan kültürlerinin bütün üyeleri için yeterli bir hayat seviyesi geliştirmek bakımından lazım olmasına rağmen, madde ve enerjiyi verimli bir tarzda kullanmak ve bu hedefe artık madde hasıl etmeden varmak, gittikçe artan güçlüklerdendir.Artık madde üretilmesi de kirlenmenin kaynağını teşkil eder.
Kültürel gelişme ve sanayileşme, insanlar ile yani nüfusla doğru orantılıdır.İnsan nüfusundaki artma doğuştan ziyade ölüm hızındaki değişimle ilgilidir.
Çevre kirlenmesi ile mücadele: Çevre kirliliği ile mücadelenin iki ana noktası mevcuttur.Bunlar ; bozulmamışı bozulmaktan koruma (dış etkileri ortadan kaldırma) ve bozulmuşu düzeltmedir.Bunun için kirleticiler daha kaynaklarında iken yayılmadan tamamen veya kısmen tutulur.Mesela ; hava kirlenmesinden gaz çıkış yerlerine çeşitli filtreler takılır.Kanalizasyon suları arıtma tesislerinde çökertme, havalandırma, süzme, nötrleştirme, dezenfeksiyon gibi işlemlerden sonra tabiata terk edilir.Denizlerde, kıyılarda, nehir deltalarında çeşitli tedbirler alınır.Gemilerin artıklarını rastgele boşaltmalarını, sahil şeridini kanalizasyon ve çöp birikintilerinin verilmesine ve nehirlerin erozyon toprağı ile yatağını doldurmalarına mani olunur.
Umumiyetle gürültü “istenmeyen bir ses” olarak tarif edilir.Halbuki günümüzde gürültüyü “insan sağlığına zararlı bir ses” diye tarif etmek daha doğrudur.Çok fazla gürültü işitme duyusunun kaybolmasında yüksek tansiyona kadar çeşitli şekillerde insan sağlığına zarar verebiliyor ama gürültü ile geçen kamyonların sesine dışarıda top oynayan çocukların sesini, elektronik beton delicinin kulak tırmalayıcı gürültüsünü, sonuna kadar açılan teybin ve radyonun bağırtılarını duymamazlıktan gelmek mümkün değildir.
O halde gürültü ile birlikte yaşamaya alışıp sağlığa en az zarar verecek şekilde indirecek tedbirleri almalıdır.Hiç beklenilmeyen çok yüksek bir ses duyulduğu zaman kan damarlarında hormonlar dolaşır, kalpler daha hızlı çarpar, eller buz gibi olur, ağız kurur, mide yerinden oynamış gibi olur.bu şiddetli tepkinin sonucu sinir sistemi, kalp ve diğer organlarda belli bir gerginlik ortaya çıkar.bu gerginliğin devamlı ve sık görülmesinin sonucu, gürültülü fabrikalarda çalışan işçilerde işitme duyusunun kaybolması kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, ülser gibi çeşitli mide hastalıkları, sinir hastalıkları gibi sağlık meseleleri, sessiz yerlerde çalışan işçilere nispetle daha çok görülür.
Gürültüyü önlemek için turbo jet tipi uçak motorları turbo fan şekline dönüştürülüp, fanların da gürültüsü azaltılmaya çalışılmaktadır.Aletler ve makineler gürültüsüz tipe dönüştürülmekte veya gürültüyü yutacak malzemeler kullanılarak alet ve binalar izole edilmektedir.Otoyollarda gürültüyü tutucu duvarlar inşa edilmektedir.Kulaklarda köpüklü lastik veya bal mumu katılmış pamuk tıkaçlar kullanılmaktadır.