İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - OLCAY

Sayfa: 1 ... 430 431 [432] 433 434 ... 495
6466
Fizik / Moment ve Denge
« : Ekim 10, 2007, 11:19:03 ÖS »
Moment ve Denge

İki noktası ya da en az bir noktası sabit olan cisimlere bir kuvvet uygulandığında, cisim sabit bir nokta veya eksen etrafında dönme hareketi yapar.
Kapı ve pencereleri açıp kaparken, musluğu çevirirken, kapı anahtarını ve vidayı tornavida ile çevirirken kuvvetin döndürme etkisinden faydalanırız. Bir kuvvetin döndürücü etkisine moment denir. M sembolü ile gösterilir ve vektörel bir büyüklüktür.

Momentin büyüklüğü, uygulanan kuvvet ile, kuvvetin sabit nokta ya da eksene olan dik uzaklığının çarpımına eşittir. Şekildeki çubuk, O noktasından sabitlenmiş olup, O dan geçen dik eksen etrafında dönebilmektedir. F kuvvetinin O noktasına göre momenti M = F . d bağıntısı ile hesaplanır.

O noktasından sabitlenmiş çubuğa F1 ve F2 kuvvetleri uygulandığında, kuvvetlerin etkime doğrultusu şekildeki gibi O noktasından geçiyorsa
M = F . d bağıntısına göre, her iki kuvvet için de d dik uzaklıkları sıfır olduğundan, bu kuvvetlerin döndürücü etkisi yoktur. Yani F1 ve F2 kuvvetlerinin O noktasına göre momentleri sıfırdır http://www.hucrem.com


O noktasından sabitlenmiş çubuğa F kuvveti şekildeki gibi uygulanırsa, kuvvetin O noktasına göre momenti iki yoldan bulunur.


I. Yol : F kuvveti, biri çubuğa paralel, diğeri ise çubuğa dik iki bileşenine ayrılır. Çubuğa paralel olan Fx bileşeninin uygulama doğrultusu O noktasından geçtiği için döndürücü etkisi yoktur. Yani momenti sıfırdır. Fy bileşeni çubuğa dik olduğundan O noktasına göre momenti,
M = Fy . l olur. (Fy = F . sina dır.) r

II. Yol : F kuvvetinin Onoktasına göre momenti bulunurken dik uzaklık olarak, kuvvetin etkime doğrultusuna dönme noktasından çizilen dik uzaklık kullanılır. O ya göre moment M = F . d dir.


Bileşke Moment
Moment vektörel bir büyüklük olduğundan, birden fazla kuvvetin etkisinde kalan cismin hangi yönde döndüğünü bulabilmek için momentlerin vektörel toplamını yani bileşke momenti bulmak gerekir.

Ağırlığı önemsiz şekildeki çubuk O noktasından sabitlenmiştir. F1, F2, F3 kuvvetlerinin O noktasına göre bileşke momentini bulmak için önce kuvvetlerin çubuğa hangi yönde döndürücü etki yaptıkları tespit edilir. Herhangi bir yön (+), zıt yön ise (–) seçilir. F1 ve F2 kuvvetleri çubuğu O noktasına göre (–) kabul edilen yönde döndürücü etki yaparken, F3 kuvveti (+) yönde döndürücü etki yapar. O noktasına göre kuvvetlerin toplam momenti, kuvvetlerin ayrı ayrı momentlerinin cebirsel toplamına eşittir.
SM = F3 . d3 – (F1 . d1 + F2 . d2)


Kuvvetlerin şiddetine ve O noktasına olan dik uzaklık değerlerine göre, bu işlemin üç sonucu vardır. Sonuç (+) ve (–) değerde çıkabildiği gibi sıfır da çıkabilir. Sonucun (+) değerde çıkması, çubuğun (+) kabul edilen yönde ve çıkan değer kadar bir momentle döndüğünü ifade eder.
Sonucun (–) değerli çıkması da, benzer şekilde çubuğun (–) yönde çıkan değer kadar bir momentle döndüğünü ifade eder.
Sonucun sıfır çıkması yani bileşke momentin sıfır olması çubuğun dengede kalması demektir. Bu durumda çubuk duruyor ya da sabit hızla dönüyordur.

Kuvvet Çifti
2d uzunluğundaki çubuk O noktasından geçen dik eksen etrafında dönebilmektedir. Aynı düzlemde, eşit büyüklükteki kuvvetler şekildeki gibi zıt yönlü uygulandıklarında çubuk ok yönünde döner.
Bu sisteme kuvvet çifti denir. Kuvvet çiftinin denge noktası yoktur. Çubuk 2F . d kadarlık toplam momentle döner. Arabanın direksiyonu çevrilirken, musluklar açılıp kapanırken, anahtar döndürülürken kuvvet çifti uygulanır.





Denge
Üzerine kuvvet etkiyen bir cismin ya da sistemin kesin olarak dengede kalabilmesi için iki şartın gerçekleşmesi gerekir.
Dengenin 1. şartı
Bir cismin dengede kalabilmesi için üzerine etkiyen kuvvetlerin bileşkesi sıfır olmalıdır.
SF = 0 => SFx = 0, SFy = 0 olmalıdır.
Dengenin 2. şartı
Bir cismin dengede kalabilmesi için üzerine etkiyen kuvvetlerin dönme noktasına ya da eksenine göre momentlerinin toplamı sıfır olmalıdır.
SM = 0 olmalıdır.
Eğer bir sistemin dengede olduğu söyleniyorsa, yukarıdaki iki şartın sağlandığı söyleniyor demektir.

6467
Komik Resimler / bir öpücük..
« : Ekim 10, 2007, 11:15:39 ÖS »
 :kk Pooohahahahaha ne güldüm yaaa gitmiş gitmiş kafa  :kat makarna gibi çekio  :D

6468
Fizik / Fizik Paradoksları
« : Ekim 10, 2007, 11:00:17 ÖS »
Fizik Paradoksları:

Olbers Paradoksu

Bu paradoks, biraz da artronomi ile ilgili.

Olbers, araştırmaları neticesinde, şu fikirlere vardı:

a) Kâinatın (uzayın), başlangıcı ve sonu yoktur.
b) Kâinatın bir sınırı yoktur.
c) Kâinattaki yıldızlar, düzenli bir şekilde dağılmıştır.
d) Kâinatın büyüklüğü sabittir.
e) Diğer yıldızlardan gelen ışığı engelleyici bir faktör yoktur.

Bütün bunlara dayanarak, Olbers'e göre gece gökyüzünün çok parlak olması gerekir. Çünkü sonsuz adet ışık kaynağı yani yıldız mevcuttur. Gece, karanlık olduğuna göre yanlış olan birşeyler var. Yapılan araştırmalar, kâinatın bir başlangıcı olduğunu ispatlamıştır. Kâinatın saniyede 60 bin km. hızla genişlediği de ilmî bir gerçektir. Yıldızlardan gelen ışığı engelleyen bir faktör mevcut olsa idi, bu faktörün ısınması ve daha sonra da ışık kaynağına dönüşmesi gerekirdi. O halde gökyüzü gece parlak değilse bunun birkaç sebebi vardır:

a) Kâinatın mutlaka bir başlangıcı vardır.
b) Kâinatın büyüklüğü sabit değildir. Yani genişliyor.
c) Yıldız sayısı sınırlıdır.
d) Yıldızlar kâinatta düzenli olarak dağılmamıştır.



Aristodan:

Kabul edelim ki eşit ağırlıkta ve özellikte iki cismi belli bir yükseklikten attığımızda ikisi de aynı zamanda yere düşer. Şimdi bu iki cismi birbirine bağlayıp tekrar atalım. Aristo'ya göre bu cisimler daha hızlı düşmelidir. Çünkü artık ağırlıkların iki katı olan tek bir nesne olmuşlardır. Ya da olayı bir de şöyle düşünelim:
Ağırlıkları A ve a olan iki cisim düşünelim. Aristo'ya göre daha ağır olan A, daha hızlı düşer. Hızlarına da B ve b diyelim. Bu iki cismi birbirine bağladığımızda, A, a'yı kendine yani aşağı doğru çekecek; a da A'yı yukarı doğru çekecektir. Bu cisimler, yere B ve b arasında bir hızla yere düşmelidir. Ama Aristo der ki:

-" Cisimleri birbirine bağladığımızda ağır olandan daha ağır bir cisim elde etmiş oluruz. O halde A'dan daha hızlı düşmeliler."



Amperler:

Üç fazlı dağıtımda, 2 amper ile 2 amper, dört amper etmez. Yani üçgen bağlama motorda:

2 amp + 2 amp = 3.4641 amp olur.



İkizler:

Fizikte en önemli paradokslardan biride ikizler paradoksudur.

Buna göre ikiz olan kardeşlerden biri ışık hızı ile uzaya fırlatılsa ve 50 sene sonra dünyaya tekrar gelse dünyada kalan ikizin yaşı "x+50", uzaydan gelenin yaşı ise "x+50>gelen" olacaktır. Yani biri yaşlı biri genç ama bir çok bilim çevresi zamanda böyle bir yolculuğun ışık hızına dahi çıkılsa mümkün olmayacağını iddia eder. Çünkü eğer böyle olsa idi ışık sürekli geçmişe yol alır. Evrende sürekli yer değiştirmeyen ışık bütün evreni aydınlatırdı.Fakat atmosferimize çarpan mezonların 1sn lık anı, 10 dk gibi geçirdikleri ispatlanmıştır

6469
Fizik / Elektroliz Nedir?
« : Ekim 10, 2007, 10:57:22 ÖS »
Elektroliz Nedir?



Bir elektrik akımı tarafından aşılan bir elektrolitin uğradığı ayrışmaya elektroliz denir. Elektroliz, bu akımın elektrolit içinde iletilmesiyle birlikte gelişir. Elektrolit, çoğunlukla erimiş olarak ya da bir tuz eriyiğinin sulu çözeltisi halindedir. Volta pilinin bulunmasıyla (1800) ve suyun elektrolizine uygulanmasıyla ilgili ilk deneyler, XIX. yy’ın başlarında gerçekleştirilmiştir.Elektroliz sözcüğünün, olayı özel olarak inceleyen Michael Faraday tarafından ortaya atıldığı sanılmaktadır.

Elektroliz ile ilgili bazı terimler:

Elektrolit:İçinde serbest iyon bulunduran ortamlara denir.

Elektrot:Elektrolit içine batırılan metallere denir.

Anot:Bir elektroliz kabında üreticinin pozitif kutbuna bağlı elektroda denir.

Katot: Elektroliz kabında üreticinin negatif kutbuna bağlı elektroda denir.


Elektrolizin Uygulama Alanları


Elektroliz, öncelikle, elektrolizle metalürjilerde, metallerin hazırlanmasında (çözünmez anot) ya da arıtılmasında (çözünür anot) kullanılır. Elektroliz, ayrıca, galvanoplastide, bir elektrolitik metal birikimiyle metal birikimiyle döküm kalıbına biçim vermede aşınmaya karşı korumada ve bir metal çökeltisiyle metallerin kaplanmasında (sözgelimi, nikel kaplama, çinko kaplama, kadmiyum kaplama, krom kaplama, gümüş ya da altın kaplama) baş vurulan bir yöntemdir. Arı hidrojen, özellikle, suyun elektroliziyle elde edilir. Öbür uygulamaları arasında, gaz üretimi (klor), metal üstünde koruyucu oksitli anot tabakalarının elde edilmesi (alüminyumun, alümin aracılığıyla anotlaştırılması işlemi) elektrolizle parlatma, metallerin katot ya da anot olarak yağlardan arındırılması sayılabilir. Elektroliz, akım şiddetlerinin, özellikle de voltametrelerdeki akım miktarlarının ölçülmesine de olanak verir. Sürekli akım yardımıyla, organik dokuların ayrıştırılmasına dayanan tedavi elektrolizi, cerrahide sinir uçlarının (nöronların), sertleşen urların, burun deliklerindeki poliplerin yok edilmesinde, sidik yolu (üretra) ya da yemek borusu daralmalarının tedavisinde vb. kullanılır.


ELEKTROLİZDEN YARARLANMA


1.Metallerin Ayrıştırılması

Bunun için hangi metal ayrıştılıcaksa,o metalin bir tuzunun çözeltisi hazırlanır.Bu yöntem en çok bakır matali için kullanılır.Çözelti içine batırılan elektrotlardan biri arı bakır diğeri de arı olmayan bakırdır.Bakır iyonları (+)yüklü olduğundan katoda gider orada nötrleşerek arılaştırılmış olur.

2.Metalle Kaplamacılık

Herhangi bir metalle kaplamak istediğimiz bir cisim elektroliz kabında katot olarak kullanılır.Hangi metalle kaplamak istiyorsak o da anot olarak seçilir.Çözelti yerine anot olarak kullanılan metalin tuzunun, sudaki çözeltisi alınırTeknikte kromaj,nikelaj ve gümüşle kaplama bu metodla olur.Bir demir çatal nikelle kaplanmak isteniyorsa,çatal katot,nikel ise anot olarak seçilir.Çözelti olarak nikel tuzu çözeltisi kullanılır.Sulu çözelti içindeki nikel iyonları katoda gider ve element halinde birikerek kaplama olayını gerçekleştirirler

-1-

Suyun Elektroliz Deneyi


Deneyin amacı:Suyun,elektroliz yoluyla hidrojen ve oksijene ayrılması.

Araç ve Gereçler: 8 yuvarlak pil ve pil yatağı (veya 12 voltluk doğru akım güç kaynağı)

İletken teller ve tel tutturucuları

3 beherglas (250 cm3)

3 deney tüpü

6 çelik elektrot

Çamaşır suyu sodası çözeltisi



Ön bilgiler ve deney yapılışı: Temiz bir kaba 500cm3 saf su konur. 60 gr çamaşır sodasını (Na2 CO3 H2 O) azar azar su içine döküp karıştırarak çözünüz. Daha sonra çözeltiye, 1000cm3’e çıkıncaya kadar saf su ilave edilir. Böylece yaklaşık %5’lik çözelti hazırlanmış olur. 250 cm3’lük temiz bir beherin üçte ikisine kadar çözelti konur. İki deney tüpü alarak bunlar ağızlarına kadar ağızlarına kadar çözeltiyle doldurulur. Kesiti tüp ağzından daha geniş bir tıpayı parmağınızla bu tüpün ağzında tutarak tüp ters çevrilir ve beherdeki çözeltiye daldırılır. Daha sonra parmak çekilir ve tıpa çözeltiden alınır. Böylece tüp içine hava girmesi önlenmiş olur. İkinci tüp için de aynı işlem yapılır. İki çelik elektrot alınarak bunları, birer uçları çözelti içindeki tüpler içine girecek şekilde yerleştirilir. Elektrotların çözelti dışında kalan uçlarına tel tutturucuları ile iletken teller bağlanır. İletken tellerden birinin ucunu seri bağlı pillerin veya doğru akım güç kaynağının (+) ucu ile birleştirilir. Diğer iletken ucunu pil veya güç kaynağının (-) ucuna dokundurulup çekilir.

Elektroliz kabındaki elektrotlardan güç kaynağının (+) ucuna bağlanmıştı. Şimdi de diğer elektrotu güç kaynağının (-) ucuna bağlanıp saate bakılır.5, 10, 15. dakikada tüplerde toplanan gaz miktarları tüpler üzerinde işaretlenir ve devre kesilir. Güç kaynağının (-) ucuna bağlı elektrotun bulunduğu tüpte hidrojen gazı diğer tüpte de oksijen gazı toplanır.

Sonuç: Su, kendini meydana getiren hidrojen ve oksijene ayrışmış olur.

Elektrolizi Kim Bulmuştur?


Michael Faraday


(Newington, Surrey, bugün Southwark – Hampton Court 1791-1867)



Bir demir işçisinin oğluydu. Londra’da bir kitapçı kırtasiyede çalışmaya başladı, daha sonra bir ciltçinin yanında çırak oldu. Böylece çok sayıda kitap okuma fırsatını buldu ve özellikle Kimya ve elektriğe ilgi duydu. Geceleri Davy’nin Royal İnstitution’da verdiği derslere katıldı ve bilimsel konferansları izledi. Davy burada kendisine asistanlık görevi verdi; aynı yerde 1825’te laboratuar müdürü, 1833’te de kimya profesörü oldu.



Kimya ile ilgili ilk araştırmalarında maden kömürü katranlarında benzeni buldu. Basit bir aletin içinde sıkıştırma ve soğutma yoluyla, çağında bilinen hemen hemen bütün gazları sıvılaştırmayı başardı. Qersted’in buluşundan sonra 1824 yılında elektromanyetikliği incelemeye başladı ve bir mıknatısın elektrik akımı üzerindeki etkisini gözledi; böylece Ampére’in kuramlarını tamamlamış oldu. Bu yolla, sürekli mıknatısların etkisi altındaki bir devreyi döndürmeyi başardı ve elektrik motorunu çalıştıracak ilkeyi bulmuş oldu. 1831’de, kuşkusuz en önemli buluşunu gerçekleştirdi: mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çeviren elektromanyetik indüklemeyi bularak dinamoların yapımını sağladı.1833’te elektroliz kuramını ortaya koydu; olayın adını, elektrot ve iyon terimlerini ortaya attı: kendi adını taşıyan nitelik ve nicelik yasalarını belirledi. Daha sonra elektrostatikle uğraştı, 1843’te elektroskopa bağlı silindir yardımıyla elektriğin korunumu ilkesini doğruladı. Etkiyle elektriklenme kuramını ortaya koydu; çukur bir iletkenin ( Faraday kafesi) elektrostatik etkilere ekran oluşturduğunu gösterdi. 1846’da elektrostatik enerjinin dielektriklerde yerleştiğini buldu. Bu buluşu Maxwell’in elektromanyetiklik kuramını geliştirmesine yardımcı oldu ve elektrikle Hertz dalgaları arasındaki bağıntıları açıklamaya yaradı. Yine bu buluş yalıtkanların özgül indükleme gücünü tanımlamayı sağladı. 1838’de elektro-ışıldama olayını ortaya koydu. 1845 tarihli son buluşları, polarize ışığın manyetik alan üzerindeki etkisi de diyamanyetikliktir.



Başlıca yapıtları:

Elektrikte Deneysel Araştırmalar,1839-1855(Experimental Researches In Electricity)Kimya ve Fizikte Deneysel araştırmalar,1850 (Experimental Researches In Chemistry and Physics )

6470
Biyoloji / KÖK HÜCRELER
« : Ekim 10, 2007, 10:06:29 ÖS »
İnsan Genom Projesi'yle birlikte birçok hastalığın tedavisinde yeniliklerden bahsedilmeye başlanmıştır. Bir insanın bütün programının onun her hücresindeki DNA moleküllerine şifrelendiğini bilmemize ve bu bilgiye ait temel kodları da heceleyerek sökmemize rağmen, bu şifreli bilgilerin potansiyel halden görünür hale geçmesinin sırları halen çok kompleksliktir. Biyologlar bütün himmetlerini bir tek hücreden başlayıp 100 trilyon hücreye ulaştırırken aynı zamanda farklılaşan ve yeni özellikler kazanan hücrelerin bölünmelerindeki mükemmel program ve hassas zamanlamaya da dikkati çekmektedirler.
Lâboratuardaki fare kemik iliği hücrelerinin, beyin hücrelerine benzer hücrelere dönüşmesi, bilim dünyasında yeni tartışmalar başlatmıştır. Heyecan verici bu yeni gelişmenin odak noktasında kök hücreleri bulunmaktadır.
Eğer insan vücudunun tedavisi, bir arabanın bozulan parçasını değiştirmek kadar kolay olsaydı, diyabetten (şeker), kalp hastalıklarına kadar birçok hastalık bugün olmayacaktı. Eskimiş, yıpranmış, yaralanmış, yorulmuş bir hücremizin yerine canlı ve taze yeni hücre konabilirse, bugün tedavisi mümkün olmayan hastalıklar kolayca tedavi edilebileceklerdir. Şeker hastalarında bozuk olan pankreastaki hücrelerin yerine yenileri konulabildiği takdirde, şeker hastaları istedikleri kadar şekeri perhiz yapmadan yiyebileceklerdir. Bunlar insana ütopik görünse de, tıp dünyası hemen her hafta gelen yeni haberlerle yeni gelişmelere sahne olmaktadır. Dünyanın en saygın ve en önde gelen dergilerinden Cell, Science, Nature ve Nature Genetik, son sayılarında, kök hücreleriyle ilgili çalışmalara yer ayırmakta, ayrıca konunun politik, kültürel ve ahlâkî boyutlarını da tartışmaktadırlar. 'Kemik iliğinden beyne, kemik iliğinden karaciğere, deriden beyne, beyinden kalbe, kandan beyine', başlıklarıyla yayımlanan bu makalelerde; kök hücrelerinin çok yönlü özellikleri, farelerde yapılan transplantasyon (organ doku veya hücre nakli) çalışmaları, kök hücrelerinden yeni kan damarlarının meydana gelişi, zayıf kemiklerin güçlendirilmesi, beyindeki ve omurilikteki hasarların tamiri rapor edilmektedir. Hâdisenin aslı şudur: erken embriyona (döllenmeden sonraki ilk saatler), fetal dokulara (anne karnındaki embriyonun hücre grupları) ve yetişkinlerdeki bazı dokulara, kendi yapılarını değiştirerek başka tip hücrelere dönüşme kabiliyeti yaratılıştan verilmiştir.
Kök Hücreleri
İnsan öyle mükemmel şekilde yaratılmıştır ki, trilyonlarca hücre ve atom, insanın biyolojik hayatı için beraber çalışmaktadırlar. Bozulan ve eskiyen hücrelerin yerine yenileri yapılmakta, vücuda giren zararlı mikroplarla savaşmak için savunma hücreleri üretilmektedir. Gözümüzdeki hücreler görme, pankreastaki hücreler salgı, akciğerlerimizdeki hücreler solunum için farklılaşmışlardır. İşte vücudumuzdaki bütün hücrelerin ilk ana hücresine 'kök hücresi' adı verilir. Şekilsiz ve yumuşak bir plastik, nasıl ustasının elinde değişik şekiller alabiliyorsa, kök hücreleri de farklılaşmış hücrelere dönüşebiliyorlar. Bilim adamlarının hâlâ tam olarak açıklayamadıkları birçok nokta vardır. İnsan hayatı, erkek ve kadın cinsiyet hücrelerinin bir araya gelmesiyle başlar. Döllenmiş yumurta tek bir hücre olmakla birlikte, vücut sistemlerini meydana getirecek bütün hücreler bu tek hücreden çoğalacaktır. Bu döllenmiş yumurtaya totipotent denir. Mânâsı; her şey olma potansiyeli olan, demektir. Döllenmeden birkaç saat sonra bu totipotent hücre iki eşit parçaya bölünür. Bu iki eşit totipotent hücreden biri alınıp rahim`e yerleştirilirse, canlı gelişimi yine olmaktadır. Genetik olarak aynı olan tek yumurta ikizleri de böyle olmaktadır. İki totipotent hücre bilemediğimiz sebepler çerçevesinde ayrılıp, her ikisi ferdî olarak gelişmektedirler. Döllenmeden dört gün ve birkaç hücre bölünmesinden sonra bu totipotent hücreler farklılaşmaya başlayarak blastocyt denilen içi boş bir küreye dönüşürler. Blastosistte iki tip hücre vardır; biri dış tabaka, biri de kürenin içinde olan iç tabaka. Blastosistin dış tabakasından (throphoblast), dokuz ay boyunca bebeğin beslenmesini ve solunumunu sağlayacak plasenta ve koruyucu chorion tabakası gelişir. Blastosistin iç hücre tabakasından (embriyonik düğüm) göz, kalb, beyin, kaslar, kemikler vs gibi doku ve organlar gelişir. Ancak bunun için iç hücre tabakasının, dış hücre tabakasıyla bir arada çalışması gerekir. Yalnız, tek başına iç hücre tabakasından hiçbir canlı gelişmez. İçteki hücre kümesine, pluripotent hücreler de denir. Bunun mânâsı, çeşitli doku ve hücre tipine dönüşebilen hücre demektir. Pluripotent hücreler totipotent değillerdir. Çünkü pluripotent hücrelerden plasenta oluşamaz. Plasenta olmayınca da canlı gelişimi olmaz.
Pluripotent kök hücreleri, multipotent kök hücreleri denilen biraz daha özelleşmiş hücrelere dönüşürler. Kademe kademe bir nevi ihtisas ve uzmanlaşma safhası geçiren pluripotent hücreler, daha hususî uzman hücreler hâline gelirler. Meselâ; kan meydana getirecek kök hücreleri; oksijen taşıyarak solunumda gerekli olan alyuvarlar, hastalıklarla savaşan akyuvarlar ve pıhtılaşmayı sağlayan trombositler gibi birbirinden farklı hususiyetlere sahip üç ana grupta farklılaşırlar. Deri kök hücreleri çeşitli tipteki deri hücrelerini, kas kök hücreleri de farklı tipteki kas dokularını meydana getirirler. Böyle hususî kabiliyete sahip kök hücrelerine multipotent kök hücreleri denir. Neticede bir tek döllenmiş yumurtadan milyarlarca farklı hücre oluşur.
Pluripotent kök hücreleri erken gelişim döneminde bulunmalarına rağmen, multipotent kök hücreleri çocuklarda ve yetişkinlerde bulunabilmektedirler. Meselâ, üzerinde en çok çalışılmış kan kök hücrelerini ele alalım. Kan kök hücreleri her insanın kemik iliğinde bulunur. Bazen çok az miktarda kanda da bulunabilirler. Bu kök hücreleri hayatî öneme sahiptirler. Ömür boyu bu kök hücreleri çeşitli tipteki kan hücrelerine dönüşerek hayatın devamını sağlarlar. Kırmızı kan hücresinin (alyuvar) ömrü ortalama 120 gündür. Eğer kök hücreleri olmasaydı insanın ömrü de belki 120 gün olacaktı. Çünkü insan alyuvarsız bir an bile yaşayamaz.
Blastosistin iç hücre tabakasından oluşan pluripotent kök hücrelerine embriyonik kök hücreleri (embriyonic stem cell) de denilmektedir. Kök hücreleri, klonogenik yani çoğaltılabilme kabiliyetleri yüzünden çok özel bir ehemmiyete sahiptirler.
Kök Hücreleri Nasıl Elde Edilir?
Şu an için, kök hücrelerini elde etmek için iki kaynak vardır. Birinci metotta kök hücreleri doğrudan blastosistin iç hücre tabakasından elde edilirler. Bu metot kısırlığa karşı çalışan in vitro fertilizasyon (vücut dışı döllenme) kliniklerinde, tüp bebek elde etmek için kullanılmaktadır. Anne babanın müsaadesi alınarak uygulanan bu teknikte blastosistin totipotent iç hücreleri, özel hazırlanmış ortamlarda çoğaltılarak pluripotent kök hücreleri elde edilmektedir. İkinci teknikde, kök hücreler düşük veya sonlandırılmış gebeliklerden elde edilmektedirler. Bazen de hayvan deneyleri kullanılır. Kamuoyunun yakından tanıdığı ve klonlama metodu ile elde edilen Dolly örneğinde olduğu gibi, kök hücreleri klonlama ile de elde edilebilmektedir. Vücut hücresi çekirdek nakli adı verilen bu klonlama (çoğaltma) metodunda, normal bir hayvanın yumurta hücresi alınır. Bu hücrenin DNA ve RNA gibi genetik maddesinin olduğu çekirdeği yumurta hücresinden çıkarılır. Çekirdeği alınan hücrede besinler ve embryon gelişimi için gerekli maddeler vardır. Daha sonra sperm ve yumurta dışındaki başka bir vücut hücresi alınarak, çekirdeği alınmış yumurta hücresi ile birleştirilir. Bu yeni hücre artık totipotent bir hücredir. Totipotent hücre hemen blastosist hâline geçer. Blastosistin iç hücrelerinden de pluripotent kök hücreleri oluşur.
Kök Hücrelerinin Muhtemel Uygulama Alanları
Temel bilimler açısından kök hücreleri insan gelişimi sırasında olan kompleks ve bir hayli girift olayları anlamamıza hizmet ederler. Bu çalışmanın maksadı, hücre özelleşmesi sırasında karar mekânizmasının maddî sebeplerinin açıklığa kavuşmasıdır. Elbette bir hücrenin kas mı, kemik mi olacağına ilahî kudret karar veriyor. Ama ilahî ilim ve kudretin yaratılıştaki tecellisi, daima maddî sebepleri perde yaparak, örtülü mucizeler şeklinde ortaya çıkmaktadır. Günümüzde bu işlerin maddî arka plânında genlerin olduğunu biliyoruz. Ancak kök hücrelerini harekete geçiren, onların çalışmasını hızlandıran, yavaşlatan veya durduran maddî faktörleri hâlâ bilinmemektedir. İnsan vücudunda çalıştırılan genler, hayat için vazgeçilmez olan proteinleri sentezlemektedirler. Ama çok küçük miktarlardaki uyarıcı proteinlerin ihtiyaç duyulan yerde ve olması gerektiği kadar, tam vaktinde hazırlandığı ile ilgili bilgiler henüz çok eksiktir. Kanser ve doğum kusurları gibi birçok hastalığın sebebi, bu hücrelerin farklılaşarak uzmanlaşma mekânizmalarındaki farklılaşmadan doğan arızalarda görülmektedir. Hücrelerin belli vazifelere uygun olarak uzmanlaşmaları sistemleri anlaşıldığı zaman, birçok hastalığın da önüne geçilebilecektir. Meselâ, hücreye anormal olması için giden protein molekülüne ait sinyal, normale çevrildiğinde hücre anormalleşmeyecektir.
Kök hücrelerinin, yeni ilâçların gelişiminde ve ilâçların test edilmesi safhasında kullanılması düşünülmektedir. Kök hücreleri bu deneylerde kullanılabilirse, çok farklı hücrelere de aynı deneyler uygulanabilecektir. Kan hastalıkları ile ilgili bir ilâç, kan kök hücrelerinde, kas hastalıkları ile ilgili bir ilâç da kas kök hücrelerinde denenebilecektir. Eğer bu ilâç, kök hücrelerinde müspet bir netice verirse, hayvan ve insan deneylerine geçilebilecek.
Kök hücreleri için diğer bir uygulama sahası, kusurlu ve bozuk hücrelerin yerine sağlam hücre ve dokuların üretilmesidir. Birçok hastalığın tedavisi arızalı hücrelerin değiştirilmesiyle mümkün olabilecektir. Parkinson, alzheimer, omirilik yaralanmaları ve sinir tahribatlarına bağlı felçler, kalb hastalıkları, şeker hastalığı, eklem rahatsızlıkları, osteoporoz ve romatizmanın, kök hücrelerinden yararlanılarak tedavisi düşünülmektedir.
Sağlıklı kalb kas hücrelerinin nakli, kronik (müzmin) kalb hastaları için umut vaat etmektedir. Kök hücrelerinden elde edilen kas hücreleri arızalı kalbe nakledildiğinde (fareler üzerinde yapılan çalışmalarda), kalb normal fonksiyonuna dönmektedir.
Tip1 şeker hastalarında pankreasın insulin üreten adacık hücreleri bozulmuşlardır. Yeni hücrelerin nakliyle insanda en küçük protein hormonu olan (51 aminoasitten yapılmış) insülin salgılanması normale dönebilecektir.
Bütün bu gelişmelere rağmen yine de her şey güllük gülistanlık değildir. Daha alınacak çok yol vardır. Öncelikle hücre özelleşmesinin mekânizması tam olarak açıklanmalıdır. İkinci olarak immün reaksiyon olarak bilinen, vücudun yeni hücre ve organları kabul etmemesi, vücut dışına atması hâdisesinin de üstesinden gelinmelidir. Üçüncü olarak da şu anda birçok kişinin göz ardı ettiği, hâdisenin etik boyutudur.
Bilim dünyası kök hücreleri ile uğraşırken, politikacılar da bu konuya izin verilip verilmemesini tartışmaktadırlar. İngiltere; embriyonik kök hücreleri ile çalışmaya ve klonlamaya izin veren tek ülkedir. Bizzat ülkenin başbakanı bu konuya tam destek vermektedir. Japonya ve Almanya'da bu tür çalışmalar şu an yasaktır. Avustralya'nın bazı eyaletlerinde kök hücreleri ve insan üremesiyle ilgili klonlama çalışmaları yasaklandığı hâlde, bazı eyaletlerde serbesttir. Amerika'da genel olarak yasak olsa da, bazı özel durumlarda özel izinler alınarak çalışmalar yapılabilmektedir. NIH (Milli Sağlık Enstitüsü) destekli araştırmacılar, kök hücreleri ile çalışma yetkisine sahipler.
Örnek Çalışmalar Ve Gelecek İçin Plânlar
Standford Üniversitesi araştırmacılarının Science dergisinde yayınladıkları bir çalışmada, beyine enjekte edilen kemik iliği hücrelerinden sinir hücrelerine benzer hücreler oluşmuştur.
Nature dergisindeki bir çalışmada ise, kemik iliği nakli yapılan kadınlarda, kemik iliği hücrelerinin karaciğer hücrelerine dönüştüğü gözlenmiştir. Hattâ erkeklerden kemik iliği alan kadın hastalarda Y kromozomu görülmüştür. Bilindiği gibi Y kromozomu erkeklere has bir kromozomdur. Bu kromozomun kemik iliği hücrelerinden farklılaştığı düşünülmektedir. Benzer neticelere, fareler üzerinde yapılan deneylerde de rastlanmıştır.
Yine Science dergisindeki bir yayında, kemik iliği hücrelerinin beyin hücrelerine ve kas hücrelerine dönüşebileceği gösterilmiştir.
Tıp dünyasında kök hücrelerinin en çok kullanılacağı sahanın nörolojik (beyinsinir) bilimler olacağı tahmin edilmektedir. Çünkü birçok hastalığın temelinde sinir hücrelerinin kaybı veya ölümü vardır. Parkinson hastalığında dopamin adlı kimyevî maddeyi sağlayan, hücreler; alzheimer hastalığında asetilkolin üreten hücreler ve amyotrophic sclerosis de kasları harekete geçiren sinir hücreleri ölmektedir. Felç, travma ve omurilik yaralanmalarında da sinir hücrelerinin kaybı vardır. Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde, kök hücreleri ile başarılı neticeler alınmıştır.
Kök hücre çalışmaları, sağırlığın tedavisini çözecek gibidir. Sağırlık; genetik, mikrobik veya darbeler neticesinde sesi alan iç kulaktaki hücrelerin kaybıyla ortaya çıkan bir durumdur. Pluripotent kök hücreleri ile üretilen sağlıklı işitme hücreleri, eskileri ile değiştirildiğinde sağırlık problemi kalmayacaktır. Ancak burada da bütün kök hücre çalışmalarında olduğu gibi önemli bir engel vardır: Kök hücrelerini, hususî vazifelendirilmiş hücrelere dönüştüren sinyal nedir? Bu mekânizma nasıl çalışır? Öncelikle bu sorular cevaplandırılmalıdır. Nasıl oluyor da bir kök hücre, daha sonra bir göz, kulak, kalb, kas ve kan gibi yüzlerce farklı hücreye dönüşüyor? Bilim dünyası şimdi bu sorulara cevap arıyor; sorular cevaplandıkça çalışmalar büyük bir ivme kazanacak, birçok hastalık da inşaallah tedavi edilebilecektir.
İleride tedavisi düşünülen diğer bazı hastalıklar şunlardır: Böbrek hastalıkları, yarık damak, yarık dudak, kanser, alerji, mikrobik hastalıklar, göz ve deri hastalıkları.
Böylesi ümitler vaat etmesine rağmen, suiistimale açık olan bu mesele, her konu da olduğu gibi kötü niyetli insanlara karşı tedbir alma gereğini hissettirmiştir.
İnsan klonlama çalışmalarının gayrî ahlâkî olduğunu düşünen uzmanların baskısıyla da yapılan, "insan klonlamasını yasaklayan kanun, Bush ve yönetimi tarafından Amerikan Senatosu'nda 26 Nisan 2001 tarihinde kabul edildi. Her ne maksatla olursa olsun, vücut hücresi çekirdeği transferi metodu ile kanunu ihlâl edenlere, 1.000.000. dolar para cezası ve 10 yıla kadar hapis cezası verilebilecek. Science dergisi, haberi "Yokolan Kök Hücreleri, Yokolan Bilim" başlığıyla, hükümeti suçlayarak kamuoyuna duyurdu. Buna rağmen ABD'de bilim etiği, bilim felsefesi, ahlâk ve Hristiyanlık konularında verilen seminerlerde ve organizasyonlarda mesele enine boyuna ele alınmaktadır.
Enteresan olan, meselenin Hristiyanlık açısından tartışmasını yapanlara, hiç kimse, "antilaik", "dinci" veya "gerici" gibi sıfatlar yakıştırmazken; ülkemizde bilim adamlarının bir kısmı, meseleyi ahlâkî veya dinî zeminde tartışmak isteyenleri hemen bu sıfatlarla yaftalamaktadırlar. İşte Batıdaki bilim adamları ile bizdeki bilim adamları arasındaki fark!... Galiba, oradaki teknolojik farkı kapatmaya çalışmaktan çok, bu düşünce ve ahlâkî tavır farklılığını kapatmamız gerekiyor.
Bütün bu bilgiler ışığında diyebiliriz ki, kök hücre biyolojisi ve kök hücre teknolojisi yeni yeni gelişiyor. Şu an emekleme dönemini yaşayan bu çalışmanın, soru işareti uyandıran noktaları çoktur. Karanlık noktalar aydınlandıkça; kâinata ibret ve hayret nazarıyla bakan, kalbi ve vicdanı ölmemiş insanların iman ufku inşaallah daha da açılacaktır.


6471
Biyoloji / Akraba Evliliği
« : Ekim 10, 2007, 10:04:25 ÖS »
Akraba Evliliği
Ülkemizde her gün binlerce kişi evleniyor. Akraba evliliklerinin bu evliliklerden farkı nedir?

Aynı soydan gelen kişilerin yaptığı evliliğe akraba evliliği denir. Akrabalık; anne soyundan gelebileceği gibi baba soyundan da gelebilir. Her ikisi de aynı derecede önemlidir. Anne veya babalarından biri kardeş olan bir çiftin yaptığı evliliklere 1.DERECE AKRABA EVLİLİĞİ (Kuzen Evlilikleri) denir.
Büyükanne veya büyükbabalarından biri kardeş olan çiftlerin yaptığı evliliklere ise 2.DERECE AKRABA EVLİLİĞİ (Torun Evlilikleri) denir.

Ülkemizde her beş evlilikten birini oluşturan akraba evliliklerinde özürlü çocuk doğma riski yüksektir. Türkiye'de evliliklerin yüzde 20'sini oluşturan akraba evliliklerinde özürlü çocuk doğma riski iki katına çıkıyor. Bu yüzden akraba evliliği yapmayı planlayan çiftlere evlenmeden önce muhakkak genetik danışmanlık almaları öneriliyor. Uzmanlar, toplumda yüzde 2-4 olan özürlü çocuk oranının akraba evliliği yapanlarda yüzde 4-8'lere çıktığını belirtiyor. Akraba evliliği yapacak çiftlere evlilik öncesi veya gebelik öncesinde genetik danışma almalarının büyük önem taşıdığına dikkat çekilmelidir. Danışan kişilere öncelikli olarak ayrıntılı olarak bir soy ağacı çıkarılıyor. Soy ağacında ailede herhangi bir anormalik, zeka kusuru, düşükler ve ölü doğumlar tespit edililiyor ve daha önce ailede bu hastalıklar görünmüşse risk daha da artıyor.

Türkiye gibi akraba evliliklerinin yoğun olduğu ülkelerde, sakat bebek doğumları çok sık görülmektedir. Uzmanlar akraba evliliklerinin büyük bir bölümünün aile baskısından kaynaklandığını söylüyorlar. Bu tür evlilikler yüzünden sakat doğum olayların yaşandığına dikkat çeken uzmanlar, vatandaşların bu konuda aydınlatılması gerektiğini söylüyorlar. Akraba evliliklerin görülmesinin sebepleri arasında genellikle, aileye ait mal varlığının dağılmaması, aile bireyleri arasındaki sevgi ve saygıyı korumak, akrabaların evlilik ve sosyo ekonomik beklentilerinin aynı olması ve karşı cinsle rahat iletişime girememe gibi etkenler sayılabilir. Akrabalar arasında yapılan evliliğe endogami denilmektedir.

Her insanda 23 çift kromozom vardır. Her bir çift kromozomun bir tanesi anneden, diğeri babadan gelmektedir. Kromozomlar, kalıtımımızla ilgili olan DNA'yı içerir. DNA'nın fonksiyonel ürün kodlayan bölümler ise gen denir.
Kalıtımın taşıyıcısı genlerdir. Bizler nesiller öncesinden gelen atalarımızın bize hediye ettiği genetik kalıtımla yaşama başlamaktayız. Vücudumuzun büyüyüp gelişmesi ve çalışması genlerimizin kontrolü altındadır. Yaşamın temel taşı olan



genler, bir DNA molekülünündeki belirli bir özellik içeren kesitine verilen addır. Her bir gen ya da birkaç gen kümesi bizdeki bir özelliğin bilgisini içerir. Anne ve babadan eşit olarak geçen genler, bizdeki tüm yaşam duvarlarını örer. Genler hücrelerde bulunan kromozomların kısımlarıdır. Dolayısıyla genler, kromozomlarla birlikte çoğalarak, hücre bölündükçe yeni hücrelere geçerler. Kişide her genin, biri anneden biri babadan gelmiş olan iki kopyası (aleli) bulunur. Bazen genin bir kopyasının yapısı bozuktur ve bu bozuk kopya yüzde elli olasılıkla çocuğuna geçer. Bozuk bir gen, kişinin bazı vücut işlevlerinin bozulmasına neden olur.

Bir karaktere ait olan özelliğin diğerine baskın olması halinde o karaktere baskın (dominant) gen , baskın olmayan gen’e resesif (çekinik) gen denir. Bir karakterin çıkması, iki aynı gen frekansının karşılaşması demektir. Eğer bir hastalığa ait gen (resesif) anneden aktarılırken, babadan da aynı (resesif) gen ile karşılaşırsa o hastalık mutlaka doğacak olan çocukta çıkacaktır. Eğer, anneden resesif gen, babadan da dominant gen karşılaşırsa bu sefer doğacak çocuk da tıpkı anne ve babası gibi hastalığın taşıyıcısı olacak, ama o hastalık açığa çıkmayacaktır. Aynı karakterde iki resesif genin karşılıklı gelmesi çekinik alleller sonucu hastalık çıkar. Anne ve babadan iki baskın gen (dominant) alan çocuk (baskın alleller) ise tamamen sağlıklıdır. Dolayısı ile, akraba evliliklerinde aynı gen yapısına sahip olan ailede, resesif genlerin birbirleriyle karşılaşma ihtimalleri, daha fazla olacaktır.

Buna örnek olarak kahverengi ve mavi göz renklerini ele alalım. Kahverengi göz rengi dominant gen (baskın) olsun , diğeri için de mavi ise (çekinik) resesif gen diyelim. Anne-babadan birinin göz renginin mavi (m), diğerinin kahverengi (K) olduğunu düşünelim. Bebekler anne-babalarından kalıtımla; kahverengi-kahverengi (KK), kahverengi-mavi (Km), mavi-kahverengi (mK) ve mavi-mavi (mm) genler gibi dört ihtimal almış olurlar. İlk üç durumda bebeğin gözleri kahverengi (baskın renk olduğu için), son şıkta ise mavi (çekinik renk olduğu için) olacaktır.

KK=K Km=K mK=K mm=m

İnsanlar birçok kalıtsal hastalığın genini taşır. Normal aile yapısında da hamilelikte çocuğun hastalıklı doğma olasılığı %25, taşıyıcı olma olasılığı %50, genin bozuk kopyasını hiç almamış olma olasılığı ise %25'tir. Akraba evliliklerinde aynı soydan geldikleri için anne ve babanın aynı genin bozuk kopyasını taşıma, yani
hastalığın taşıyıcısı olma olasılığı çok yüksek olduğundan çocuklarında hastalıkların oluşma şansı çok daha fazladır.



İşte akraba ile evlenme, zararlı baskın ve çekinik genlerin üst üste gelerek frekanslarının çakışması sonucu ortaya çıkma ihtimalini artırdığından genetik hastalıkların görülmesine yol açabilmektedir. Bunların çocukta görülmesi için ana ve babanın her ikisinin de en az bir zararlı çekinik gene sahip olması gerekir. Biraz önceki göz rengi örneğinde olduğu gibi, mavi göz renginin çekinik genleri, hem anneden hem babadan gelirse, çocuk mavi gözlü olacaktır. Dolayısı ile akraba evliliklerinde aynı gen yapısına sahip olan ailede, zararlı (resesif) genlerin
birbirleriyle karşılaşma olasılığı fazla olacaktır. Akraba ile evlenme, kalıtımla geçen hastalıkların bulunduğu ailelerde bu yönden sakıncalıdır. Böyle durumlarda
bazı çekinik genler çakışabilecek ve böylelikle hasta çocukların doğma ihtimali artacaktır. Hastalığın çıkması, iki resesif genin karşılık olarak bir araya gelmesi demektir. Bilindiği üzere resesif genler hastalık taşıyan genlerdir.

Akraba evliliklerinde, hem annenin hem babanın aynı bozuk geni taşıma ihtimali, akraba evliliği yapmayan diğer kişilere oranla daha yüksek olduğu için, çocuğun da hasta doğma ihtimali, normal populasyona göre artmıştır. Bununla beraber, düşük ve ölü doğum ihtimali de artmıştır. Ailede genetik dağılım ,erkek ve kız kardeşlerde, genellikle genlerin yarısı birbirinin aynıdır. Gen ortaklarının oranları, akrabalık uzaklaştıkça küçülür. Torunlar, dede ve ninelerin dörtte bir genine sahiptir. Yeğenlerin genleri ise, genellikle amca ve halalarının, dayı ve teyzelerinin dörtte bir genine eşittir. Daha uzak akrabalıklarda bu oran, kardeş çocuklarında olduğu gibi sekizde bire düşmektedir.

Son yıllarda yapılmaya başlanan calışmalar, ülkemizdeki kan yakını evlilik oranını %21-40 arasında belirlemiştir. Almanya'da ise bu oran sadece %0,1- 0,3 arasındadır.

İlk çağlardan beri yapılan akraba evlilikleri gelişmiş Batı ülkelerinde yüzde birler düzeyinde görülürken, az gelişmiş Doğu ülkelerinde ve nerede yaşarsa yaşasın izole topluluklarda çok yüksek oranda yapılmaktadır. Örneğin; İngiltere'de %0.56, Hollanda'da %0.36, İsveç'te %0.90 gibi çok düşük düzeyde seyreden akraba evliliği oranı Hindistan'da %20, Jamaika'da %44.44, Kuveyt'te %54.3 oranında görülmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaşamalarına karşın Alman Yahudilerinde %35.80, Amerika'daki bazı izolelerinde %56.60 akraba evliliği oranı saptanmıştır. Günümüzde Batı Toplumlarında zor denecek kadar az olmasına
karşın, özellikle Asya ve İslam Ülkeleri'nde yüksek oranda akraba evliliğine rastlanmaktadır. Ülkemizde ise Türk Medeni Kanunu'nun yasaklamış olduğu; kardeş-kardeş, anne-oğul, baba-kız ve yarım yeğen evlilikleri dışında kalan akraba



evliliklerini, sıkça görmekteyiz. Zararlı resesif genlerin bir araya gelmesini sağla****** genetik hastalıkların görülme sıklığını artıran düşük ölü doğum ve erken bebek ölümlerine neden olan, akraba evliliği ile ilgili Dünyada ve Ülkemizde bir çok araştırmalar yapılmaktadır.

Kan uyuşması çözüm müdür?

Akraba evliliğinde Kan uyuşmazlığı kan grubu ile değil kanınızdaki Rh faktörü ile ilgilidir. Yalnızca kadının Rh - , erkeğin ise Rh + olduğu durumlarda oluşabilir. Kan gruplarının uyuştuğu hallerde doğum sonrasında çocuklarda kalıtımsal hastalıklar görülmüştür. Erkekte bulunan Rh faktörünün genetik aktarımla ana karnındaki fetüste ortaya çıkması anne ile bebek arasında bir kan uyuşmazlığının ortaya çıkmasına neden olacaktır.

Günümüzde akraba evliliklerinde en çok görülen hastalıklar; zekâ geriliği (fenilketonüri), Akdeniz Anemisi, Alzeimer, Parkinson, Huntington hastalığı ve nöron ölümüdür, özürlü ve ölü doğumlar da bu örnekler arasında sayılmaktadır.

Çocuk Doğmadan Önce Kalıtsal Bir Hastalığın Tanısı Konulabilir mi?

Gen analizi de denilen DNA analizi yöntemleriyle artık hamileliğin ilk üç ayında birçok hastalığın tanısı konulabilmektedir. Genetik bilimin gelişmesi ile bazı hastalıklarda daha anne karnında müdahale çalışmaları hız kazanmıştır. Bebeğin anne karnında içinde yüzdüğü sıvıdan, ya da beslenmesini saglayan kordondan alınan sıvıların incelenmesiyle bir anormallik olup olmadığı % 93 oranında kesinleştirilebiliyor. Yapılan testlerde, anne karnındaki bebeğin ense kalınlığı ölçülüyor. Bebeğin ensesinde fazla sıvı birikmesi, doğuştan zekâ geriliği anlamına gelen Down sendromunun habercisi olabiliyor. Ayrıca bazı kromozom bozukluklarında ve doğumsal kalp hastalıklarında da bebeklerin ense kalınlığı artıyor. Bu çalışmalar ilerisi için umut veren gelişmelerle devam etmektedir.

Hiçbir anne ve baba, dünyaya getirdiği çocuğunun ömür boyu taşıyacağı bir engelle birlikte yaşamasını arzu etmez. Muhakkak ki hiçbir engel, isteyerek,
kasıtlı olarak ortaya çıkmaz. Fakat bir takım ihmaller, tecrübesizlikler, bilgi eksikliği ve elde olmayan nedenler bu durumu ortaya çıkartıyor. Ve önlenmesi gereken sorunlarla ilgilenilmiyor.





Bunların yanında hastalıklı çocukların topluma ve ailesine getirdiği yük ve sorunlar da çok önemlidir. Hasta çocuğun yaşam kalitesi çok düşük olacak, ilaçlara ve çevresine bağımlı olarak yaşayacak belki de toplumdan itilecektir. Hasta çocuğa sahip olan anne baba hem maddi, hem manevi yük altında kalarak yıpranacaklardır. Mümkün olduğunca akraba evliliğinden kaçınarak çocuğumuzun sağlığıyla kumar oynamayalım.

Akraba evliliği yapan çiftlerin bebekleri doğumda sağlıklı görünse de bu çiftlerin aile içindeki muhtemel bir genetik hastalığın yokluğundan emin olmaları için bebekleri 3-4 yaşına gelene kadar beklemeleri önemlidir. Zira bazı genetik hastalıklar çocuk bu yaşlara gelene kadar kendini belli etmeyebilir.

Bu hastalıkların görülmesindeki en önemli etkenlerden biri akraba evliliğidir. Diğer nedenlerde şunlardır:

1- Kalıtsal Hastalıklar: Anne ya da babanın genetik yapısında baskın olan veya Baskın olmayan bozukluklar sonucu görülür.
2- Kan uyuşmazlığı: Annenin Rh(-), babanın Rh(+) olması durumunda olur.
3- Riskli gebelikler: Anne yaşının 17’den küçük, 35’tenbüyük olması
4-Çok doğum (beşten fazla) yapmış olmak
5- Annede sistematik hastalık (kalp, böbrek hast. V.s.) bulunması
6- Daha önce düşük doğum yapmış olmak
Annenin hamileliği döneminde karşılaştığı sorunlar:
7- Annenin kötü ve yetersiz beslenmesi
8- Annenin sinirsel sıkıntılara maruz kalması
9- Hamilelikte ateşli, iltihabi veya döküntülü hastalık geçirmesi
10- Hamilelik süresince kanamalar geçirmesi
11- Annenin doktor tavsiyesi dışında ilaç kullanması
12- Annenin kazalara, travmalara maruz kalması
13- Annenin röntgen ışınına maruz kalması (Röntgen filmi çektirmesi)
14- Bebeğin anne karnında yeterince beslenememesi
15- Hamilelik döneminde annenin zehirlenmesi
16- Doğum esnasında karşılaşılan sorunlar

Genel olarak söylemek gerekirse akraba evliliği mutlaka "sakat bebek" doğacak anlamına gelmez. Akraba evliliği genel populasyonda varolan %2-3'lük anomalili bebek doğurma riskini yaklaşık olarak iki kat artırır, oluşan hastalıklar genellikle




metabolizma hastalıkları şeklinde olan ve prenatal (doğum öncesi) tanıları oldukça güç olan hastalıklardır.

Bunların yanında hastalıklı çocukların topluma ve ailesine getirdiği yük ve sorunlar da çok önemlidir. Hasta çocuğun yaşam kalitesi çok düşük olacak, ilaçlara ve çevresine bağımlı olarak yaşayacak belki de toplumdan itilecektir. Hasta çocuğa sahip olan anne baba hem maddi, hem manevi yük altında kalarak yıpranacaklardır. Mümkün olduğunca akraba evliliğinden kaçınarak çocuğumuzun sağlığıyla kumar oynamayalım.

6472
Biyoloji / AMİNO ASİTLER
« : Ekim 10, 2007, 10:02:09 ÖS »
AMİNO ASİTLER

Amino asitler kimyasal olarak popüler isimlendirilmeleriyle yapı blokları olup,vücutta protein üretirler. Bütün yaşayan canlıların yapılarını oluşturan proteinlerdir. Proteinler,insan vücudunda adale, bağlar, tendonlar, organlar, bezler, tırnaklar, saç, safra ve idrar hariç tüm vücut sıvılarının üretiminden direkt sorumludur. Proteinler kemiklerin büyüme ve gelişmesinde esas rol oynarlar. Enzimler,hormonlar ve genler işlevleri için proteinlere ihtiyaç duyarlar. Bunun neticesinde de protein eksikliği oluşur bu da zamanla daha ciddi bozukluklara yol açar.

Bunların eksiklikleri nasıl oluşur. Yani özetle denilebilir ki amino asitler olmaksızın vitamin ve mineraller vücutta görev yapamazlar. Amino asitlerin serbest formları en saf olan formlarıdır. Serbest formda amino asitler daha hızla absorbe olurlar. Bu beyaz kristalize formdaki amino asitler oda sıcaklığında stabildirler.180°C üzeri sıcaklıklarda dekompoze olurlar.

AMİNO ASİTLERİN ABC'Sİ ; Her bir amino asit spesifik bir fonksiyona sahip olup çeşitli hastalık semptomlarının gelişmeden önlenmesinde çok önemli ihtiyaçtırlar.

L - ALANİN : L-Alanin vücutta glukose metabolizmasında kullanılan amino asittir ve karbonhidratların yanarak vücut enerjisinin üretilmesinde yardımcıdır.

L- ARGININ : Vücutta adale oluşması ve yağların yakımıda yine L-Arginin varlığında gerçekleşir. L-Arginin ayni zamanda; kollagen üretiminde,siroz gibi karaciğer hastalıklarında faydalıdır.
Hamile ve emziklilerin L-Arginin kullanması sakıncalıdır.

L - ASPARAGIN : L-Asparagin,merkezi sinir sisteminin dengesinin muhafazası için gereklidir. Aşırı sinir ve asabiyet oluşumunu engeller.

L - ASPARTİK ASİT : Canlılık ve güç,kuvvet verdiği için yorgunluğa iyi gelir. Kronik yorgunluk aspartik asit seviyesinin düşüklüğüne bağlı olarak gelişen hücresel enerji eksikliğinin bir sonucudur. Bu amino asit ayni zamanda aşırı amonyağı vücuttan atarak karaciğeri korur. L-Aspartik asit diğer amino asitlerle birleşerek kandaki toksinleri absorbe ederek kanı temizleyen bir molekül oluştururlar. Ayni zamanda RNA/DNA üretimi için gerekli olan hücresel faaliyetlere yardımcı olur.

L - SITRULLIN : Enerji verir,immün sistemi canlandırır. L-Arginin'i metabolize eder ve canlı hücrelere zarar veren amonyağı detoksifiye eder.

L - SİSTEIN : L-Sistein vücuttaki toksin maddeleri temizler bu sayede hücreleri korur. Hücreleri radyasyonun zararlı etkilerinden korumasının yanı sıra beyin ve karaciğeri de sigara ve alkolün zararlarından korur. L-Sistein 'in respirator kanalda mukuz' u parçalama özelliği olduğundan genellikle bronşit,amfizem ve tüberküloz tedavisinde faydalıdır.

L - SİSTİN : Bu amino asit cerrahi operasyonlardan sonra yanık ve yaraların iyileşmesi için önemlidir. Bronşit gibi solunum sistemi hastalıklarının iyileşmesinde,beyaz kan hücrelerinin aktivitelerinin arttırılmasında faydalıdır. Pankreasın şeker ve nişasta asimilasyonu için ihtiyacı olan insülinin temininde yardımcı olur.

GAMA-AMINOBUTİRIK ASIT (GABA) : Beynin reseptör yanını doldurarak stres mesajlarının beyinin motor merkezine ulaşmasını önler. GABA merkezi sinir sisteminde nöron aktivitesini azaltarak nörotransmitter görevi görür.

L - GLUTAMIK ASIT : Bu amino asit kişilik bozukluklarının düzeltilmesine yardımcı olur. Glikoz yanında glutamik asit beyin yakıtı olarak kullanılabilen tek maddedir. Beyin glutamik asidi beyin hücre aktivitelerini düzenleyen bir maddeye dönüştürür.

L - GLUTAMINE : L-Glutamin alkolizm,şeker ihtiyacının giderilmesi,mental kabiliyet,erkeklerde impotens, yorgunluk, yaşlılık,şizofreni,mental gerilik,peptik ülser ve sindirim sisteminin sağlığı açısından insan bünyesine yardımcıdır. Beyinde glutamik asidi serebral fonksiyon için esas olan dönüşüme uğratarak ihtiyaç duyulan GABA miktarını yükseltir.

L-GLUTATHION : Vücudu sigara ve radyasyonun zararlı etkilerine karşı korur,kemoterapi ve X ışınlarının yan etkilerini azaltır. Alkol zehirlenmesine karşı savaşır. Bir metal ve ilaç detoksifiyanı olarak karaciğer ve kan bozukluklarının tedavisine yardımcı olur.
L-GLİSIN : Merkezi sinir sistemi fonksiyonları ve prostat sağlığı için gereklidir. Bu amino asid bipolar depresyon tedavisinde kullanılır. Bu amino asidin çok fazla olması durumunda glukozu metabolik zincirden çıkararak yorgunluğa sebep olur .Uygun miktarlarda olması durumunda ise daha fazla enerji üretir.

L-HİSTİDİN : L-Histidin büyüme ve dokuların onarımı,ülser,hiper asidite,sindirim ve mide özsuyu oluşumunda çok önemlidir. Allerji, romatoid artrit ve anemi tedavisinde,kırmızı ve beyaz kan hücrelerinin üretiminde ihtiyaç duyulur.

L-ISOLÖSİN : Kas dokusunda metabolize edilir. Daima lösin ve valin ile birlikte dengeli halde alınmalıdır. Eksikliğinde hipoglisemiye benzer semptomlar oluşur.

L-LÖSİN : L-Lösin yükselmiş olan kan şeker seviyesini düşürür. Daima isolösin ve valin ile birlikte dengeli bir şekilde alınmalıdır. Bu önemli amino asid kemiklerin,cilt ve kas dokusunun iyileşmesinde rol oynar.

L-LİSİN : L-Lisin bütün proteinlerin esansiyel yapı bloğu olarak çocuklarda büyüme ve kemik gelişimi için gereklidir. Yetişkinlerde kalsiyum absorbsiyonuna yardımcı olur ve azot dengesini muhafaza eder. Eksikliğinde enerji düşüklüğü,konsantrasyon yetersizliği, irritabilite, saç dökülmesi, anemi, büyüme gecikmesi ve cinsel fonksiyon bozuklukları oluşur.

L-METİONİN : Yağların parçalanmasına,karaciğer ve arterlerde yağ oluşumunun önlenmesine yardımcı olur. Bu amino asit sindirim sistemine yardımcı olur. Adale zayıflığını ve saç kırılmasını önler. Allerjik kimyasallara hassasiyetin giderilmesi ve osteoporosiste kullanılması faydalıdır.

L-ORNİTİN : L-Ornitin vücutta L-arginin ve L-karnitin ile birlikte aşırı yağı metabolize ederek büyüme hormonu salar. İmmün sistem ve karaciğer fonksiyonları için gereklidir. Bu amino asid ayrıca amonyağı detoksifiye eder.

L-FENİLALANİN : L-Fenilalanin sıklıkla depresyon tedavisinde kullanılır. Nörotransmitterleri üretir,bunlarda beyin tarafından norepinefrin üretiminde kullanılarak hafızaya,öğrenme kapsitesine ve zayıflamaya yardımcı olur. Merkezi sinir sistemindeki etkisinde dolayı bu amino asid depresyonu önler,migren,menstrual ve artrit ağrılarını azaltır. L-Fenilalanin anksite atakları çeken,yüksek tansiyonlu,fenilketonürili hamilelerde kullanılmamalıdır.

DL-FENİLALANİN : DL-Fenilalanin bilhassa artrit ağrılarının kontrolünde çok etkilidir. Bütün amino asidlerin oluşumunda temeldir. Mental dikkati yükseltir,iştahı azaltır,parkinson hastalığına iyi gelir. Hamileler,şeker hastaları ve yüksek tansiyonu olanlarda dikkatli kullanılmalıdır.

L-PROLİN : L-Prolin kollojen üretimine yardımcı olarak cildi düzeltir. Kıkırdakları,eklemleri, tendonları ve kalp kaslarını güçlendirir.

L-SERİN : L-Serin yağ ve yağ asidi metabolizması,kas gelişimi ve immün sistemi için varlığı önemlidir. Ayrıca immünoglubulinlerin ve antibadilerin üretimine yardımcı olur.

L-TAURİN : L-Taurin yüksek konsantrasyonlarda kalp adalesi,beyaz kan hücreleri,iskelet adaleleri ve merkezi sinir sisteminde bulunur. Bu amino asid yağ sindiriminde,kalp bozukluklarında, hipoglisemi, aterosklerosis, ödem ve, hiper tansiyonda faydalıdır.

L-TREONİN : L-Treonin kalp,merkezi sinir sistemi ve iskelet kaslarında vardır. Bu önemli amino asid epileptik atakların kontrolünde kullanılır.

L-TRİPTOFAN : L-Triptofan insan davranışlarını stabilize eder. Seratonin üretiminde kullanılır. Seratonin sinir impulslarını bir hücreden diğer hücreye ileten nörotransmitter olup normal uyku için gereklidir. Hiper aktiviteyi agresif çocukların kontrolünde kullanılır. Kalbe iyi gelir. Kilo kontrolüne yardımcı olur. Vitamin B-6 üretimi için gerekli olan büyüme hormonlarının salınmasında faydalıdır.

L- TİROSİNE : Tirosin eksikliğinde hipotiroidizm oluşur. Konsantrasyonu düzeltir,iştahı bastırır ve vücut yağlarını azaltır. Karaciğerde fenilalaninin parçalanması ile ilgilidir. L-Tirosin, L-fenialaninden üretilebilir. Tirosin eksikliğinde norepinefrin üretimi azaldığından depresyon ve davranış bozuklukları oluşur.

L-VALİN : L-Valin stimülan etkilere sahip olup eksikliğinde vücutta negatif hidrojen dengesi oluşur. Valin, lösin ve isolösin ile birlikte daha iyi adale metabolizması,doku onarımı ve azot dengesi temini için kullanılır.

L-KARNİTİN : Uzun zincirli yağlı asidlerin taşınmasına yardımcı olur. Bu amino asid yağ oluşumunu önleyerek kilo vermeye yardımcı olur,kalp krizi riskini azaltır,atletik kabiliyeti geliştirir. Bilhassa vejeteryanların diyetlerinde kafi miktarda Lisine olmadığından L-Karnitin eksikliği oluşur.


Proteinler
Amino asitlerin birleşmesinden meydana gelmiş karmaşık yapılı organik moleküllerdir. Kelime olarak “en önemli” mânâsına gelen protein, gerçekten de canlının en önemli maddesini teşkil eder. Bütün canlıların hücreleri protein ihtivâ eder. Proteinler hücre stoplazmasında çözünmüş hâlde bulunur. Kas, karaciğer gibi organ ve dokuların % 80-90’ı proteindir. Kemik sistemi ve yağ dokusunda ise protein daha azdır.
Proteinler insan vücûdunda; büyüme, gelişme, açılan yaraların tâmir edilmesi, çeşitli maddelerin sindirim ve sentezi, enfeksiyonlara karşı koyma, sıvı dengesinin sağlanması, zekâ gelişmesi, azot dengesinin sağlanması gibi temel hayâtî unsurlarda mutlaka gereklidir. Ayrıca protein, kan serumundaki katı maddelerin en önemli kısmını oluşturur. Bunlardan fibrinojen, kanın pıhtılaşmasında; albümin ve diğerleri hücre içi ve dışı sıvı-tuz dengesinde görevliyken çok çeşitli bir takım proteinler de kan içinde bâzı maddelerin bir yerden başka bir yere taşınmasını sağlar. Vücûdun adalelerinin kasılmasını ve böylece hareketini sağlayan proteinler, organizmanın diğer canlılardan farklılığını da belirlerler. Her organizma ve organın kendine has proteini vardır.

Proteinlerin yapısı: Proteinin kimyâsal yapısı incelendiğinde % 50 kadarının karbondan; diğer kısmının ise oksijen, azot, hidrojen ve kükürtten meydana geldiği görülür. Proteinler büyük moleküllü bileşiklerdir. Bu büyük molekülü, amino asit denen temel organik bileşikler oluşturur.
Amino asitlerin sayısı pekçoktur, ama 21 çeşidi insan proteininin yapısını meydana getirir. Amino asitlerde tipik olarak bir Karboksil grubu(COOH) bir de Amino grubu (NH2) vardır.
Bir amino asit yapısı, genel olarak RCH (NH2) COOH formülü ile tanımlanır. R harfi değişken grubu simgeler.
Amino asitler birbirlerine NH2 ve COOH grupları arasında kurulan ve adına Peptid bağı denen özel bir bağ ile bağlanırlar. Değişik sayıda ve sırada bir araya gelen amino asitler çok çeşitli proteinler oluşturur.
Amino asitler, insan vücudunda sentez edilip edilmemesine göre ikiye ayrılır.
1. Esansiyel (Eksojen) amino asitler: Vücûtta yapılamadıklarından dışarıdan hazır alınması gerekir. Bu amino asitler; Triptofan, Treonin, Fenil Alanin, Metionin, Lizin, Lösin, İzolösin ve Valindir. Çocuklarda, Histidin de sentez edilmediğinden bu listeye dâhil olur.
2. Esansiyel olmayan amino asitler: Vücûtta temel organik maddelerden yapılabilen amino asitlerdir.
İnsanoğlu protein ihtiyâcını hayvânî ve nebâtî (bitkisel) gıdâlardan temin eder. Farklı besin kaynaklarının hem asit miktarı hem de bu proteinin içindeki esansiyel amino asit miktarı farklıdır. Hayvânî gıdâlar daha fazla proteinliyken meyve ve sebzeler protein bakımından fakirdirler. Baklagillerin protein bakımından zenginliğiyse dikkat çekicidir.
Yetişkin bir insanın, günde kilosu başına 1 gram proteine ihtiyacı vardır. Fakat büyüme ve gelişmesi çok hızlı olduğundan, ilk aylarını yaşayan bir çocukta bu miktar 3 grama kadar çıkar.
Ateşli hastalık, kansızlık, ameliyat, yaralanma, ishal, tiroid bezinin fazla çalışması, barsak parazitleri, gebelik, emziklilik gibi durumlarda da protein ihtiyacı normalin üzerine çıkar.
Vücûdun proteinden faydalanma derecesi proteinin yapısı ile ilgilidir. Vücûtta rahatça sindirilen, lüzumlu diğer proteinlere çevrilebilen proteinler Kaliteli Protein’dir. Kayıp vermeden kullanılabilen ve dışardan alınması şart olan bütün amino asitleri ihtivâ eden proteine Örnek Protein denir. Anne sütü, bebekler için örnek proteini ihtivâ eder. Diğer bir örnek protein yumurta sarısıdır. Diğer yiyeceklerde vücutta yapılamayan bütün amino asitler bulunmadığından çeşitli yiyecekler yemekte fayda vardır.
Proteinlerden faydalanmak için yiyeceklerin seçimi ve hazırlanması çok önemlidir. Meselâ 70 kilo gelen bir kimse, bir günlük protein ihtiyacını 350 gr etten veya 900 gram ekmekten sağlayabilir. Fakat önemli olan vücut için gerekli proteini almanın yanısıra dışardan alınması şart olan amino asitleri de yeteri kadar almaktır. Bu sebeple hayvânî ve nebatî (bitkisel) kaynaklar arasında bir denge kurulmalıdır. Alınan proteinin % 20’si hayvânî proteinlerden, kalanı da nebâtî kaynaklardan sağlanırsa bu denge tesis edilmiş olur. Proteinlerin sindirimi mîdede başlar. Amino asitleri birbirine bağlayan peptid bağlarının açılması peptidaz denen mîde ve barsak enzimleriyle olur. Mîdede pepsinojen olarak salgılanan enzim aktif hâle gelince pepsin adını alır ve protein zincirlerini bölerek daha kısa zincirler oluşturur. Bu hâdise barsaklarda pankreas bezinden salgılanan tripsin ve kimotripsin enzimleriyle devam eder ve proteinlerin sindirimi tamamlanır.
Proteinli yiyeceklerin pişirilmesi de, proteinden faydalanmayı etkiler. Bâzı vitaminlerin ve yağsız diyetin proteinden faydalanmayı azalttığı söylenmektedir. Yağda kızartmalarda, yanıncaya kadar olan pişirmelerde protein kaybı olur. Meselâ 150°C ve yukarılarda kayıp daha fazladır.
Bâzı yiyecekler bekletilince (süt tozu gibi) zamanla protein değerlerinden kaybederler. Sıcak bir yerde saklanıyorlarsa bu kayıp daha fazladır.
Mayalanmış yiyeceklerde amino asitler serbest duruma geçtiğinden proteinden faydalanma artar. Meselâ, ekmek hazırlanırken mayalandığı için protein bakımından faydalı hâle gelmiştir.
Proteinlerden yeterince yararlanmak için enerji verici gıdâlardan (karbonhidratlı, yağlı gıdâlar) yeteri kadar alınmalıdır. Aksi hâlde protein vücûtta enerji için kullanılır ve asıl vazifelerini göremez.
Protein vücutta pek depo edilemez. Bu sebeple alınmadığı takdirde özellikle çocuklarda eksiklik belirtileri ortaya çıkar.
Önce vücutta azot dengesi bozulur. Vücut kaybettiği azotu yerine koyamaz. Çünkü vücûdun asıl azot kaynağı proteinlerdir. Daha sonra gözle görülür belirtiler başlar. Kişinin zihnî yoğunlaşma yeteneği kaybolur. Sabahleyin yeterli protein almadan okula gidenlerin diğerlerine göre daha başarısız oldukları görülmüştür. Protein eksikliği olan kimsede neşesizlik, mizac değişiklikleri, çabuk yorulma gibi belirtiler olur. Kan proteinlerinin miktarı düşer. Daha sonraki dönemlerde ise belirgin kansızlık, hastalıklara eğilim, kan şekeri azalması, kan basıncı düşmesi, göz bozuklukları, diş etleri rahatsızlıkları gibi durumlar görülür.
Kronik protein eksikliği vücûtta öncelikle karaciğeri etkiler. Karaciğerin büyümesine, yağlanmasına ve bâzı siroz benzeri değişikliklerine sebep olur. Protein eksikliğine bağlı bu belirtiler ancak ihtiyacın çok olduğu devirlerde uzun süre protein alınmaması sonucu olur. Her şey gibi proteinin de fazlasının zararlı olduğu tespit edilmiştir. Çok fazla protein alındığında böbrekler fazla miktarda protein yıkılma ürünleri (üre, ürik asit) ile karşı karşıya kalır. Özellikle yaşlılarda zâten böbrek fonksiyonları yavaşlamıştır. Bu durum gut hastalığına, böbrek taşı teşekkülüne zemin hazırlayabilir. Fakat et yiyen yaşlıların, bundan vazgeçince kendilerini daha dinç ve sağlıklı hissettikleri görülmüştür.

6473
Biyoloji / AKCİĞERLERİN YAPISI
« : Ekim 10, 2007, 10:00:59 ÖS »
AKCİĞERLERİN YAPISI


AKCİĞERLER(Pulmones):Akciğerler göğüs boşluğunda yüreğin sağ ve solunda az çok piramit şeklinde olan solunum organlarıdır. Taban kısımları diyaframın üzerine oturmuştur. Göğüs çeperine bakan yüzeyleri dış bükey, yüreğe bakan iç yüzeyleri ise iç bükeydir. Akciğerlerin dış yüzeyi düzgün ve parlak olup bu parlaklık akciğerleri örten palevranın visceral yaprağındandır. Rengi, yeni doğmuş çocuklarda esmer-kırmızı, gençlerde pembe, ergin ve yaşlılarda ise pembe-mavimtıraktır.İnsan yaşlandıkça akciğerlerin yüzeyinde bir takım pigmentler belirir. Bunlar solunum sırasında akciğerlere kadar giren yabancı cisimleri meydana getirdikleri oluşuklardır.
Akciğerlerin ortalama olarak yükseklikleri,omurga tarafındaki kenarlarında 25cm olup önden arkaya olan kalınlıkları tabanda 16cm ,genişlikleri ise yine tabanda sağ akciğerlerin 10cm,sol akciğerlerin 7cm dir.Yüreğin sol akciğer üzerine yaptığı basınçtan dolayı bu akciğer küçük kalmıştır.Sağ akciğer,sol akciğerden 1/5 veya 1/6 kadar büyüktür .Ayrıca sağ akciğer karaciğerin sağ lopunun yaptığı kabarıklıktan dolayı sol akciğere nazaran biraz yukarıdadır.Yine bu akciğer üzerindeki iki yarıkla üç lopa ayrılmıştır.Sol akciğer ise bir tek yarıkla iki lopa ayrılmıştır.
Akciğerlerin hacmi yaşa, şahsa ve cinse göre değişir .Ağırlıkları yetişkin bir erkekte 1300gr olup bunun 700gr mı sağ ,600gr mı sol akciğere aittir .Kadınlarda ise sağ akciğer 550gr,sol akciğer 450gr kadardır.İçerisinde hava bulunan akciğerler daha hafiftir.Yeni doğmuş ölü bir çocuğun akciğerlerinin nefes almamış olduğu suya atılarak anlaşılır.Eğer nefes almış ise suyun yüzeyinde kalır .Almamış ise suyun dibine çöker.
Akciğerler yumuşak olduğundan parmakla basılınca çökertilebilir.Üzerlerinde fazla basınç yapılırsa alveol keseciklerinin yırtılmasından dolayı bir çıtırtı duyulur.Bu taktirde hava kabarcıkları plevranın akciğerleri örten yaprağı altına gözle görülebilir.Akciğerler kolay yırtılmazlar.Bu nedenle,alveolleri dolduran havanın basıncına mukavemet ederler.
Akciğerlerin Yapısı: Akciğerleri dıştan seroz yapıda olan çift katlı plevra zarı örter.Her akciğerin ayrı bir plevrası vardır. Plevranın dış katı göğüs çeperine yapışmıştır.Bu kat parictal yapıda olduğundan parictal plevra adını alır. Plevranın diğer katı akciğerlerin yüzeyini örter. Buna da visceral veya pulmonal plevra denir. Bu iki yaprak ayrı olmayıp akciğerleri hilus kısmında birbirleriyle birleşirler. Ayrıca bu iki yaprak iç içe olduğundan birbirleriyle sıkı temas halinde olup aralarında plevra boşluğu bulunur. Her akciğerin ayrı bir plevrası olduğundan aynı şekilde her bir akciğerin etrafında ayrı bir plevra boşluğu bulunur. Bu boşlukta akciğerlerin hareketini kolaylaştıran bir sıvı vardır.
Plevranın göğüs boşluğunu örten parictal yaprağı ,üzerini örttüğü bölgelere göre isim alır.İnce ve saydam olan visceral yaprak ise akciğerlere sıkıca yapışmıştır.Hatta bu yaprak lopcuklar arasındaki hücresel doku ile de irtibattadır.Visceral plevranın serbest olan dış yüzeyi parietal ile temas halinde olup parlak ,düzgün ve kaypaktır.
Akciğerlerin her bir lopu altıgen piramit şeklinde 1cm3 hacminde küçük lopcuklara ayrılmıştır.Lopcukların bazıları akciğerin yüzeyinde,bazıları ise derinliğindedir.Yüzeyde olanlar piramit şeklinde olup tabanları akciğerlerin yüzeyinde çok köşeli olarak görülür.Tepeleri ise hilusa doğrudur.Derinde olan lopcukların şekilleri değişiktir.Her bir lopcuk küçük ve başlı başına bir akciğerciktir.
Lopcukların,üzüm salkımına benzeyen hava keselerine(acinus) ayrılmışlardır.Hava keseleri de ampül şeklinde keseciklere ayrılmıştır.Bütün lopcuklar birbiri üzerine düzensiz bir şekilde yığılmışlardır.Yalnız bunları birbirinden ayıran esnek bir katılgan doku mevcuttur.Yani,her lopcuk kan damarları ve bronşların kolları ile sinirlerden yapılı katılgan bir doku ile çevrilidir.Lopcukların içerisine giren bronş kolları 50-60kadar küçük kollara ayrılır.Çapları 1/10mmolan bu kollara bronşcuk adı verilir.
Bronşcukların yapısında da bronşlarda olduğu gibi iki tabaka bulunur.Bunlardan biri, yine kıkırdak ,kas ve zardan yapılı olan iç tabakadır.Dış tabakada bulunan ve tam olmayan kıkırdakcıkların arsında fibroz bir lam vardır.Bronşcuklardaki kıkırdaklar plaklar,halinde ve gelişi güzel durumdadırlar.Bu kıkırdak plaklar,bronşcukların çapları küçüldükçe seyrekleşir,ve 1mm çapındaki bronşcuklara gelince kıkırdaklar tamamen kaybolurlar ,nihayet ,sadece fibroz bir yapıda olan zar tabakası kalır.Bunun yapısında da kas lifleri bulunur.Mukoza dan ibaret olan iç tabaka bronşcuklar küçüldükçe incelerek alveoller de tek bir epitalyum tabakasına kadar indirger.
Bronşcuklar muntazam olmayan boşluklara açılırlar.Bu boşluklardan,3mm uzunluğunda 40 mikron genişliğinde birçok kanallar çıkar.Bu kanalların çeperleri girintili çıkıntılıdır.Burada hem birbirine hem de kanal boşluğuna açılan bir takım keseciklerin çapları 0,2-0,3mm,sayıları da 750 milyon kadardır.Alveollerin çeperleri yalın kat epitelden yapılmıştır.Etraflarında gaz alışverişini sağlayan kılcal damarlar bulunur.Alveollerin toplam yüzeyi 48m2 dir.İçerleri hava ile doludur.Kılcal damarların bu kesecikler etrafındaki toplam yüzeyi ise 150m2 kadardır.Akciğerlerin özgül ağırlığı da 0,5gr/cm3 dür.



AKCİĞER HASTALIKLARI


ZATÜRE(PNÖMONİ):Pnömoni, akciğerlerin iltihaplı hastalığı olarak tanımlana bilir.Bebek ölüm hızının binde yüz dolaylarında,beş yaştan küçük çocuk ölümlerinin tüm ölümlerinin tüm ölümlerin yarısını oluşturduğu ülkemizde hastalığın önemi daha büyüktür.Çünkü,bu ölümlerin en başta gelen sebebi pnömonidir.Herkes her yaşta pnömoniye yakalana bilir.Ama çocukluk yaşlarında daha sık görülür.Ayrıca çocukluk ve yaşlılıkta daha ağır seyreder.
Soğuk, pnömoniyi hazırlayıcı bir faktördür.Bu nedenle pnömoni kış mevsiminde diğer mevsimlerden daha sık görülür.Soğuk bölgelerde de diğer bölgelere oranla daha çoktur. Erkekler ve kadınlar pnömoniye benzer duyarlılıktadır, yani yakalanmalarında fark yoktur. Sosyo- ekonomik durumu iyi olmayan kişilerde hastalık sık görülür ve ağır seyreder.
Aslında pnömoni , teşhisi ve tedavisi kolay bir hastalıktır. Ülkemizde en önemli ölüm sebebi olması , çocuklarda beslenme bozukluğunu sık görülmesi , pnömoni tanı ve tedavisinde geç kalınmasındandır. Bir başka değişle , pnömoni bebekler için tehlikeli bir hastalıktır, pnömoni şüphesi olanlar özellikle bebekler hekim tarafından muayene edilmelidir.

PNÖMONİ NASIL MEYDANA GELİR?
Pnömoni çok çeşitli etkenlerle meydana gelir.Virüsler,bakteriler,mantarlar,barsak parazitleri,akciğerlere kaçan yağlı maddeler,besinler ve bazı zararlı maddeler pnömoniye sebep olur.Sayılan bu mikroplar,genellikle hasta ve taşıyıcıların solunum sistemi salgılarında bulunur.Bu mikropların tükürük ,salya ile etrafa yayılması ve sonuçta akciğerlere ulaşması ile de pnömoni meydana gelir.

Mikroorganizmaların akciğerlere ulaşması ayrıca şu yollarla ola bilir.
a)Damlacıklarla:Öksürük,aksırık,konuşma sırasında mikroorganizmayı taşıyan damlacıkların sağlam kişilerin solunum sistemine girmesi.
b)Hava yolu ile:Mikroorganizmaları taşıyan hava ile solunum sırasında.
c)Toza bulaşmış eşyalar ile :Pnömoni mikroorganizmalarından herhangi biri ile bulaşmış,havlu,mendil,bardak,kaşık,çatal vb. eşyaları kullanmakla.
d)Parazitlerle olan pnömoniler ise,kirli içecek ve yiyeceklerle.
e)Vücudun herhangi bir yerindeki bir mikrobun kan veya lenf yolu ile akciğerlere gelmesi şeklinde olabilir.

PNÖMONİNİN BELİRTİLERİ

a)Ateş:Pnömoni genellikle ateşli bir hastalıktır.Ancak bebeklerde,ateş olmadan da hastalık olabilir.
b)Öksürük:Çocuklar ve yetişkinlerde öksürük vardır.Ateş,nezle,öksürük bazen ilk belirtilerdir.Bebekler balgam çıkaramazlar.
c)Solunum Güçlüğüakikadaki solunumun sayısı artmıştır.Bu özellikle bebeklerde belirgindir.Sık soluk alıp verme yanında,solunum hırıltılıdır.Akciğer havalanmasının yetersizliği sonucu dudaklarda syanoz(morarma) görülür.Burun kanatlarının solunuma katılmasından dolayı nefes alırken burun açılıp kapanır,yine solunum sırasında kaburga araları içeri çekilir.
d)Bebekler de,iştahsızlık,emmeme,huzursuzluk,devamlı ağlama,inleme ve soluk renk görülür.

PNÖMONİDEN KORUNMA

*Yeterli ve dengeli beslenmenin sağlanması.
*Kişinin hijyen koşullarının sağlanması.
*Çocukların boğmaca ve tüberküloz aşılarının yapılması.
*Kişide pnömoniyi meydana getiren hazırlayıcı faktörlerin düzeltilmesi ile pnömoniden korunmak mümkündür.
*Toplumun sosyo-ekonomik durumunun yükseltilmesi,konut başta olmak üzere hayat şartlarının düzenlenmesi.

PNÖMONİYE KİMLER DAHA KOLAY YAKALANIR

*Küçük bebekler,çocuklar ve yaşlılar;
*Beslenme bozukluğu olanlar,kansızlığı,raşitizmi olanlar,
*Akciğerlerinde kronik bir hastalığı olanlar,
*Bakım yetersizliği olan çocuklar kolay yakalanırlar,
*Doğuştan bazı anomalileri olanlar(akciğer,ağız,kalpte sakatlıklar)

PNÖMONİDE TEDAVİ

Pnömoni evde ya da hastane de tedavi edilebilir.Evde tedavi olan hastalara uygun ısı ve nem’ de ki bir odada yatak istirahatı yapmalıdır.

*Odada buhar yapılmasının yararlı olduğu unutulmamalıdır.
*Sigara dumanı başta olmak üzere odada toz ve duman olmamasına özen gösterilmelidir.
*Hastaya yutması kolay sıvı yiyecek verilmelidir.
*Hastaya yeterli protein verilmelidir.




VEREM(TÜBERKİLOZ):Verem,Robert KOCH tarafından bulunduğu için Koch basili olarak bilinen bir mikrop tarafından meydana getirilen bulaşıcı bir hastalıktır.Ancak,bir kişinin vereme yakalanmasında verem basilinin yanı sıra,sosyal ve ekonomik şartların da rolü vardır.Çünkü verem kötü çevrede yaşayanlarda ,kalabalık ailelerde,temizlik kurallarına dikkat etmeyen,eğitimsiz kişilerde daha fazla görülür.
Verem,genellikle hava yolu ile bulaşır.Veremlilerin öksürükleri ile saçtıkları damlacıklardaki basiller doğrudan sağlam insanlara bulaşabilir.Havada uzun süre asılı kalabilen her damlacıkta 1-2 adet basil bulunmaktadır.Bu basiller özellikle,sinema,bar,kahvehane gibi loş ve kapalı yerlerde uzun süre asılı olarak kalırlar.Güneş ışığı giren yerlerde ise 1-2 saat içinde ölürler.Her verem hastası hastalığı yaymaz.Etkili bir tedavi alan hastalar basil yaymazlar.Akciğer dışındaki organlarda da verem olabilir.Fakat buralardaki verem cerahat akıntısı olmuyorsa başkasına bulaşmaz.
Veremin bir diğer bulaşma yolu da verimli ineklerin sütlerinin içilmesi ya da bu sütlerin ürünlerinin yenilmesidir.Ancak bu sütler kaynatılır veya pastörize edilirse Koch basili ölür.
Mikrop vücutta bütün doku ve organlara yerleşip hastalık meydana getire bilir.Ancak,en çok görülen şekli akciğer tüberkilozudur.Veremin belirtileri,hastalığın değişik organ ve dokularda yerleşmesi nedeniyle farklıdır.Ancak en sık görülen akciğer vereminin başlıca belirtileri olarak,öksürük,gece terlemesi,kilo kaybı,iştahsızlık,balgam çıkarma,ateş,göğüs ağrısı sayılabilir.Verem mikrobu beyin zarlarında yerleştiğinde yüksek ateş,baş ağrısı,kusma,ense sertliği gibi menenjit belirtileri meydana gelir.Eklemlerde hastalık yaptığında eklem şişer ve ağrır.
Verem hastalığının teşhisi,klinik muayene,röntgen ve diğer laboratuar tetkiklerine dayanılarak yapılır.Bir tüberkilozun genellikle 5-10 kişiye hastalığı bulaştırdığı kabul edilmekle beraber,teşhisi uzun süre geciken bir hastanın yüzlerce kişiye hastalığı bulaştırması da mümkündür.Ayrıca,hastalığın teşhisi geciktiğinde tedavisi de güçleşir.Bu yüzden hastalığın”erken teşhisi” önemlidir.




TEDAVİSİ:

Etkili tüberkiloz ilaçları bulunmadan önce tüberkiloz tedavisi daha çok hastaların temiz havalı yerlerde dinlenme ve beslenmeleri suretiyle bünye dirençlerinin arttırılması esasına dayanıyordu.Ayrıca,hasta dokular hareketsiz duruma getiriliyor veya cerrahi yola çıkarılıyordu.Günümüzde ise,verem haslığının tedavisi,etkili pek çok ilaçla yapılmaktadır.Ancak,veremin tedavisi,diğer bulaşıcı hastalıklardan daha uzundur;aylar,bazen yıllarca sürebilir.düzenli ve yeterli süre tedavi önemlidir.

KORUNMA:

a)Verem’ den korunmada,insanların hastalığın mikrobu ile karşılaşmalarını önlemek temeldir.Bunun en etkili yolu ise hastaların erken teşhislerinin yapılıp,düzenli ve yeterli süre,tedavi edilmeleridir.Ancak çoğu zaman hastaların yakın temaslarına hastalığın bulaşması önlenememektedir.Bu yüzden mikrop kapmaları önlenemeyen kişileri ilaçla koruma,bunların yeni hastalık kaynağı oluşturmalarını sağlamak gereklidir.

b)BCG aşısıyla korunma:Pek çok ülkede kullanılmaktadır.BCG aşısı;sığır tipi tüberküloz basilinin hastalık yapma gücünün zayıflatılmasıyla ilk defa 1923 yılında üretilmiştir.Calmette ve Guerin ‘in geliştirmiş olduğu bu aşının,1940’lı yıllarda yaygın olarak kullanılmasıyla birçok ülkede verem görülme sıklığı azalmıştır.Ülkemizde de vereme karşı,tüm bebeklere doğumdan sonra BCG aşısı yapılmaktadır.Araştırmalar aşının yaklaşık %80 oranında koruyuculuğu olduğunu göstermektedir.Bu koruyuculuğunun devam edip etmediği ön koldan yapılan bir deri testi ile kontrol edilebilmektedir. Bu testin sonucuna göre bazı kişilere BCG aşısının yeniden yapılması gereke bilir.

c)Hastalıktan korunmada,sağlıklı bir yaşam biçiminin ve yeterli beslenmenin sağlanması da önem taşır.Ayrıca hastalığın belirtileri,bulaşma yolları,tedavi ve korunmada yapılması gerekenler konusunda toplum eğitilmelidir.


BOĞMACA:Boğmaca,solunum yollarında meydana gelen ve çocukluk çağında sık görülen bir hastalıktır.Etkeni boğmaca mikrobudur.Mikrob,hastaların öksürük,aksırığıyla etrafa yayılır.Bu mikrobu alan sağlam kişilerde,7-15 gün gibi,bir kuluçka döneminden sonra hastalık,kuru,kısa ve geceleri artan bir öksürükle başlar.Öksürük tedaviye rağmen devam eder ve giderek artar.Hafif bir ateş olur.Bir-iki hafta sonra,özellikle geceleri ortaya çıkan,öksürük nöbetleri meydana gelir,bu nöbetler sırasında çocuk bir süre nefes alamaz ,dudakları morarır ve boğulur gibi olur.Bunu sesli ve derin bir soluk alma izler.Genellikle çocuk solunum yolundaki balgamı çıkarıncaya kadar öksürük devam eder ve bu arada sıklıkla kusma olur.Öksürük nöbetleri günde 8-50 defa olabilir.Nöbetlerin ağırlığı ve sıklığı,çocuğun sinir sistemiyle de ilgilidir.Bu dönemde boğmacalı çocuğun yüzü ve göz kapakları şiş,gözleri kılcal damarlardaki kanamalardan dolayı kırmızıdır.Öksürük nöbetleri sırasında solunumun yapılamaması ve kanın oksijenlenmesinin bozulmada,beynin zarar görmesine sebeb olacağından bebeklerde önemlidir.Bu dönem birkaç günden bir aya kadar devam eder.Bundan sonra öksürük nöbetleri hafifler ve sayısı azalır.Öksürük sırasında artık morarma ve kısma olmaz,iştah düzelir.Bu durum 2-6 hafta sürebilir.








BOĞMACANIN TEDAVİSİ:

Boğmacanın tedavisi antibiotik denilen ilaçlarla yapılır.Ayrıca hastanın sakinleştirilmesi ve bulunduğu ortamın havasının temiz ve nemli olması tedavi açısından önem taşır.



KORUNMA:

Korunma,aşı ile sağlanabilir.Boğmaca,Difteri,Tetanoz karma aşısı,doğumdan sonra,iki aylık çocuklara belli aralıklarla üç defa ve bir yıl sonra da tekrarı(rapel) yapılır.Ayrıca, çok küçük bebekler başta olmak üzere çocukların öksüren hastalardan korunması önemlidir.


6474
Biyoloji / Biyolojinin Önemi ve Geleceği
« : Ekim 10, 2007, 09:58:53 ÖS »
Biyolojinin Önemi ve Geleceği

İnsan biyokültürel ve sosyal bir varlıktır. Bu nedenle insanın başlıca gereksinimi iki grupta toplanabilir.

1. Fizyolojik Gereksinimler: Vücüdun büyümesi ve dokuların onarımı için beslenme, barınma, korunma, üreme ve dinlenme gibi durumlardır.
2. Sosyal ve Psikolojik Gereksinimler: Sevme, sevilme, üstün olma, yaşama güvencesine sahip olma, toplumda bir yer (statü) edinme gibi durumlardır.
Fizyolojik gereksinimler, insanın bir canlı olarak sağlıklı yaşamasını; sosyal ve psikolojik gereksinimleriyle toplumda rahat ve başarılı olmasını sağlamaya yöneliktir.

Bilimsel ve Teknolojik gereksinimler;
* Temizlik için kullanılan deterjanların pahalı ve zararlı etkiye sahip olması.
* elektronik endüstrisinde temizlik için kullanılan HCl'nin zararlı etkisi,
(-Yüksek enerjli lazer kullanılması çevreye zarar vermekten koruyor)

Biyolojinin Önemi

İnsan gereksinimlerini karşılamakta kullandığı bilgi ve becerileri elde etmek için çevreye başvurmak yerine, eğitim köprüsünden yararlanarak istediği bilime ulaşır. Fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerinin en ilgi çeken ve diğerlerine temel oluşturanı da biyolojidir.
Biyolojinin öneminin giderek artmasının nedeni; çevre sorunları, biyolojik ıslah yöntemleri, biyoteknolojik çalışmalar ve tıp alanındaki gelişmelerdir.
Örnek: Çevre sorunlarından fosil yakıtları ve getirdiği problemler.

* "Tatlı Sorgun" bitkisinden yakıt olarak yararlanılmaktadır. (Kolonisi fazla ve kükürt miktarı az)
* AZ EMEKLE ÇOK VERİM ALABİLMEK
* SAĞLIK TURİZMİ
* ORMANLAR (YEŞİL ALANLARIN KORUNMASI > EROZYON vb.)
* Yetersiz ve dengesiz beslenme
* Kalıtsal hastalıklar, akraba evlilikleri
* Aile planlaması

Sonuç Olarak; Biyoloji bilgisine sahip olmanın bireyin yaşsansür getireceği kolaylıklar ve yararlar aşağıdaki gibi özetlenebilir.
* Kendisini ve çevresini daha iyi tanır.
* Bilinçli yaşar ve sağlığını korumaya çalışır.
* Geleceğe umutla bakar
* Biyolojik zenginlikleri tanır ve onlardan yeterince yararlanmaya çalışır.
* Canlı yapısını ve özelliklerini öğrenir.
* Araştırma duygusunu ve kişiliğini geliştirip toplum içinde daha iyi bir yer edinir.
* Alışverişlerinde ekonomik davranmasını bilir.

Biyolojinin Geleceği

Biyolojik çalışmalar, giderek genetik, moleküler biyoloji ve biyokimya gibi alt bilimler üzerine yoğunlaştırılıyor.
* Önemli çalışmalardan biride KOLONLAMA dır.
- Önümüzdeki yüzyılın başında şu gelişmelerin olması beklenmektedir:
* Kalıtsal hastalıklara neden olan genler (kanser, g. tansiyon, düşük tansiyon vb.)
* Canlının ömür uzunluğunu kalıtsal olarak kanıtlayan genlerin kontrol altına alınması.
* Bir canlıda önemli bir özelliği ortaya çıkaran genler, diğer canlıların kalıtsal yapısına eklenerek bazı eksikliklerin tamamlanması.
* Bitki ve hayvan ıslahı, birçok maddenin sentezinin mikroorganizmalara yaptırılabileceği.
* Genlerdeki değişikler sonucu yeni hayvan ve bitki türlerinin ortaya çıkması sağlanacaktır.
* Yenilenme > Doku ve organ nakli vb.
* Gen haritaları vb.

6475
Biyoloji / BOŞALTIM SİSTEMİ
« : Ekim 10, 2007, 09:56:52 ÖS »
BOŞALTIM SİSTEMİ

• Metabolizma sonucunda oluşan zararlı ve işe yaramayan maddelerin dışarı atılmasına boşaltım denir.
• Tek hücreli canlılarda çoğunlukla CO2 ve NH3 gibi artık maddeler doğrudan difüzyon veya osmozla dışarı atılır.
• Tatlı sularda yaşıyan canlılarda (paramesyum gibi) fazla suyu dışarı atan kontraktil kofullar bulunur.

OMURGASIZ HAYVANLARDA BOŞALTIM
• Sünger ve sölenterlerde boşaltım vücut yüzeyinden difüzyonla olur.
• Yassı solucanlardan planaryada boşaltım organı alev hücreleridir(protonef- ridyum).Alev hücresi içerisinde titrek siller bulunan boşluk vardır.Alev hücrelerindeki sillerin hareketi ile hücreye gire su boşaltım kanallarına itilir ve boşaltım deliğinden dışarı atılır.Alev hücrelerinin esas görevi vücudun su dengesini sağlamaktır.NH3 ve CO2 in bir kısmı vücut yüzeyinden difüzyonla atılır.
• Toprak solucanındaki boşaltım organı nefridyumdur.Vücudun her halkasında bir çift bulunur.Nefridyumun vücut içine bakan ucunda kirpikli huni bulunur.Kirpikli huniden ayrılan kanal vücut boşluğunda çok sayıda kıvrımlar yaparak bir sonraki halkadan dışarı açılır yani nefridyumlar arasında bir bağlantı yoktur.Kanalların üzerleri kılcal damarlarla çevrilidir.Kılcal damarlarda glikoz gibi yararlı maddeler ve suyun bir kısmı geri emilerek idrar oluşturulur ve bu boşaltım artığı dışarı atılır.
• Böceklerde boşaltım organı malpighi tüpleridir.Bu tüplerin kapalı olan serbest uçları organlar arasındaki boşluklara uzanır.Diğer uçları ise sindirim kanalının son kısmına bağlanır.Bu organlar vücut boşluğundaki kanda bulunan boşaltım maddelerini difüzyon ve aktif taşıma ile alır. Ve kasların kasılması ile bağırsağı boşaltır.Fazla su bağırsaktan geri emilir.Böcekler azotlu artıkları ürik asit kristalleri şeklinde atarak fazla su kaybını önler.

OMURGALI HAYVANLARDA BOŞALTIM
• Canlılardaki azotlu artık ürünleri amonyak ,üre,ürik asittir.Amonyağa göre üre,üreye göre de ürik asit daha az zehirlidir.Suda yaşayan canlılar amonyağı fazla enerji harcamadan kolayca suya verebilir.Karada yaşayan canlılar da ise amonyak daha az zehirli olan üre veya ürik asite daha fazla enerji harcanarak dönüştürülür.Üre suda kolayca çözünebilir ve böbreklerden atılıncaya kadar vücutta kalabilir.Ürenin vücuttan atılması su ile olur.Memeliler üreyi bol su ile dışarı atarlar.Karada yaşayan fakat vücuduna fazla su almayan böcekler sürüngenler ve kuşlarda üre suda çözünmeyen ürik asit kristalleri şeklinde atılır.Böylece vücuttan aşırı derecede su kaybı önlenmiş olur.
• Omurgalıların boşaltım organına böbrek denir ve 3 tiptir.
PRONEFROZ
Balık ve kurbağaların embriyo devreleri ile köpek balıklarında görülür.Esasını nefridyumlar teşkil eder.Nefridyumlar omurganın iki yanında uzanan kanala bağlanırlar.Nefridyumların önünde aorttan ayrılan kan damarlarının meydan getirdiği glomerulus denilen kılcal damarlar yumağı bulunur.Glomerulustan kirpikli hunilere süzülen artık maddeler ortak bir kanalla taşınarak kloaka getirilir ve oradan dışarı atılır.
MEZONEFROZ
Sürüngen,kuş ve memelilerin embriyoları ile balık ve kurbağaların erginlerinde görülür.Pronefroz tipi böbreğe benzer.Ancak kirpikli hunilerin yerini bowman kapsülleri almıştır.Bowman kapsülleri glomerulusu sarar.Bowman kapsülleri ayrı ayrı kanallara açılır.
METANEFROZ
Sürüngen kuş ve memelilerin erginlerinde görülür.Her bir bowman kapsülü ortak bir kanalla boşaltım kanalına ulaşır.
• Omurgalılarda üreme sistemi ile boşaltım sistemi birbirleri ile bağlantılı yapı gösterir(ürogenetal sistem).Müller kanalı ile dişi üreme sisteminin kanallarını oluşturur.Wolf kanalı erkeklerde üreme sisteminin kanallarını oluşturur.Wolf kanalı sürüngen,kuş ve memelilerde yanlızca üreme sisteminin kanalını oluşturur.Memelilerin ürogenital sistemi,sindirim sistemi ile ilgili değildir.Diğer omurgalılarda ürogenital sistemle sindirim açıklığı ortaktır.Bu tür canlılara tek delikliler denir.

İNSANDA BOŞALTIM SİSTEMİ

BÖBREK VE YAPISI
• Bir çift olup, fasulye tanesi şeklindedir.Her böbrekten birer idrar kanalı çıkar.Bunlar aşağı doğpru inerek idrar kesesinde sonlanır.
• Böbrek dıştan içe doğru ;
Kabuk(korteks)
Öz bölgesi(medulla)
Havuzcuktan(pelvis) oluşur.
• Böbrekte yapı ve görev birimi nefrondur.Nefronların üre ve artıların süzüldüğü en önemli kısımları böbreğin kabuk kısmıdır.Nefrondaki yapılar
1)Glomerulus:Kılcal damarlardan oluşur.
2)Bowman kapsülü : Glomerulusu sarar.Glomerulustan süzülme ile gelen kan sıvısı bowman kapsülüne geçer.Tek sıralı yassı epitelden meydan gelmiş yarım ay şeklindeki yapıdır.
3)Proksimal kanal:Geri emilmenin meydana geldiği kıvrımlı kanallardır.Besin maddelerinin büyük bölümü buradan geri emilir.
4)Henle kulpu:Özellikle su ve minareller geri emilir.
5)Distal kanal:en son geri emilmenin meydana geldiği yerdir.Özellikle iyonlar burada geri emilir.
• Geri emilmenin yapıldığı yerlerin(proksimal kanal,henle kulpu ve distal kanal) çevresi kılcal damarlalar çevrilir.
• Böbreklere kan,böbrek atar damarı ile taşınır.Böbrek atar damarı O2 besin,üre ve ürik asit bakımından zengindir.
• Böbreğin öz bölgesinde ,tabanı kabuk bölgesine tepesi havuzcuğa bakan piramit şeklinde yapılar bulunur.
• Glomerulus + Bowman kapsülü = Malpighi cisimciği
• Glomerulus + Bowman kapsülü + henle kulpu = Nefron

KANDAN BOŞALTIM MADDELERİNİN SÜZÜLMESİ
• Böbreklerin görevi, hücrelerde oluşan ve kana verilen metabolizma artıklarını süzerek kandaki maddelerin belirli derişimde kalmasını sağlamaktır.
• Böbrek atar damarı ile gelen üre ve ürik asit ,çeşitli tuzlar,iyonlar,glikoz yüksek kan basıncından dolayı bowman kapsülüne geçer.Süzülen sıvı tek sıralı yassı epitelden oluşan bowman kapsülünden henle kulpuna geçer.Bu sıvı kan plazmasına benzemekle birlikte sıvı içerisinde alyuvar,akyuvar ve kan proteinleri yoktur.Daha çok doku sıvısına benzer süzülme sonucu boşaltım kanalına geçen maddelerin yararlı olanları ve suyun bir kısmı kanalcığın duvarındaki hücreler tarafından geri emilerek tekrar kılcal damarlarla kan dolaşımına katılır.
• Emilen su miktarı vücudun o sıradaki su miktarına bağlı olup hipofizden salgılanan antidiüretik hormon tarafından ayarlanır.
• Üre , ürik asit fazla tuz ve fazla su idrar bileşimi şeklinde idrar toplama kanalı ile havuzcuğa , oradan da üreter ve idrar kesesine iletilir.
• Geri emilme ile emilen maddeler glikoz,yağ asitleri Na,Cl,K,mineraller bazı tuzlar ,su,vitaminlerdir ve % 99 aktif taşıma ile olur.
• Kan basıncı ile atılan maddeler amonyak ,üre,ürik asit,tuz ve zehirli maddelerdir.

BÖBREĞİN GÖREVLERİ
• Metabolizma sonucu meydana gelen artıkları süzmek
• Vücut sıvılarının bileşimlerini ,doku sıvısı ile hücredeki su miktarlarını belirli yoğunlukta tutmak.
• Kandaki tuz ve diğer maddeleri dengede tutmak.
• Kararlı bir iç çevre sağlamak (homeostasis)
• Vücuttaki su miktarının ayarlanması hipofizden salgılanan antidiüretik hormon (ADH) tarafından yapılır.ADH az salgılandığında şekersiz diyabet hastalığı ortaya çıkar.
• Kanın pH'ını ayarlar.Kanın pH' ı 7,4 tür.Bu Ph 7 - 7,7 olursa canlı ölür değişen Ph ı böbrekler düzeltir.Kanda asitliliğin artmaması gerekir bunu akciğer ve böbrek sağlar.
• Fazla miktarda deniz suyu içen insan ölür.Çünkü deniz suyunda % 3 tuz vardır.İnsan kanındaki tuz oranı ise % 0,9 dur.İnsan böbreği en çok % 2 tuz içeren sıvıyı süzebilir.Deniz suyu yutan bir insan böbreklerinin atabileceğinden fazla tuz yoğunluğundaki sudan içtiği için böbrek işlemini yapamaz.Kandaki tuz miktarı arttığından hücrelerden ve doku sıvısından kana su geçer ,yani hücreler plazmoliz olur.
• Kıvrımlı kanala etki ederek minerallerin (Na, Cl iyonlarının)geri emilimini aldosteron hormonu sağlar. Bu hormon böbrek üstü bezinin kabuk bölümünden salgılanır.

BÖBREK-İDRAR YOLLARI HASTALIĞI
1. Şeker hastalığı: Glikoz bowman kapsülünden idrara geçip ,geri emilemezse olur.
2. Albumin hastalığı: Böbrekteki idrar süzen kapsüllerin bozulmasından meydana gelir.
3. Nefrit: Nefronların iltihaplanmasındandır.
4. Sarılık: İdrarda safra boyalarının görülmesidir.Safra kana emilir kandaki safra boyaları idrara geçer ve idrarın rengi koyu kırmızıya dönüşür.Hastanın göz akı ve derisi de sarımsı olur.
5. Böbrek taşları: İdrarda oksalat, ürat, fosfat eriyik halde bulunur.İdrar yollarında bir iltihap yara ,tıkanma olursa bunlar çökelerek böbrek taşlarını yapar.Böbrek taşları da böbrek kanamalarına ve şiddetli ağrılara sebep olur.Kanlı idrar çıkması görülür.
6. Üremi: Böbreğin yeterince üre süzememesi, durumunda kandaki üre miktarının artması ile oluşur.

BOŞALTIMA YARDIMCI ORGANLAR
1. Akciğer: CO2 ve az H2O atılır.
2. Ter bezleri: Su üre ,ürik asit , tuz atılır.
3. Karaciğer: Reaksiyonlar sonucunda oluşan zehirli atıkları safra kanalı yolu ile ince bağırsağa oradan da dışarı atar.
4. Solungaçlar: Balıklarda solungaç yüzeyinden NH3 gibi azotlu artıklar ve fazla tuz atılır.


6476
Biyoloji / CANLILARIN ÇEŞİTLİLİĞİ ve SINIFLANDIRILMASI
« : Ekim 10, 2007, 09:53:30 ÖS »
CANLILARIN ÇEŞİTLİLİĞİ ve SINIFLANDIRILMASI

Canlıların Sınıflandırılması : Canlıların belirli Özellikleri göz önüne alınarak yapılan gruplandırmaya sınıflandırma veya biyosistematik denir. Sınıflandırmayı inceleyen bilim dalına sistematik ( Taksonomi) denir. Sınıflandırma ikiye ayrılır:
1) Ampirik (yapay = suni) sınıflandırma : Canlıları dış görünüş, yaşayış ve birkaç yüzeysel özelliğine göre bakarak sınıflandırmaktır.
İlk defa Aristo tarafından yapılmıştır. Aristo canlıları ikiye ayırmıştır.

1. Bitkiler -> Otlar ,Çalılar ,Ağaçlar
2. Hayvanlar -> Suda, Karada, Havada yaşayanlar

2) Filogenetik (Doğal = Tabii) Sınıflandırma : Canlıların orjin ( köken ) benzerliğine bakılarak yapılan sınıflandırmadır. Anatomik benzerlik, protein benzerliği, akrabalık dereceleri gibi özelliklere dikkat edilir.
Analog organ : Kökenleri farklı, görevleri aynı olan organlardır.
ÖRN : Yarasanın kanadı ile kelebeğin kanadı.
Homolog organ : Kökenleri aynı, görevleri farklı olan organlardır.
ÖRN : İnsan kolu, atın ön bacağı, yarasanın kanadı, balina yüzgeci

Canlıların İsimlendirilmesi : İsimlendirme ilk kez Kari Linne tarafından yapılmıştır. Linne tür tanımını geliştirmiştir.
Tür : Ortak atalardan gelen, ortak özelliklere sahip, birbirleriyle çiftleşip verimli döller (Kısır olmayan ) meydana getiren en küçük sistematik gruptur.
Örneğin At ile eşek çiftleşir, döl verir verdikleri döl yani katır kısır olduğundan, at farklı bir tür, eşek farklı bir tür, katır ise bilimsel anlamda tür değildir.
Dikkat: Bu kurala sadece kurt köpeği uymaz.
Tür Linne'nin bulduğu ikili isimlendirme ( çift isimlendirme = Binominal ) ile adlandırılır. Bu isimlendirmeye göre; bir canlıya ait, cins ismi ve özel tanıtıcı ismi bulunur. Cins ismi daima büyük harfle, özel tanıtıcı isimi ise küçük harfle başlar.
Örnek:

Cins ismi
Felis
Felis
Allium
Homo
Apis
Canis
Canis
Özel tanıtıcı ismi
Leo
domesticus
Cepa
Sapiens
mellifica
Lupus
familaris Türkçe adı
Aslan
Ev kedisi
Soğan
İnsan
Bal ansı
Kurt
Ev köpeği



Sistematik Birimler:
Alem = Regnum = Animalia = Hayvanlar Alemi
Şube = Filum = Chordata = Omurgalılar
Sınıf = Clasis = Mamalia = Memeliler
Takım = Ordo = Karnivora = Etçiller
Aile = Familya = Felidae = Kedigiller
Cins = Genus = Felis = Kedi
Tür = Species = Felis domesticus = Ev kedisi


• Alemden türe doğru birey sayısı azalır, fakat benzerlik artar.
• Türden aleme doğru, birey sayısı artar, fakat benzerlik azalır.
• Aynı tür içerisindeki canlılarda protein ve gen yapıları benzerdir. Ancak aynı değildir.
• Aynı türdeki bireylerin kromozom sayıları aynıdır.
ÖRN : İnsan 2n = 46 kromozom bulunur.
Bitkiler alemine örnek verirsek; Çiçekli bitkiler- kapalı tohumlular çift çenekliler- menekşegiller - menekşe - kokulu menekşe ( Viola odarata )

6477
Biyoloji / CANLILARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ
« : Ekim 10, 2007, 09:50:55 ÖS »
CANLILARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ

Canlı ve cansızların aynı kimyasal ve fiziksel yasalara bağlı olduğuna inanan felsefeye Materyalizm ya da mekanik görüş, buna karşılık canlıların farklı yasalar altında hareket ettiğini ve canlılığın mistik bir güç ile meydana geldiğini benimseyen görüşe de Vitalizm ya da kadercilik denir. Her iki görüşün de temelinde belirli kimyasal ve fiziksel ilkelerin yattığı bir gerçektir. Canlılk ile cansızlığı virüslerde birbirinden ayırmak oldukça zordur (uygun koşullarda canlı özelliği, uygun olmayan koşullarda ise kristal hale geçerek cansız özelliği gösterir). Daha ileriki kademelerde canlılık özelliği belirgin hale geçerken, o zaman da canlının bitki mi yoksa hayvan mı olduğu konusunda bazı sorunlar ortaya çıkar. Nitekim birhücreli bazı hayvan grupları bugün hem botanikçiler hem de zoologlar tarafından incelenmektedir. (Örneğin; kamçılılardan öglenanın karanlıkta hayvansal, ışıkta bitkisel davranması, evrimsel gelişimde her iki grubun bu kademede ortak bir organizasyona ve ataya sahip olduğu fikrini güçlendirmektedir.) Bu aşamadaki ortaklık, daha sonraki kademelerde “bu bir canlıdır” yargısını açıkça verdirecek ortak özellikleri beraberinde vermiş; uyuma göre bu özellikler sonradan geliştirilmiştir.
A. ÖZEL BİR KİMYASAL DİZİLİME SAHİP OLMALARI
Cansızlar, kimyasal bağların izin verdiği ölçüler içerisinde bir bileşime sahiptirler. Canlılar ise bu kimyasal bağların dizilimini özel bir şekilde saptarlar. Tüm canlılar genleri oluşturan çekirdek asitlerini –genellikle DNA (bazı virüslerde RNA)- içerirler. Gensiz bir canlılık düşünemeyiz. Çünkü genler değişik yaşam formlarının sentez ve replikasyonundan (eşlenmesinden) sorumludur. Tüm genler aynı birimlerden; fakat değişik dizilimlerden oluşmuştur. Dolayısıyla tüm canlıların yapısına giren protein, bu genlerin yapısal değişikliğine uygun olarak, her hücrede farklı amino asit dizilimine sahip olurlar. İlave olarak karbonhidrat, yağ, ve su içerirler. Tüm bu maddelerin özel karışımı protoplazmayı meydana getirir.
B. HÜCRESEL DİZİLİM
Canlıların büyük bir kısmı (kural olarak çokhücreliler) hücre olarak bilinen birimlerden yapılmıştır. Her hücre çok ince zarla (plazma zarı) çevrilmiştir. Bu zar erimiş maddelerin ve suyun hücre içerisine girip çıkmasına izin verir. Her iki yönde de geçirim bakımından çok özelleşmiş seçici bir yeteneği vardır. Hücre bir çok kimyasal değişimin yapılabilmesi için değişik enzimleri ve en önemlisi yalnız başına kendinin aynını üretebilecek yeteneğe sahiptir.
C. ORGANİZASYON
Canlıların vücut kısımlarının görev bölümüne ve belirli kurallar içerisinde canlılık etkinliğini devam ettirmelerine organizasyon denir. Bütün hayvan ve bitkilerin vücudu, yapısal ve işlevsel olarak birim kabul edilen hücrelerden yapılmış olmasına karşın homojen değildir. Farklılaşmış vücut kısımları değişik görevleri üzerine almıştır. Hatta birhücreli canlılarda, ergin evrede, boy ve şekil sabit olmakla beraber, hücrenin farklı kısımları farklı görevleri üzerine almıştır.
D. UYARILMA
Bütün canlıların çevrelerindeki fiziksel ve kimyasal koşulların değişmesine karşı tepkileri kalıtsaldır. Basit organizmalarda uyarı, genel olarak bütün vücutla algılandığı halde, yüksek organizmalarda duyu organlarının yeri merkezileşmiştir. Örneğin; ışık gözle, koku burunla, tat dille, basınç ve sıcaklık deriyle vs. Uyarının alınması ve gerekli tepkinin gösterilmesi, canlının evren içerisinde en uygun yerde ve koşullarda yaşamasını sağlamayı yaratmaktadır.
E. HAREKET
Beslenme, korunma, üreme, yayılma, en rahat edebileceği bölgeyi bulma vs. gibi yaşamın temel işlevlerini yürütebilmek için, ilkel organizmalarda ya vücudun tamamıyla protoplazmik hareket ya bir kısmıyla sil ve kamçı hareketi ya da yüksek organizmalarda görülen, yürüme, yüzme, ve uçmanın sağlanması için belirli organ oluşumları görülür. Birçok canlı tüm yaşamı süresince belirli bir yere bağlı kalmasına karşın, vücudun değişik kısımlarının çevre koşullarına göre değişimi de hareket olarak kabul edilir. Örneğin; bitkilerde ışığa (fototropizm), yerçekimine (geotropizm), neme (higrotropizm), vs. ye yönelim bir hareket kavramı içerisinde değerlendirilir.
F. ENERJİ KULLANIMI
Canlılığın en önemli öğelerinden biri büyüme, üreme, yenilenme vs. için enerjiye olan gereksinimleridir. Hücre kendi başına enerji üretemez; dışarıdan kaynak sağlamak zorundadır. Hayvanlar enerji bağları içeren molekülleri yıkmak (katabolik tepkimeler) suretiyle gerekli enerjiyi sağlarlar. (karbonhidrat, yağ ve proteinden). Küçük molekülleri büyük moleküller halinde bağlayarak (anabolik tepkimeler) yapı taşlarını ve enerji depolanmasını da yapabilirler. Bu tepkimelerin tümüne birden biyoenerjitik denir. Bir moleküldeki enerjinin büyük bir kısmını kullanma oksijen kullanmakla olur; yani tamamıyla oksitlenmelidir (aerobik solunum=oksijenli solunum). İlkel canlıların bir kısmı (bazı mikroorganizmalar, özellikle mayalar) ve bazı endoparazitler (bağırsak solucanları gibi) bu kaynak maddeleri oksijensiz yıktığı için enerjinin pek az bir kısmından yararlanabilir (anaerobik solunum=oksijensiz solunum). Pek az bir organizma grubu da bazı inorganik maddeleri yıkmak suretiyle enerji elde eder; azot, demir ve kükürt bakterileri bunlara tipik örneklerdir. Dünyada serbest oksijenin olmadığı devirlerde, canlılar enerjilerini bu yollarla sağlıyorlardı. Bitkiler ise (saprofit ve parazit olanların bir kısmı hariç) enerji kaynağı olarak güneş ışınlarını kullanır. Güneş ışınlarının kuantlarındaki enerjiyi kimyasal bağlar halinde (nişasta) tutarlar ve bu kimyasal bağlar tüm adrıbeslek (heterotrof) canlıların enerji kaynağını ve yapı maddelerini oluşturur. İlk evrelerde (bitkiler oluşmadan önce) enerji kaynağı olarak UV ışınlarının katalizlediği bazı ilkin organik moleküller kullanılmıştır. Ozon perdesi oluştuktan sonra bu kaynak büyük ölçüde kurumuştur.
G. ÇEVREYE UYUM
Canlılar kural olarak yaşadığı ortamın koşullarına uyum yapabilecek yeteneğe sahiptir. Bu durum homeostatik tepki olarak bilinir. Değişik koşulların bulunduğu ortamda en uygun yeri seçmeye çalışır; şayet tam anlamıyla uygun ortam bulamazsa, yapısal değişikliklerle (mutasyonların yardımıyla) bu uyum sağlanmaya çalışılır. Günlük uyumlardan binlercesini farkında olmadan yaparız. Örneğin gözün karanlığa ve aydınlığa uyum yapması gibi. Çevre koşullarının değişmesi canlı bünyesine en az etki bırakacak şekilde iletilmeye çalışılır (özellikle sıcakkanlılarda); örneğin çölde ve kutuplarda insan kanı her zaman aynı sıcaklıktadır. Canlı, uyum yapabildiği oranda hayatta kalma şansına sahiptir. Bu oran ise kalıtsal yapı ile saptanmıştır. Bu sınırların dışındaki uyumlar ancak mutasyonlarla sağlanabilir.
H. ÜREME
Hiçbir canlı sonsuz olarak yaşamını devam ettiremez. Herhangi bir şekilde, üremeyle, kalıtsal materyal gelecek kuşaklara aktarılır. Birhücrelilerde bölünme aynı zamanda çoğalmayı sağlamasına karşın, çokhücrelilerde üreme belirli vücut kısımlarına özgü bir yetenek olarak ortaya çıkmıştır. Bazı canlı gruplarında gen değişimi olmaksızın (eşeysiz) üreme görülmesine karşın (birhücrelilerde mitoz bölünme; çokhücrelilerde tomurcuklanma, dallanma, partenogenez çoğalma, bitkilerde çeliklenme vs.) kural olarak eşeyli üreme çok daha sıktır. Bu şekilde değişik gen kombinasyonları ortaya çıkarak daha başarılı döllerin meydana gelmesini sağlar. Bu, evrim mekanizmasının en önemli ögelerinden biridir.
İ. EVRİMSEL UYUM VE VARYASYONLARIN KALITIMI
Tüm canlılar genlere sahiptir ve genlerin tümü de mutasyonla değişebilir. Bu, aynı türün farklı bireylerinin kalıtsal olarak değişmesini sağlar. Dolayısıyla o anda faydalı olan mutasyonları taşıyan bireyler seçilir, zararlı olanlar uyum yapamadığı için ortadan kaldırılır ve evrimsel bir yönlendirme ortaya çıkar. Bu, zamanla türün değişmesine neden olur; özellikle çevre koşulları değiştiği zaman. Kalıtsal uyumlar meydana gelmeseydi, hiçbir tür yaşamını sürdüremeyecekti; çünkü çevre koşulları devamlı olarak değişmektedir.
I. BÜYÜME
Çevresindeki anorganik (ham) maddeleri kendi protoplazma yapısına çevirme, büyüme olarak bilinir. Bitkilerde (çok yıllık) kural olarak sınırsız bir büyüme görülmekle beraber, hayvanlarda her türün kendine özgü şekil ve büyüklüğe ulaşmasına kadar devam eder. Çok hücreli hayvanlarda genellikle bir büyüme evresi vardır. Bu evrede büyüme hızlıdır. Daha sonraki evre olgunluk evresidir, büyüme yoktur; fakat protoplazmanın yenilenmesi için devamlı besin yadımlaması (asimilasyonu) vardır. Protoplazma, metabolik tepkimeler sonucu sürekli olarak yıkılır, eğer yaşam devam edecekse bu protoplazmanın yenilenmesi gerekir. Birhücrelilerde büyüme, çoğalma ile sonuçlanmasına karşın; çokhücrelilerde vücudun gelişmesini ve irileşmesini sağlar.
Yaşlılık evresinde protoplazmanın yenilenmesi gittikçe azalır; hücre yavaş yavaş işlevini; ilerlemiş ve yaygınlaşmış durumlarda da yaşamını yitirir. Bu bozulma herhangi bir yaşta, yeterince besin alınmadığında veya nitelik bakımından doyurucu olmadığında da ortaya çıkabilir. Yenilenmenin kusursuz olması protoplazmanın içerdiği maddelerin eksiksiz olmasıyla sağlanabilir. Büyüme her türde kalıtsal yapıyla sınırlandırılmıştır. Bunun alt ve üst sınırları çevre koşullarıyla belirlenmiştir.   


6478
Biyoloji / MENDEL VE KANUNLARI ( yasaları )
« : Ekim 10, 2007, 09:49:42 ÖS »
MENDEL VE KANUNLARI ( yasaları )



MENDEL DENEYLERİ

Karakterlerin dölden döle geçtiğini bilimsel kurallarla ortaya koymuştur. Deneylerinde kullandığı üç yöntem başarılı olmasını sağlamıştır.
• Çok sayıda ana–baba kullanarak, aynı anda çok sayıda oğul döl sağlayıp incelemiştir.
• Matematik bilgiyi biyolojiye transfer ederek, oğul dölün görünüş bakımından dağılımını saptamıştır.
• Bir ya da daha çok özelliğin dölden döle geçişini inceleyip matematiksel sonuçlar çıkarmıştır.Mendelin deney materyali olarak bezelyeleriseçmesinin nedenleri :
• Kolay yetişmeleri ve kısa sürede döl vermeleri
• Birçok varyasyonunun (uzun–kısa, sarı, yeşil, ...) olması
• Tam çiçek olmaları (erkek ve dişi organ aynı zamanda olgunlaşır.)
• Taç yaprakların üreme kısmını kapatarak ancak insan yardımı olmadan çapraz tozlaşma yapamamaları

MENDELİN KALITIM YASALARI
Mendel 1857 yılında bezelyelerle yaptığı çalışmalar sonucunda kalıtım yasalarını bulmuştur. Çalışmalarına arıdöl elde etmekle başlamıştır.ARI DÖL (HOMOZİGOT)Doğal ortamda üretildiğinde sürekli kendisi gibi bireyler oluşturan canlılardır.I. Dominantlık Yasası : Farklı iki homozigotun çaprazlanmasından oluşan yavru döller % 100 benzerdirSonuç : Bir bireyde herhangi bir özelliğin biri anadan alınan diğeri babadan alınan iki kalıtım faktörü (gen=element) yan yana geldiğinde hangi özellik görünüyorsa ona baskın (dominant), görülemeyen özelliğe ise çekinik (resesif) denir.

BAĞIMSIZ AYRILMA YASASIF

1 dölü (melezler=monohibrit) çaprazlanırsa melezin ana ve babasına ait özellikler belirli oranlarda ortaya çıkar.
• Bir bireyin resesif görünüşlü olması için ancak homozigot olması gerekir.
• Bir bireyin dominant görünüşlü olması için böyle bir koşul yoktur.Gentoplamı homozigot (SS) ya da melez (Ss) olabilir.
• F1 döllerinin çaprazlanmasından (kendileşme) 3 :
1 fenotip (dış görünüş) oranının çıkmasından Mendel'in çıkardığı sonuçlar oluşmuştur.Bu sonuçlar şöyle özetlenebilir :
1. Bir karakterin kalıtımını sağlayan belirli faktörler vardır.
2. Herhangi bir karakter içina. Birbirine benzeyen (AA, aa–Homozigot)b. Birbirine benzemeyen (Aa Æ Hetorozigot = Melez) en az iki alel gen bulunur. Aynı özelliği ileten genlere alel gen denir.
3. İki alel olduğu zaman biri dominant (baskın), diğeri resesiftir.
4. Alel gen çiftleri homolog kromozom çiftinin karşılıklı parçalarına (gen lokusu) yerleşmiştir. Öyleyse alel gen çiftinin biri anadan diğeri babadan alınır.
5. Aleller değişmeden eşit bir olasılıkta gametlere geçer. (Mayozda homolog kromozomlar ayrılınca alel gen çifti de ayrılır)BAZI KAVRAMLARP dölü : Çaprazlamada kullanılan ilk döllerdir.F1 dölü : P dölü çaprazlamasından oluşan döllerdir.F2 dölü : F1 döllerinin kendileşmesiyle (çaprazlanma) oluşan döllerdir.
Kendileşme (kendileme) : Gen toplamları aynı olan bireylerin çaprazlanmasıdır.
Genotip : Bir ya da daha çok karakter bakımından gen dizilişidir.(AA, Aa, aa, AAbbCcDD gibi)
Homozigot genotip : Ana ve babadan gelen alel gen çiftinin ikisi de aynıdır. (AA, aa, aabb)
Heterozigot (melez) genotip : Ana ve babadan gelen alel genler farklı yönde etkilidir (Aa, AaBb).Çaprazlamada Dikkat Edilecek İşleyişKalıtımda çaprazlama, eşeyli üremenin simgelerle gösterilmesidir.
• Önce çaprazlanacak bireylerin genotipleri yazılır.
• Genotiplerinin oluşturacağı gametler yazılır.
• Gametlerde her gen çiftinin yarısı kadar gen bulunmalıdır.
• Bir gen çiftindeki alel genlerin farklı gametlere geçmesine SERBEST AYRIŞIM KURALI denir.
• Çaprazlamada son evre gametlerin birleştirilmesidir.
ÖZELLİKLERİN BAĞIMSIZ KALITIMI YASASI
Mendel I. ve II. yasada bir homolog kromozom üzerindeki genlerin kalıtımını izlemiştir. III. yasada ise iki ya da daha fazla homolog kromozom üzerinde bulunan karakterlerin kalıtımını incelemiştir.

6479
Biyoloji / SOLUNUM SİSTEMLERİ
« : Ekim 10, 2007, 09:48:27 ÖS »
SOLUNUM SİSTEMLERİ

Solunum organlarıyla dış ortamdan alınıp verilmesine “dış solunum” denir.
Solunum organlarına alınan ’nin hücrelere taşınması ve hücredeki ’nin solunum organlarına getirilmesine “iç solunum” denir.
Hücrelerdeki besinlerin le veya siz yakılıp ATP üretilmesine “hücresel solunum” denir.

İNSANDA SOLUNUM SİSTEMİ
İnsanda solunum sistemi akciğerler ve akciğerlere hava taşıyan borulardan meydana gelmiştir.burun,ağız,yutak,gırtlak,soluk borusu,bronşlar da solunumda rol oynar.

1-Burun: İnsanda solunum sistemi burunla başlar. Burnun yapısında kıllar, mukuslu yüzey ve yüzeye yakın kılcal damarlar bulunur. Bu yapılar, solunum esnasında alınan havanın, mikrop ve tozlarının tutulmasını, ısınmasını ve nemlendirilmesini sağlar.
- Solunum havasının alınmasını ve nemlendirilmesini sağlar.
- İçerisinde bulunan kıllar ile solunum havasının temizlenmesini sağlar.
Burun güzel kokulu çiçeklerin ya da iştah açıcı yemeklerin kokularını algılamamızı sağlamanın ötesinde de, çok önemli işlevleri olan bir organımızdır. Soluduğumuz hava ile birlikte havadan aldığı oksijeni vücudumuzun bütün hücrelerine taşıyan kan arasındaki temel bağlantı yollarından biridir. Kısacası burun hem koklama organı, hem de solunum yollarının başlangıcı olarak büyük önem taşır. İki bölümden oluşan burnun içinde "silya" denen tüycükler ve mukus adı verilen bir salgı vardır. Hava burundan içeri girdiğinde bunlarla karşılaşır ve hemen analize tabi tutulur. Havadaki moleküller ayrıştırılarak incelenir ve beyne iletilerek kokunun ne olduğu belirlenir ve ona göre tepki verilir. Bu işlemlerin hepsi sadece 30 saniye gibi çok kısa bir süre içerisinde gerçekleşir.
Burnun içinde aerodinamik açıdan da kusursuz bir tasarım söz konusudur. Hava içeri girdiğinde doğrudan nefes borusuna gitmez. Burun, adeta bir klima gibi çok özel filtre sistemleriyle dışarıdan gelen kirli, sıcak, soğuk ya da nemli havayı akciğerler için hazır hale getirir. Burundaki özel kıvrımlı yapı sayesinde hava burada bir tur dönüş yapar. Böylece burun çeperinde bulunan tüycüklere ve damar ağına daha fazla temas etmiş olur. İşte bu kıvrımlı sistem sayesinde burun günde 15 m3 havayı süzer, temizler, nemlendirir ve ısıtır. Bu miktar yaklaşık olarak bir odanın içindeki havaya eşittir. Fakat burada kirli hava denince akla sadece tozlu hava gelmemelidir. Havayla birlikte gelen tozun yanı sıra bakteri, polenler vs. gibi yaklaşık 20 milyar yabancı maddenin vücuda girmesi burundaki özel sistem sayesinde engellenmiş olur.
Tozlarını ve her türlü zararlı bakterilerini burundaki klima sisteminde bırakan hava, bu işlemden sonra her burun deliğinde üçer tane bulunan kıvrımlı yapıların üstünden geçer. Burundaki tüycüklere takılan yabancı maddeler bu defa da buradaki mukusun antibakteriyel etkisiyle zararsız hale getirilir. Hava bu kıvrımlara çarpınca yön değiştirir ve burun boşluğunun duvarına çarpar. Buraya çarptığında mukus sıvısı içinde tutulur. Solunum havasının yabancı cisimlerden temizlenmesi çok kapsamlı ve çok hassastır. En ufak bir hataya, unutmaya ve atlamaya izin verilmez. Çünkü bir bakterinin ya da zararlı bir cismin akciğer gibi hassas bir organa geçebilmesi, insanın sağlığında olumsuz etkiler oluşturabilir. Ancak herşeye rağmen zararlı cisimlerin burundan geçmeyi başarması ihtimaline karşı, ikinci bir koruma mekanizması daha vardır. Şayet burun boşluğunu geçebilen cisimler olursa, bunlar da solunum yollarında tutulurlar. Burnun içinde temizlenen ve ısısı ayarlanan hava ciğerlerinize gitmek üzere hazırdır. Ciğerlere ulaşmak için takip edilecek yol nefes borusudur.

2-Yutak:
- Burun ve ağız boşluğunun yemek ve soluk borusuna açıldığı bir yol ağzı gibidir.
- Burun ve ağızdan alınan havanın soluk borusuna iletilmesini sağlar.

3-Gırtlak:
- Soluk borusunun üst kısmının genişlemiş bölümüdür.
- İçerisinde konuşmamızı sağlayan ses telleri bulunur.

4-Soluk Borusu:İlk anda burunda temizlenen hava solunumun bir sonraki aşamasında vücut içinde yol alarak biraz daha aşağılara doğru inecektir. Havanın burundan sonra geçeceği bölge nefes borusudur. Soluk borusu,yutak ile akciğer arasında bulunur. Kıkırdak halkalı yapıdadır. Akciğere hava iletimini sağlar.Ağız boşluğunun son kısmında yer alan yutağa soluk borusu bağlanır. 10–12 cm uzunluğunda ve 2 cm çapında olan bu borunun başlangıç bölümüne gırtlak denir. Gırtlağın içindeki ses telleri epitel uzantılardan meydana gelmiş olup, gerginlikleri kaslarla ayarlandığından çeşitli tonlarda ses çıkartılmasını sağlar.
Soluk borusunun, düz olan arka yüzü yemek borusu ile komşudur ve iç yüzü hareketli siller taşıyan epitel hücreleri ile döşenmiştir. Bu hücrelerin meydana getirdiği epitel tabakası altında salgı bezleri bulunduğu gibi, hücrelerin arasında da salgı yapan goblet hücreleri bulunur. Bu hücreler mukus denilen bir madde çıkarırlar. Mukus hareketli siller üzerinde ince bir tabaka oluşturur. İnce mukus tabakası, hem epitel yüzeyin nemli kalmasını sağlar, hem de solunumla giren havadaki toz ve diğer yabancı maddeleri tutar. Bu tüycükler sürekli olarak akciğerin ters yönünde yani ağıza doğru kamçı benzeri bir hareket yaparlar. Bu şekilde tüycüklerin üzerlerine düşen çok daha küçük parçalar boğaz bölgesine doğru ilerlemiş ve akciğerden uzaklaşmış olur. Boğaz bölgesinde yemek borusuyla birleşen nefes borusu, içinde biriken atık parçalarını ve bazı bakterileri yemek borusuna iletir. Boğazda biriken parçalar yutma refleksini başlatır.
Böylece atık maddelerin ve akciğerde hastalık oluşturabilecek bakterilerin tümü yutularak mideye iletilir ve mide asitinde parçalanıp yok edilir. Sabah uyanıldığında boğazda hissedilen doluluk ve ses değişikliğinin sebebi de gece boyunca nefes borusunun kendini temizleme işlemi sırasında biriken yabancı madde ve bakterilerdir.Kazara nefes borusuna yiyecek ya da nem parçaları kaçsa bile, bunlar da ve öksürük olarak isimlendirilen hava patlaması ile çıkartılır. Bir öksürüğün hava itmesi saatte 960 kilometreye kadar çıkabilir.
Soluk borusunun yapısında epitel tabakasından sonra kıkırdak doku tabakası bulunur. Kıkırdak doku, soluk borusunun duvarlarının birbirine yapışmasını önleyecek şekilde bir gerginlik sağlar. Yemek borusuna bakan yüzeyde kıkırdak yoktur. Soluk borusu arkada dördüncü sırt omuru hizasında iki kola ayrılır. Bu kollara bronş adı verilir. Bronşların herbiri akciğere girdikten sonra binlerce ince borucuğa ayrılır. Bunlara bronşçuk adı verilir. Bronşçukların uçlarında hava keseleri bulunur (alveol). Alveoller çok ince, tek sıra epitel hücrelerden oluşmuş olup dışı kılcal damarlar ile donatılmıştır.


Nefes borusu gırtlaktan akciğerlere kadar uzanan yaklaşık 30 cm uzunluğunda bir borudur. Bu boru her an açık olmak zorundadır. Aksi takdirde havanın ciğerlere iletimi durur ve insan boğularak ölür. Boyun gibi hareketli bir bölgeden geçen ve etten yapılmış olan bu esnek borunun sürekli açık kalmasını sağlamak gerçekte oldukça zordur. Ancak nefes borusunun mükemmel tasarımı sayesinde bu zorluk ortadan kalkmıştır. Nefes borusu C harfi şeklinde kıkırdaklarla desteklenmiştir. İşte bu kıkırdaklar nefes borusunun kapanmasını engeller.
Bu karmaşık sistemin herhangi bir parçasının eksikliği vücutta onarılması zor hasarlar oluşmasına neden olur. Örneğin genetik bir hastalık olan Kartagener sendromunda, sistemin tüm elemanları eksiksiz var olmalarına rağmen nefes borusunu örten tüycüklerin hareket etme özellikleri yoktur. Bu eksiklikle doğan bebeklerin çok büyük bir bölümü sık sık tekrarlayan akciğer enfeksiyonları nedeniyle daha çocukluğa ulaşamadan hayatlarını kaybederler.

5-Akciğerler,Yeri,Yapısı ve Görevleri:

Solunum sisteminde gaz değişiminin yapıldığı organdır.Göğüs boşluğu içinde yer alır. Kalple birlikte göğüs boşluğunu doldurur. Sağda 3 solda 2 olmak üzere 5 lobtan oluşur. Sol akciğerin küçük olmasının nedeni, kalbin buraya yakın oluşudur.Göğüs ve karın boşluğunu ayıran diyafram denilen zarın üzerindedir.Akciğerlerin yapısı süngere ben-zer. Hacmi büyüyüp küçülebilir. Rengi açık pembedir. Akciğerlerin üzeri plevra denilen çift katlı bir zarla çevrilidir.Damar,sinir ve bronşların akciğere girdiği yerde plevra zarı yoktur. Bu zarların arasında sıvı bulunur. Bu iki zarın iç ve dış yaprakları arasındaki boşluklarda az miktarda lenf sıvısı ve hava bulunur. Bronşlar akciğerlerin içinde bronşcuklarla devam eder. Bronşcukların ucunda üzüm salkımına benzeyen alveol denilen hava keseleri bulunur. Alveoller kılcal kan damarları ile çevrilidir. Oksijen ve karbondioksit değişimi alveollerde gerçekleşir. Alveole giren havadaki oksijen kılcal kan damarlarına geçer. Kirli kandaki karbondioksit de yine alveollerde tutularak dışarı verilir. Buna hücre dışı solunum denir.
Akciğerde bulunan hava kesecikleri (alveol) ile bunun etrafını saran kılcal damarlar arasında oksijen ve karbon dioksit geçişi olur.

Akciğerlerin çok önemli olan iki görevi vardır.
• Dışarıdaki havayı alıp (soluk alma), hava içindeki oksijenin alveollerin etrafındaki kılcal kan damarlarına geçmesini sağlamak.
• Organlardan kirli kanla gelen karbondioksidi alveollere alıp dışarı atılmasını (soluk verme) sağlamaktır.
Diyafram ve Göğüs Kaslarıiyafram kası, göğüs boşluğuyla karın boşluğunu birbirinden ayırır. Göğüs boşluğunun alt kısmını kaplayan yassı bir kastır. Aşağı-yukarı kasılıp gevşeyerek göğüs boşluğunun hacmini değiştirir. Bu nedenle akciğerlere hava giriş-çıkışı kolaylaşır. Ayrıca göğüs kasları kasılıp gevşeyerek kaburgaların açılıp kapanmasını ve akciğerlere havanın girip çıkmasını sağlarlar.
Diyafram aşağıya doğru çekilip, göğüs kasları kasıldığında kaburgalarımız yukarı kalkacağından, göğüs boşluğunun hacmi genişler. Akciğerlere hava dolar, soluk alırız. Diyafram yukarı doğru şişkin; kaburgalanmızı hareket ettiren kaslar gevşek iken göğsümü-zün hacmi küçülür. Bu durumda dışarıya hava verilir.
Dakikada 16-18 defa soluk alıp veririz. Solunum hızı omirilik sağındaki solunum merkezi yönetir.




SOLUK ALIP VERME MEKANİZMASI

Göğüs boşluğu ve akciğerlerin genişleyip daralmasına dayanır.bu mekanizmada diyafram ve göğüs kasları da görev alır.
İnsan vücudundaki hücrelerin her birinin sürekli olarak oksijene ihtiyacı vardır. Örneğin şu anda sayfayı okuyabilmeniz, gözünüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücrenin hiç durmaksızın oksijenle beslenmesi sayesinde mümkün olmaktadır. Bunun gibi, vücuttaki tüm kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin, karbon bileşiklerini "yakarak", yani bunları oksijenle reaksiyona sokarak enerji elde etmeleri gerekir. Her nefes aldığınızda vücudunuza 100 trilyona yakın hava molekülü girer. Bunun yaklaşık %21'i yani 21 trilyonu, oksijen molekülüdür. Solunum sistemi yoluyla vücudunuza giren ve kan dolaşımına yüklenen bu moleküller, yine kan yoluyla vücudun en derin noktalarına kadar ulaştırılır. Ve burada bulunan karbondioksit molekülleriyle yer değiştirir. Biz sadece nefes aldığımızı zannederken, gerçekte bu sırada vücudumuzun derinliklerinde hiç durmadan oksijen, karbondioksit ve su alış-verişi gerçekleşir.
Soluk alırken, diyafram kası kasılır ve kaburgalar arası açılarak hacim artar, göğüs iç basıncı düşer ve içeriye hava girer. Bu esnada göğüs boşluğu genişlemiştir.
Soluk verirken; diyafram kası gevşer, kaburgalar birbirine yaklaşarak hacim azalır, göğüs iç basıncı artar ve dışarıya hava verilir. Bu esnada göğüs boşluğu daralmıştır.
Solunum hızı kandaki CO2 miktarına göre düzenlenir. CO2 artışı soluk alıp vermeyi hızlandırır.Çünkü CO2 kanın pH sını düşürür ve ortam asit hale gelir Bu da beyni uyarır.
Soluk alış verişinin hızı ve şiddeti omurilik soğanındaki sinirler tarafından denetlenir







Soluk Alma:Akciğerlere hava dolmasıdır. Sırasında göğüs boşluğu ve akciğerler genişler. Diyafram kasılarak düzleşir.Göğüs boşluğu öne doğru genişler. Böylece akciğerlerde genişleyerek içindeki hava basıncı düşer ve dışardaki hava akciğerlere dolar.


1. Kaburgalar arasındaki kaslar kasılır.

2. Diyafram kası kasılır,diyafram kası düzleşir.

3. Göğüs boşluğu genişler,göğüs boşluğunun hacmi artar.

4. Akciğerler genişler.

5. Akciğerlerdeki hava basıncı(iç basınç) düşer.

6. Oksijen alveollere kadar gelir.

7.Oksijence zengin hava akciğere dolar.

8. Oksijen kana, karbon dioksit hava keseciklerine geçer.

Soluk Verme: Akciğerlerdeki havanın dışarı verilmesidir.Sırasında diyafram kası gevşeyerek kubbeleşir ve göğüs boşluğu daralır.Göğüs boşluğunun daralması akciğerleri sıkıştırarak içindeki havanın dışarı çıkmasını sağlar.Soluk verme soluk almaya göre daha pasiftir.


1. Göğüs ve diyafram kasları gevşer,Kaburgalar arası kaslar gevşer
2. Göğüs boşluğunun hacmi azalır,göğüs boşluğu daralır.
3. Akciğer küçülür, iç basınç artar.
4. Kirli hava dışarı atılır.







SOLUNUM GAZLARINI TAŞINMASI

Kanın en önemli özelliklerinden biri; CO2 ve O2 taşıma kapasitesinin çok yüksek olmasıdır.
Taşıyıcı Pigmentler
Kana yüksek oranda O2 ve CO2 taşıma kapasitesi sağlar. Hemoglobin en önemlisidir.
Hemoglobin O2 ve CO2 ile tepkimeye girerek kanı O2 korumasında rol oynar.
Deniz seviyesinde havadaki O2 miktarı yüksektir. Dolayısıyla buralarda yaşayan insanların kanlarındaki hemoglobin çok büyük oranda O le birleşir.
Yükseklere çıkıldıkça O2 oranı azalacağından hemoglobinin tutacağı O2 miktarı da düşer. Bu nedenle yükseklere çıkanlarda özel O2 tüpleri bulunur.




Oksijenin Taşınması : Hayvanların kanında O2 taşıyıcı solunum pigmentleri bulunur. Pigmentleri şu şekilde sıralayabiliriz: Hemoglobin, Hemosiyanin, Klorokruorin, Hemoeritrin
Oksijen kanda oksihemoglobin halinde taşınır. Çok az bir kısmı kan plazmasında çözünmüş olarak taşınır. (% 2 kadar). Akciğerlerde kana geçen O2, alyuvarlardaki hemoglobinle birleşip oksihemoglobini oluşturur.
Hb + O2 HbO2 (Oksihemoglobin)
Doku kılcallarında hemoglobinden ayrılıp doku sıvısına, oradan da difüzyonla hücrelere geçer.
Tablo : Hayvanlarda Solunum Pigmentleri ve Bulunduğu Yer
1. O2 alveollerden akciğer kılcallarına girer.
2. Kan plazmasından alyuvarlara geçerek hemoglobinle birleşip oksihemoglobini oluşturur. (Hb + O2 => HbO2)
3. Akciğerlerden kalbe dönen kan kalbin pompalanmasıyla dokulara gönderilir.
4. Dokularda oksihemoglobin az O2 li bir çevreyle karşılaşınca O2 hemoglobinden ayrılır. (HbO2 = Hb+O2)
5. Serbest kalan O2 difüzyonla doku hücrelerine geçer.



Karbondioksitin Taşınması: Hücrelerde oluşan CO2, doku sıvısına geçip difüzyonla kılcal damarlara geçer. Normal olarak CO2, kanda çok az erir ve az bir kısmı kan plazması ile taşınır. Büyük bir kısmı ise alyuvarlara girer. Alyuvarlarda karbonik anhidraz enziminin katalizlemesi sonucu CO2, su ile birleşerek karbonik asiti oluşturur.
Karbonik asit (H2CO3), iyonlaşarak H+ ve HCO3– (bikarbonat) iyonu meydana getirir. H+ iyonu alyuvarlarda hemoglobinle, birleşerek HCO3 iyonları ise plazmada taşınarak akciğer kılcallarına getirilir.
Karbonik anhidraz enzimi



Akciğer kılcallarında HCO3 iyonları tekrar alyuvarlara girerek H+ iyonları ile birleşir ve H2CO3 (karbonik asit) oluşturur.
Yine karbonik anhidraz enziminin etkisiyle, karbonik asit, H2O ve CO2 e ayrışır. Böylece serbest kalan CO2 difüzyonla önce plazmaya, oradan da akciğer alveollerine geçer ve soluk verme ile dışarı atılır.

1. Hücre solunumu ile oluşan CO2 difüzyonla hücreler arası boşluklara buradan da doku kılcallarına geçer.
2. CO’in büyük kısmı alyuvarlara gelip burada karbonik anhidrazin katalizörlüğünde su ile birleşerek karbonik asit oluşur.
3. Karbonik asit (H2CO3) iyonlaşarak H+ ve HCO3- iyonu oluşturur.
4. H+ alyuvarlarda hemoglobinle HCO3- ise plazmada taşınarak akciğer kılcallarına getirilir.
5. Burada HCO3- tekrar alyuvarlara gelerek H+ ile birleşir H2CO3 oluşur.
6. Karbonik anhidrazın etkisiyle H2CO3 , H2O ve CO2 ayrışır. Serbest kalan CO2 difüzyonla önce kan plazmasına oradanda akciğer alveollerine taşınır.
7. Serbest kalan CO2 soluk vermeyle dışarı atılır.


CO2 nin çok az bir kısmının hemoglobin ile de taşınabildiği belirtilmektedir. İnsanın soluduğu havada fazla oranda karbon monoksit (CO) bulunursa zehirlenme meydana gelir. Çünkü,Hemoglobin CO ile de kolayca birleşebilir. Ancak O2 gibi kolayca ayrılamaz. Bu durumdaki hemoglobin O2 taşıyamayacağında hücre ve dokular O2’siz kalır. Buna CO zehirlenmesi denir.

Solunum Sistemimizin Sağlığı
Solunum sisteminin üç temel fonksiyonu vardır; 1) alveollerde gaz değişimi sayesinde kana oksijen alımı, kandan dışarı karbondioksit atılımını ve dolayısıyla kanın asit-baz dengesini sağlamak, 2) vücuttan dışarı (alkol gibi) toksin maddelerinin atılmasını sağlamak ve 3) akciğerlerin geniş yüzey alanı sayesinde vücudun ısısını kontrol etmek. Bu temel fonksiyonların yanı sıra sistem doğrudan solunum ile ilgili olmayan bazı mekanik, biyokimyasal ve metabolik fonksiyonlar da yürütür. Kısaca bu fonksiyonlar mekanik olarak solunum sisteminin bakteriler gibi harici patojenlere karşı korunması, vücudun sıvı, asit-baz ve iyon dengesinin sağlanması ve vücut için gerekli bazı hayati hormonların ve biyolojik faktörlerin üretilmesi olarak sıralanabilir.Solunum sistemi hastalıkları toksik gazların solunması, enfeksiyöz ajanlar, sigara dumanı ve tütün bağımlılığı gibi birçok etiyoloji ile oluşabilmektedir. Dahası bu patojen etiyolojiler yanlızca yetişkinleri değil henüz solunum sistemi gelişmekte olan fetus ve küçük çocuklarıda doğrudan veya dolaylı yolla etkileyebilmektedir.
Solunum sisteminin sağlığının korunması için temiz havalı ortamlarda bulunulmalıdır. Sigara içilmemeli; sigara içilen, havasız ortamlardan kaçınılmalıdır. Burundan nefes almaya özen gösterilmelidir. Soğuk, tozlu, çok kuru yerlerde bulunmaktan kaçınılmalıdır. Solunum yoluyla nezle, grip, bronşit, zatürre, verem, kabakulak, kızıl, kızamıkçık, kızamık, suçiçeği difteri gibi hastalıklar bulaşabilir.
Sigara içenlerde, öksürük, balgam çıkarma ve nefes darlığı görülmektedir. Ayrıca, sigara içenlerin % 40'ında kronik bronşit gelişir...Sigara içenlerin akciğer kanserinden ölüm riski, sigara içmeyenlere oranla, içilen sigara miktarına göre 15-20 kat daha fazladır.
Bu kanser türü çoğu zaman geç evrede fark edilir ve en ileri tedavi ile bile beklenen yaşam süresi birkaç yılı geçmez. Sigara akciğer kanserlerinin % 87'sinden sorumludur. Sigara içme ile akciğer kanserine yakalanma riski arasındaki ilişki bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Akciğeri kanseri sıklığı, son yıllarda giderek artmaktadır. Daha önceleri sıklıkla 60 yaşın üzerindeki erkeklerde görülmesine rağmen, günümüzde kadınlar arasında da sıklığı artmıştır. Erkeklerde görülme yaşı da 60 yaşın altına inmeye başlamıştır.

Yapılan çalışmalar, akciğer kanseri ile aşağıda bahsedilecek çeşitli olayların ilgili olduğunu göstermiştir;
• Sigara: Sigara içimi ile akciğer kanseri arasında direkt bir ilişki mevcuttur. Kişinin sigara içmesi yanısıra, başkalarının içtikleri sigaranın dumanına maruz kalması da bu açıdan önemlidir.
• Çeşitli kanser yapıcı maddeler: Berilyum, Radon ve Asbestoz gibi maddeler akciğer kanseri riskini arttırırlar.
• Geçirilmiş tüberküloz (verem) nedbe dokusu üzerinde akciğer kanserleri gelişebilir.
• Ailede akciğer kanseri olması akciğer kanserine yakalanma riskini arttırmaktadır.

Belirtileri
• Öksürük, balgam, kanlı balgam, göğüs ağrısı, akciğer iltihabı, göğüs kafesi içine sıvı birikmesi, ses kısıklığı, tümörün damar basısı nedeniyle göğüs üst bölümünde boyunda ve başta ortaya çıkan ödem (şişlik)
• İştahsızlık, zayıflama
• Kemiğe yayılım sonrası kemik ağrıları, kanda kalsiyum artışı ve buna bağlı belirtiler
• Karaciğere yayılım sonrası, karaciğer büyüklüğü, ağrı ve ateş,
• Beyne yayılım sonrası, bazı nörolojik belirtiler ve nöbetler,
• Bazı hormonların tümör tarafından anormal salgılanması nedeniyle çeşitli hormonal bozukluklar
Akciğerlere etkileri:
Sigara içimi hem ana hem küçük hava yollarını, akciğer yüzey hücrelerinin yapı ve fonksiyonlarını bozar, akciğerin bağışıklık sistemini değiştirir. Sigara içimiyle normal akciğer yapısı değişir ve sonuçta kansere dönüşür. Sigara içenlerde kronik öksürük, balgam ve nefes darlığı olur. Sigara içimi KOAH (kronik bronşit, amfizem vb.) gelişimi için esas risk faktörüdür. Solunum yolu enfeksiyonları da sigara içenlerde daha fazladır. Ameliyat sonrası komplikasyonlar ve pnömotoraks da içenlerde daha sıktır.
1964 yılında sigara içimiyle akciğer kanseri arasında nedensel bir ilişki varlığı gösterildi. Daha sonra net ilişkiler tanımlandı. Sigara miktarı ve içilen süre riski belirlemektedir. Günde 1 paket sigara içenlerde akciğer kanserine yakalanma riski 10 kat fazlayken 2 paket içenlerde risk 25 kat artmaktadır.
Son yıllarda kadınlardaki sigara içme alışkanlığının artmasıyla kadınlarda da akciğer kanseri görülme riski artmaktadır.

Sigara akciğer kanseri dışında ağız, gırtlak, yemek borusu ve mesane kanserine de yol açar, böbrek ve pankreas kanseri gelişimine katkıda bulunur


6480
ByKuS Muhabbet / zayıflamada son moda
« : Ekim 10, 2007, 09:36:25 ÖS »
Ekmeği çıkar bak işe yarıomuş  :yima

Sayfa: 1 ... 430 431 [432] 433 434 ... 495