İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - HayaL

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 20
61
Origami Sanatı / Ynt: Bir Dolardan Nasıl Tshirt Yapılır?
« : Ocak 31, 2008, 02:47:27 ÖÖ »
 :D :D :D :D

62
DİNİ BİLGİLER / Arife Gününün Önemi
« : Ocak 30, 2008, 01:57:19 ÖÖ »
Kıymetli geceye kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Fakat Arefe ve Kurban bayramının üç gecesi böyle değildir. Bu dört gece, bugünleri takip eden gecelerdir. Arefe, yalnız Zilhiccenin 9. günüdür. Başka güne Arefe denmez.

Arefe günü yapılacak işlerden bazıları şunlardır:

1- Arefe günü sabah namazından, Kurban bayramının dördüncü günü ikindi namazına kadar, erkek-kadın herkes, cemaatle kılsın, yalnız kılsın, 23 vakit farz namazda selam verir vermez, (Allahümme entesselam...) demeden önce, bir kere, vacip olan teşrik tekbirini söylemeli, yani, (Allahü ekber, Allahü ekber. La ilahe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahil-hamd) demelidir.
Camiden çıktıktan veya konuştuktan sonra, artık teşrik tekbirini okumak gerekmez. (Halebi)

2- Zilhiccenin ilk dokuz günü oruç tutmak sevaptır; fakat Arefe günü oruç tutmak daha çok sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Arefe günü oruç tutana, Âdem aleyhisselamdan, Sûr’a üfürülünceye kadar yaşamış bütün insanların sayısının iki katı kadar sevap yazılır.) [R. Nasıhin]

(Arefe günü tutulan oruç, bin gün [nafile] oruca bedeldir.) [Taberani]

(Arefede tutulan oruç, iki bin köle azat etmeye, iki bin deve kurban kesmeye ve Allah yolunda cihad için verilen iki bin ata bedeldir.) [T. Gafilin]

(Arefe günü [Besmele ile] bin İhlas okuyanın günahları affolup duası kabul olur.) [Ebuşşeyh]

(Arefe günü tutulan oruç, geçmiş ve gelecek yılın günahlarına kefaret olur.) [Müslim]
(Arefe günü, kulağına, gözüne ve diline sahip olan mağfiret olur.) [Taberani]

(Şeytan, Arefe gününden başka bir günde daha zelil, rezil, hakir ve kinli görülmez.) [İ. Malik]
(Allahü teâlâ, Arefe günü kullarına nazar eder. Zerre kadar imanı olanı affeder.) [Gunye]

(Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua, reddolmaz. Ramazan ve Kurban bayramının birinci gecesi, Berat ve Arefe gecesi.) [İsfehani]

(Arefe gecesi ibadet eden, Cehennemden azat olur.) [S. Ebediyye]

İbadet olarak ilim öğrenmek en faziletlisidir. Bu gece ilim olarak, ehl-i sünnete uygun ilmihal okumalıdır.

3- Bugünü fırsat bilip dua etmeli! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Duanın faziletlisi, Arefe günü yapılanıdır.) [Beyheki]

4- Arefe gününü ibadetle, Allahü teâlâyı anmakla ve tefekkürle geçirmeye, insanlara iyilik etmeye çalışmalı! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Arefe gününe hürmet edin! Arefe, Allahü teâlânın kıymet verdiği bir gündür.) [Deylemi]
(Hürmet etmek, günah işlememekle olur.)

(Arefe günü, kulağına, gözüne ve diline sahip olan mağfiret olur.) [Taberani]

Kulağına sahip olmak, gıybet, çalgı gibi haram olan şeyleri dinlememektir. Eğer biz istemeden kulağımıza gelmişse, bize günah olmaz. Gözüne sahip olmak da, haram olan şeylere bakmamak ve mubah olarak baktığı şeylerden ibret almaktır. Diline sahip olmak ise, yalan söylememek, dedikodu etmemek, laf taşımamak, kötü söz söylememek, hatta boş şey konuşmamak, kimseyi dili ile incitmemek demektir. Bunlara riayet eden Arefe gününü değerlendirmiş olur.


Bayramda erken kalkmak, gusletmek, misvak kullanmak, güzel koku sürünmek, yeni ve temiz elbise giymek, sevindiğini belli etmek sünnettir.

Bayram günü yüzük takmak, karşılaştığı müminlere güler yüzle selam vermek, fakirlere çok sadaka vermek, İslamiyet’e doğru olarak hizmet edenlere yardım etmek, dargınları barıştırmak, akrabayı, din kardeşlerini ziyaret etmek, onlara hediye götürmek sünnettir.

Bayram gecelerini ihya edenin büyük saadete kavuşacağı bildirilmiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini ihya eden kimsenin kalbi, kalblerin öldüğü günde ölmez.) [Taberani]

Arefe Günü (yarın) sabah namazından, Kurban Bayramı'nın dördüncü günü ikindi namazı sonuna kadar 23 vakitte, erkek ve kadın herkesin (Kadınlar yavaş söyler.) farz namazlardan sonra, selâm verir vermez; (Allahümme entesselâm...) demeden, Tekbîr-i teşrîki okuması vaciptir. Tekbîr-i teşrîk şöyledir:

“Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallah. Vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahil-hamd.”

Farz namazlardan başka, Bayram ve Cuma namazlarından sonra da okunur. Câmiden çıktıktan sonra veya konuştuktan sonra okumak lâzım değildir.

63
DİNİ BİLGİLER / Namaz Vakitlerinin Sırrı
« : Ocak 30, 2008, 01:54:03 ÖÖ »
Namaz Vakitlerinin "sırrı"

Âlem öyle nurlu bir sarmal içinde ki, her an beş vaktin beşi de dünya içinde ayrı ayrı yerlerde yaşanabiliyor. O vakitlerin öyle güzel sırları var ki, bize kulluğumuzu ve ahireti hatırlatıyor. Namaz, Rabb’imizin “Celal”ine karşı kavlen ve fiilen “Sübhânallah” deyip takdis etmek, “Kemal”ine karşı, lâfzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip tâzim etmek. “Cemal”ine karşı da kalben, lisanen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir.

İbâdetin mânâsı da kulun Rabb’ine karşı kendi kusurunu, acz ve fakirliğini görüp her şeyi elinde tutan Yüce Rabb’imizin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.
Her namaz vaktinde ruhumuzda canlanan şey, tek ve sonsuz olanın O (cc) olduğudur, bakî, sermedî, ebedî olan O’dur. Nurun kaynağı, ebedi saadetlerin sahibi O’dur. Her namaz vaktinde zihnimizde bu duygular sümbüllenir.

Başka bir kapı yoktur. Başımızda ecel kılıcı, ensemizde Azrail’in (as) nefesi bulunmaktadır. Kabrimizi karanlıklar yurdu olmaktan çıkarıp Cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirecek olan şey imanımız, amelimiz ve Rabb’imize olan muhabbetimizdir. Ümidimiz O’nun (cc) rızasına, Habibi’nin (sas) şefaatine nail olmaktır. Bu yüzden her bir namaz vaktinde gizlenmiş sırlara vâkıf olmamız gerekir.
Bediüzzaman Hazretleri, namaz vakitlerini izah ederken gece ve gündüzlerin alemin büyük saatinde “saniyeler”, senelerin “dakikalar”, ortalama insan ömrünün “saatler” ve alemin hayat devirlerinin de “günler” hükmünde olduğunu belirtiyor. Yine bunların birbirine baktığını, birbirine misal olduğunu, birbirinin hükmünde olduklarını ve hatırlattıklarını ifade ediyor.

SABAH VAKTİ:
Yepyeni bir başlangıçtır

Sabah tatlı bir neş’edir. Mahmurluk perdesi altında alemde pırıl pırıl tecelli eden yaratılışa aynadır. İmsak vakti, yani sabah namazı vaktinin girmesi, yani şer’i günün başlayışıyla yepyeni bir hayat başlar. Her bir namaz vakti için bir saati göz önüne getirelim (dijital saati değil!). Akrep, sabah namazı vaktini gösterdiğinde o an aynı zamanda, bizim anne karnına düştüğümüz ânı, yine kâinatın yaratıldığı 6 günden ilk günü ve yıl içindeki bahar mevsimini gösterir. Elimizi Allahü Ekber deyip kaldırdığımızda zihnimizde ana rahmindeki halimiz ve kâinatın Rahmetenlil Alemi’nin (sas) yüzü suyu hürmetine ve yine O’nun (sas) nurundan yaratılışı canlanır. Tesbih, tahmid ve tekbirlerimiz hep o hale şükür içindir.


ÖĞLE VAKTİ:Gençlik ateşi ve Cehennem!

Öğlenin şiddetli hararetinin başları yaktığı zaman, yazın en sıcak dönemine, insanda gençliğin söz dinlemeyen en ateşli çağına işaret eder. Yine, öğlenin sıcağı bize hiçbir gölgenin bulunmayacağı mahşer gününü hatırlatır. Kainatın ömründe ise öğle vakti Hz. Âdem’in yeryüzüne iniş dönemine işaret eder.


İKİNDİ VAKTİ:
Ömrün sonu ve sonbahar

İkindi vakti, güneşin renginin sarardığı, batmaya meylettiği zamandır. İçinde sonbahar hüznünü de taşır. Yine, insanoğlunun da artık saçlarına ak düşüp, belinin yavaş yavaş bükülmeye başladığı, dünya lezzetlerinin de “acılaşmaya” başladığı döneme işarettir. İkindi vakti, insanoğlunun ve kainatın son dönemine de işaret eder. Yine, son peygamber olan Efendimiz’in (sas) vazifeye başlamasıyla âlemin son sürece girişini de hatırlatır. Biz ikindi vaktini yaşarken az sonra güneşin batacağını, yakında kendimizin ve kâinatın da öleceğini düşünürüz. İkindiyi eda edip de her şeyin batmaya doğru gittiğini görürken tek sığınılacak kapının Rabb’imiz ve O’nun Resulü’nün sünnet-i seniyyesi olduğunu tefekkür ederiz.


AKŞAM VAKTİ:Ölüm ve kıyamet ânı

Artık gün batmıştır. Ferdi olarak imtihanımız bitmiş, son nefesimizi vermişiz. Ne güneşte o cebbar yakıcılıktan, ne de bizde küçük dağları ben yarattım havasından eser kalmıştır. Sonbahar gibi ikindinin tatlı serinliği geride kalmış, güneş kaybolmuş, hafif bir kızıllık dışında ondan hiçbir eser görünmüyor. Az sonra günle birlikte biz de karanlıklara karışmış olacağız. “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde...” (Tekvir, 81/1-3) ikazları kulaklarımızda çınlıyor. Akşam ezanı okunduğunda ve namaz için ellerimizi kaldırdığımızda sanki kendi cenaze namazımızla birlikte tüm kainatın cenaze namazını da kılıyor gibi oluruz. Önümüzdeki tabutta hem geride kalan gün, hem sonbahar mevsimi, hem kendi cesedimiz, hem de tüm canlıların naaşı vardır. Bu namaz bu kadar hüzünlüdür. Artık geriye dönüş yoktur. Alem susmuş, Sûr üfürülmüştür. Bütün diklenişler, bütü ceberrutluklar son bulmuş, müthiş bir sessizlik, alemi kaplamış, İlahi kader ânı beklenmektedir. Geriye dönüş artık mümkün değildir ve “keşke”ler, “eyvah”lar dönemi başlamıştır.


YATSI VAKTİ:
Büyük sessiz karanlık

Artık geride kalan ne güne ne mevsimlerin tatlılığına, ne de insan olarak “yaşadığımıza” dair hiçbir iz yok. Gündüzün ne sıcağı ne de ışığı kalmış. Bizim için de acı son gerçekleşmiş. Kimse, kendi torunlarımız bile bizi hatırlamıyor, çoğu ismimizi bile unutmuş. Hayat susmuş, kainat dahi ölmüş. Toprağın üstündeki tüm cıvıltı, kargaşa sona ermiş. Herkes hesap gününü bekliyor. İşte bu kadar karanlıklar içinde o geceyi ancak “teheccüd”ümüz aydınlatabilir, bize yoldaş olabilir. O karanlıkları aydınlatacak yegane nur kaynağı odur.


İKİNCİ SABAH VAKTİ:Ba’sü ba’del mevt


Yeni doğan güneş ise haşrin sabahını ihtar eder. Sur yeniden üfürülmüş, ruhlar yeniden iade edilmiş, milyarlarca insan haşir meydanında toplanacak, ölüler yerden bitkiler gibi bitirilecek. İşte bu şuurla kılınan namazın kişiye faydası olur. “Desinler”, “görsünler” için kılınan namazın kimseye faydası olmadığı gibi maalesef zararı da olacaktır. Evet şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar mâkul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kesinliktedir. İşte bu beş vaktin her birinde bir mü’him, inkılâp başındadır.

64
DİNİ BİLGİLER / Nefs Mücadelesi
« : Ocak 30, 2008, 01:53:25 ÖÖ »
Nefs Mücâhedesi

Nefs mücâhedesi mevzûunda Allah Teâlâ kelâm-ı kadîminde şöyle buyuruyor: “Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri, elbette yollarımıza eriştireceğiz. Ve şüphesiz ki Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir" (Ankebut 69)

Resûlullah (a.s.v) Efendimiz; "Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız" buyurunca soruldu: Ey Allâh'ın Resûlü büyük cihâd nedir? Buyurdular ki; "Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir." (Müzekkin Nüfûs, s.420)

Resûlullah (a.s.v) nefs mücâhedesini gazâdan üstün tutmuştur. Zîra nefsle mücâhedenin zorluğu, savaşın ve gazânın meşakkatinden daha fazladır. Ki, heva ve hevese muhâlefet etmek, nefsi zaptürapt altına almak cidden büyük bir iş ve büyük başarıdır. Mutasavvıfların hâli de işte budur. Yâni nefsî cihadda başarılı olmalarıdır.

Nefs mücâhedesinin, nefsi sevk ve idâre etmenin yolu açıktır, bellidir. Bütün din ve mezhepler arasında, makbul ve mûteberdir ve teşvik edilir nefs mücâhedesine. Bu husûsa riâyet etmek, tasavvuf yolunu tutanların (mutasavvıfların), özelliği olmuştur. Nefsî cihad, nefisle mücâhede yalnız havvassa âid bir özellik değildir. Avam, yâni halk da mes'uldür nefs mücâhedesinden, mâsun olamaz, mâzereti yoktur. Peygamber (a.sv.) Efendimiz bir hadislerinde "Düşmanların arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında (ve bedenin içinde) bulunan nefsindir" buyurmuşlar. (Hadislerle Nasihat; Mehmed Zâhid Kotku, c.1, s.40) Her insan nefse muhâlefet ile yükümlüdür, ayırım yoktur. Ancak başarı oranları farklıdır.

Eğer insanda nefs olmasaydı, nefs ile mücâhede çok önemli olmasa idi, insan melekten de üstün olmazdı, ekmel ve eşrefi mahlûkat olarak kabul edilemezdi, Hakk'ın esmâsının mazharı ve Hakk'ın hâlifesi ünvanları verilmez, sâir canlılarla eş değerde kabul edilirdi. Hâlbuki hiç de öyle değildir. Onsekiz bin âlem bir insanda mevcut, gönlü Hak nazargâhı ve O'na müteveccih olabiliyorsa, elbet her insan mes'uldür. Mes'uliyeti ölçüsünde de başarılı olur. Başarısı oranında da bahtlıdır. Kitap (Kur'an) inzâl olunmuş, son peygamber (s.a.v), müşahhas örnek, numûne-i imtisal gönderilmiş, yollar açılmış, ona tabi olanlar da başarılı olmuş ve olmaktadır. Onu tanımak, ona tâbi olanları tanımak yeterlidir bizim için, başka delile ihtiyaç yok ise de, insan kapasitesi farklı farklı olduğundan, sayısız örnek verilmiştir bu nefsle mücâhede mevzûunda.

Nefs diyor ki (bir sûfi anlatıyor); "Ben gâfillerin helâki ve mahvolma vesîlesiyim. Zîra onları şerre ve fenalığa çağıran benim. Dostların da kurtuluş vesilesiyim. Varlığım bir âfet olmakla berâber, ben onlarla olmasam şüphesiz ki, onlar temiz olduklarına bakarak gururlanırlar ve yaptıkları işler sebebiyle kibirlenirlerdi. Bu yüzden de kalp temizliği, sır saflığı, velâyet nûru ve tâat üzere istikâmet gibi şeylere sâhip olamazlardı. O zaman kendilerinde bir şımarıklılık meydana gelirdi. Onlar beni iki yanları arasında gördükleri müddetçe bütün bunlardan temizlenmiş arınmış olurlar."

Şahver Çelikoğlu

65
DİNİ BİLGİLER / Kuran,nasıl şefaatçi olur ???
« : Ocak 30, 2008, 01:52:40 ÖÖ »
Kuran, nasıl şefaatçi olur?

Ebû Hüreyre Hazretlerinin, Kuran okuyanların kazanacağı mânevî derecelerle ilgili olarak Peygamber Efendimizden rivayet ettiği şu hadîsi şerîf, mümin gönüllerin heyecanla tutuşmasına vesile olacak güzelliktedir: Kıyamet gününde Kuran-ı Kerîm gelecek ve Allah Teâlâya: Yâ Rabbî! Kuran okuyan kimseyi şeref süsüyle süsle diyecek; bunun üzerine Kuran okuyan kimse şerefle süslenecek.
Yine Kuran-ı Kerîm: Allahım! Ona şeref elbisesi giydir diyecek; hemen o zâta elbiselerin en değerlisi giydirilecek. Sonra Kuran: Rabbim! Ona şeref tacı giydir diye niyâz edecek; o kimseye şeref tacı giydirilecek. Sonunda Kuran-ı Kerîm: Yâ Rabbî! O kulundan razı ve hoşnut ol! Senin hoşnutluğundan üstün bir şey yoktur diyerek Kuran okuyan kimseyi mânevî mertebelerin en yükseğine ulaştıracak (Tirmizî, Fezâilül-Kuran 18; Dârimî, Fezâilül-Kuran 1). Yüce Kitabımızın, kendisini okuyanlara kazandırdığı güzelliklerin haddi hesabı yoktur. Mahşerde, güneşin tepeye dikildiği, herkesin kan ter içinde çırpındığı o dehşetli saatlerde, Kuranın, kendisini okuyan ve buyruklarına göre yaşayan kimselere sağlayacağı büyük imkândan söz eden Efendimiz (sas) şöyle buyuruyor: Kıyamet gününde, Kuran-ı Kerîm ile Onun buyruklarını tutup yasaklarından kaçan müminler ortaya getirilecekler. Kuranın önünde en uzun iki sûresi, Bakara ile Âl-i İmrân bulunacak. O sırada bu iki sûre, iki bulut gibi görünecek veya aralarında bir nur bulunan iki siyah gölgeliği andıracaklar, yahut bu iki sûre, kıyamet gününde sahiplerini savunmak üzere saf bağlayıp kanat germiş iki kuş sürüsü gibi gelecekler(Müslim, Müsâfirîn 253; Tirmizî, Fezâilül-Kuran 5). Herkesin bir kurtarıcı beklediği mahşerin o dayanılmaz vakitlerinde Kuran-ı Kerîmin bir şefaatçi olarak ortaya çıkması ve kendisini okuyup ona göre yaşayanların elinden tutması, Allahım, ne güzel bir imkândır.


Kuran öğrenmeyi geciktirmeyin!

Soru: Önce, hayatımı düzelteyim, sonra Kuran-ı Kerimi öğrenirim diyorum. Bu doğru bir düşünce mi?


Kuran öğrenmeme yönündeki bu tarz mazeretleri nefis ve şeytan fısıldıyor. Halbuki yaşantımız ayrı, Kuran-ı Kerim öğrenmek ayrı bir şeydir. Belki çevremiz bunu yadırgayacaktır; ama önemli olan çevremiz değil bizim Allahla (cc) olan irtibatımızdır. Yarına çıkacak garantimiz var mı?

66
DİNİ BİLGİLER / Kur'an nıye arapca???
« : Ocak 30, 2008, 01:51:59 ÖÖ »
Sual: Ateist yazar, (Diğer milletler kendi kulu değil mi de, Tanrı Kur’anı Arapça indirdi) diyor.

CEVAP: Eğer Kur’an İngilizce olarak inseydi, aynı bozuk mantıkla, (Diğer milletler kendi kulu değil mi de, Tanrı Kur’anı İngilizce indirdi) diyecekti. Maksadı yanlış bulmak olduktan sonra her şeyi tenkit eder. Yusuf suresinin, (Biz Kur’anı Arapça olarak indirdik, umulur ki, siz onu anlarsınız) mealindeki 2. âyet-i kerimesi, tefsirlerde özet olarak şöyle açıklanıyor:



Biz Kur’an-ı kerimi herhangi bir lisan ile değil, en geniş, en açık, en âhenktar olan Arap lügâtı üzere indirdik. Eğer akıllıca düşünürseniz, bu Kitabın ulviyetini, kendisinin bir şaheser, hükümlerinin, tesirli sözlerinin, bütün insanlığa hitap ettiğini, müslüman olmayı en büyük bir vazife, en yüksek bir saadet telakki edersiniz.



Ey Araplar, Kur’an-ı kerim, sizin lisanınızla indi. Bugüne kadar birçok edebiyatçının, şairin sözünü dinlediniz. Hiçbirisine benzemiyor. Bunun insan sözü olmadığını, İlahi bir kelam olduğunu düşünürseniz, anlarsınız.



Demek ki âyetteki anlamak, bunun ilahi kelam olduğunu anlamaktır. Yoksa ahkamını anlamak değildir. Eğer öyle olsaydı, (Ey Resulüm, Kur’an-ı kerimi insanlara açıklaman için indirdik) mealindeki âyet-i kerimeye zıt olurdu. (Nahl 44)



Eğer Yunanca olsaydı

Fussilet suresinin, (Eğer biz Kur’an-ı kerimi yabancı bir dilde okunan bir kitap kılsaydık. Diyeceklerdi ki, âyetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalıydı. Muhatapları Arap olduğu halde, Arapça olmayan bir kitap mı geldi) mealindeki 44. âyet-i kerimesinin tefsirlerdeki açıklaması da şöyledir:



Kur’an-ı kerim [İbranice, Yunanca falan değil] sizin lisanınızda, yani Arapça’dır. Siz Arap olduğunuza göre, ifadelerinin vecizliğinden, şaheserliğinden bu Kur’an-ı kerimin İlahi bir kelam olduğunu anlarsınız. Yoksa, (Siz Arap olduğunuza göre, Kur’anın ahkamını da anlarsınız) denmiyor.

[Tokatlı Şeyh-ül-islam Mustafa Sabri efendi, (Biz Arabi’yi az biliriz. Fakat Kur’an-ı kerimi Araplardan daha iyi anlarız) buyuruyor.]



Lisanı Arabi olan herkes Kur’anı anlayamaz. Lisan ayrı, ilim ayrıdır. Türkçe bilen insan, tıp, hukuk, fen gibi bilgileri bilir mi? Kur’an-ı kerim baştan başa bir ilim deryasıdır. Her Arabi bilen Kur’an-ı kerimi nasıl anlar? Ateistler gibi, tercümesini okuyup da, (Bakın Kur’anda çelişki var) demek ne kadar abes ve saçmadır.



Eshab-ı kiramın anlayışı

Eshab-ı kiramın hepsi müctehid, birer büyük âlim oldukları halde, âyet-i kerimeleri farklı anlamışlar, ictihadları farklı olmuştu. Mezheplerin çıkışında da âyet-i kerimelerin farklı anlayışının rolü vardır.



Urvet-ül-vüska Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:

(Bir gün Resulullah, Hz. Ebu Bekir’e Kur'an-ı kerimin ince manalarından birkaçını onun seviyesine göre anlatıyordu. Hz. Ömer yanlarına gelince, konuşma üslubunu ve bahsettiği ince sırları, onun da anlayacağı şekilde değiştirdi. Yanlarına Hz. Osman gelince yine üslubunu değiştirdi. Hz. Ali gelince de böyle yaptı. Resulullah efendimizin, her değiştirmesi, oraya gelen zatların istidatlarının farklı oluşlarından idi.) [M. Masumiyye 59]



Hadis-i şeriflerde (Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu), (Osman’ın şefaati ile Cehennemlik yetmiş bin kişi sorgusuz Cennete girecektir) ve (Ben ilmin şehriyim Ali de kapısıdır) buyuruldu. Her üçü de bu derece yüksek olduğu ve Arabiyi çok iyi bildiği halde, Hz. Ebu Bekire anlatılan tefsiri bile anlayamadılar. Çünkü Peygamber efendimiz herkese derecesine göre anlatıyordu.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(İnsanlara akıllarına, anlayışlarına göre söyleyin, onlara [dinin hükmünü] inkâr ettirecek şekilde söylemeyin ki, Allah’ı ve Resulünü yalanlamasınlar.) [Buhari]



Allahü teâlâ, (Peygambere sorun, âlimlere sorun) buyuruyor. Bazıları, bizzat kendim anlayacağım diye inat ediyor. Herkes kendisi anlayabilseydi o zaman peygambere ne lüzum kalırdı?



Kur’an-ı kerimi, lisanı Arapça olanlar bile anlayamaz. Hatta evliyanın ve ulemanın en büyükleri olan Eshab-ı kiram bile, âyetlerin manalarını Resulullah efendimize sorarlardı. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Kur’an, Allah’ın metin ipidir. Manalarının hepsi anlaşılmaz. Çok okumak ve dinlemekle eskimez.) [İbni Mace]



Kur’an-ı kerim çok veciz olup, bitmez tükenmez manalarının bulunduğu, bütün manaları bildirilse bile, yazmak için kağıt ve mürekkep bulunamayacağı bizzat Kur’an-ı kerimde bildirilmektedir.

Mealen buyuruluyor ki:

(De ki, Rabbimin [İlmini, hikmetini bildiren] sözleri için, denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha deniz ilave edilse, denizler tükenir, Rabbimin sözleri tükenmez.) [Kehf 109, Beydavi]



Anayasayı, bir kanunu anlamak için hukukçulara gidiliyor. Halbuki bunları da insan yazmıştır. Bir kanundan bile herkes aynı şeyi anlamazken, Allah’ın kelamını herkes nasıl hemen kolayca anlayabilir?

67
DİNİ BİLGİLER / KUR'AN Mucizeleri..!!!
« : Ocak 30, 2008, 01:50:17 ÖÖ »
KAİNAT'IN VAROLUŞU


20. yüzyılın ortalarına dek hakim olan görüş, kainatın sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik (durağan) KAİNAT modeli" adı verilen bu anlayışa göre, kainat için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi.
Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, kainatı sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken, bir Yaratıcının varlığını da reddediyordu. Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan durağan kainat modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır.
21. yüzyılın başlarında olduğumuz şu dönemde, kainatın bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla var olduğu modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır. Ayrıca, kainatın, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği de saptanmıştır. Bugün bu gerçekler bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir.
Kuran-ı Kerim'de kainatın ortaya çıkışı şöyle açıklanır:
O gökleri ve yeri yoktan var edendir... (Enam Suresi, 101)
Kuran'da verilen bu bilgi, çağdaş bilimin bulgularıyla tam bir uyum içindedir. Başta da belirttiğimiz gibi astrofiziğin ulaştığı kesin sonuç, tüm kainatın madde ve zaman boyutlarıyla birlikte, bir sıfır anında, büyük bir patlamayla var olduğudur. "Büyük Patlama", orijinal adıyla "Big Bang" teorisi, tüm kainatın yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini kanıtlamıştır.
Big Bang'den önce madde diye bir şey yoktur. Maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı, tamamen metafizik olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortamında, madde, enerji ve zaman bir anda yaratılmıştır. Modern fiziğin ortaya koyduğu bu büyük gerçek, Kuran'da bize 1400 yıl önceden haber verilmektedir.
NASA'nın 1992'de gönderdiği Cobe uydusunun hassas tarayıcıları Big Bang'den sonra tüm kainata yayıldığı varsayılan radyasyonun kalıntılarını buldu. Bu buluş kainatın yoktan var edildiği gerçeğinin bilimsel bir açıklaması olan Big Bang teorisinin ispatı oldu.
YAĞMURDAKİ ÖLÇÜ
Kuran'da yağmur hakkında verilen bir diğer bilgi ise, yağmurun belli bir ölçü ile indirildiğidir. Zuhruf Suresi'nde şöyle buyrulur:
Ki O, belli bir miktar ile gökten su indirdi de, onunla ölü bir memleketi 'diriltti (ve her yanına hayat) yaydı'; siz de böyle (kabirlerinizden diriltilip) çıkarılacaksınız. (Zuhruf Suresi, 11)
Yağmurdaki bu ölçü de, yine çağımızdaki araştırmalarla tespit edilmiştir. Ölçümlere göre, yeryüzünden bir saniyede 16 milyon ton su buharlaşmaktadır. Bir yılda bu miktar 505 trilyon tona ulaşır. Bu, aynı zamanda bir yılda Dünya'ya yağan yağmur miktarıdır. Yani su, sürekli bir denge içinde, "bir ölçüye göre" dönüp durmaktadır. Yeryüzündeki hayatın devamı da, bu su döngüsü sayesinde sağlanır. İnsan sahip olduğu tüm teknolojik imkanları kullansa dahi bu döngüyü asla yapay olarak gerçekleştiremez.
Eğer bu miktarda çok küçük bir değişiklik olsa bile, kısa bir zaman sonra büyük bir ekolojik dengesizlik ortaya çıkacak ve bu da hayatın sonunu getirecektir. Fakat hiçbir zaman böyle olmaz; yağmur, Kuran'da bildirildiği gibi, yeryüzüne her sene aynı miktarda inmeye devam eder.

Her yıl gökyüzüne buharlaşan ve tekrar yeryüzüne yağmur olarak düşen su miktarı "sabit"tir: 16 milyon ton. Bu sabit miktar Kuran'da "belli bir miktar su"yun gökten indirilmesi olarak haber verilmektedir. Ekolojik dengenin ve dolayısıyla hayatın devamlılığının sağlanmasında bu miktarın sabit olmasının önemi son derece büyüktür.

Yağmurdaki ölçü sadece miktarında değil, aynı zamanda yağmur damlalarının düşüş hızında da söz konusudur. Yağmur damlası ne kadar büyük olursa olsun, yeryüzüne düşme hızları belli bir limitin üzerine çıkmaz.
Nobel ödüllü Alman fizikçi Philipp Lenard, çalışmaları sonucunda yağmur damlalarının çapları genişledikçe, düşme hızlarının arttığını tespit etmiştir. Ancak düşme hızındaki bu artış, yağmur damlasının çapı 4.5 mm olana kadar devam etmekteydi. Daha büyük yağmur damlalarında ise, düşme hızları saniyede 8 m'yi geçmemektedir.57 Bunun sebebi damlaların düşerken aldıkları şekildir. Yağmur damlalarının bu özel şekli, atmosferin sürtünme etkisini artırır ve damlaların belli bir hız limitini aşmalarını önler.
Görüldüğü gibi Kuran'da, yağmurun indirilişi ile ilgili, 1400 sene önce bilinmesi mümkün olmayan hassas bir ayara dikkat çekilmektedir.
SÜTÜN OLUŞUMU
Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır, size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz. (Nahl Suresi, 66)
Vücudun beslenmesini sağlayan temel maddeler, sindirim sistemindeki kimyasal dönüşümler sonucunda oluşur. Sindirilen bu besin maddeleri daha sonra bağırsak duvarından kan dolaşım sistemine geçerler. Kan dolaşımı sayesinde ilgili organlara sevk edilmiş olurlar.

Yukarıdaki tabloda mide kanalından gelen yarı sindirilmiş besinlerle damarlardan gelen kanın birleşerek vücuda dağılımı görülmektedir. Bu karışımın bir kısmı kaslara ve diğer vücut dokularına dağılırken, bir kısmı da süt bezlerine süt olarak salgılanmak üzere ulaşmaktadır.
Süt bezleri de diğer vücut dokuları gibi kan yoluyla kendilerine getirilen sindirilmiş gıdalarla beslenirler. Bu nedenle kan, besinlerden gelen gıdaların toplanıp iletilmesinde çok önemli bir rol oynar. Süt de tüm bu aşamalardan sonra süt bezleri tarafından salgılanır ve sindirilmiş besinin kan dolaşımıyla taşınması sonucunda oluştuğu için besin değeri oldukça yüksektir.
İnsanlar ne hayvanın karnındaki yarı sindirilmiş besini ne de hayvanın kanını doğrudan tüketemezler. Dahası bunların herhangi birini ya da karışımlarını doğrudan tüketmeleri ciddi zehirlenmelere hatta ölüme bile yol açabilir. Ne var ki Allah, yarattığı son derece kompleks biyolojik sistemler sayesinde, bu sıvıların içinden temiz ve sağlıklı bir gıdayı insanların faydasına sunmaktadır.
Böylece insanların doğrudan tüketemeyeceği kan ve yarı sindirilmiş besinden içilir nitelikte, besleyici süt üretilmiş olur.
Sütün oluşumu başlı başına büyük bir yaratılış mucizesidir. Ancak sütün oluşumu ile ilgili böylesine detay bilgilerin Kuran'da yer alması da apayrı bir mucizedir.
Görüldüğü gibi Nahl Suresi'nin 66. ayetinde, sütün biyolojik oluşumu ile ilgili tarif edilenler, günümüz biliminin ortaya koyduğu bilgilerle büyük bir uyum içindedir. Memelilerin sindirim sistemine yönelik uzmanlık gerektiren böyle bir bilginin Kuran'ın indirildiği dönemde insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmayacağı ise son derece açıktır.


PARMAK İZİNDEKİ KİMLİK

Kuran'da, insanları ölümden sonra diriltmenin Allah için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özellikle parmak uçlarına dikkat çekilir:
Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymaya güç yetirenleriz. (Kıyamet Suresi, 4)
Ayette parmak uçlarının vurgulanması, son derece hikmetlidir. Çünkü parmak izindeki şekiller ve detaylar, tamamen kişiye özeldir. Şu an dünya üzerinde yaşayan ve tarih boyunca yaşamış olan tüm insanların parmak izleri birbirinden farklıdır. Dahası, aynı DNA dizilimine sahip tek yumurta ikizleri dahi farklı parmak izine sahiptirler.106
Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini alır ve kalıcı yara olması dışında ömür boyu sabit kalır. İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir "kimlik kartı" sayılmakta ve parmak izi bilimi ise insanlar tarafından bilinen tek değişmez ve yanılmaz kimlik tespit yöntemi olarak kullanılmaktadır.
Ancak önemli olan, parmak izinin özelliğinin ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiş olmasıdır. Ondan önce, insanlar parmak izini hiçbir özelliği ve anlamı olmayan çizgiler olarak görmüştür. Fakat Kuran'da, o dönemde kimsenin dikkatini dahi çekmeyen parmak izleri vurgulanmakta ve bu izlerin ancak çağımızda fark edilen önemine dikkat çekilmektedir.
Tek yumurta ikizleri de dahil olmak üzere, her insanın parmak izi kendine özeldir. Başka bir deyişle, insanların parmak uçlarında kimlikleri şifrelenmiştir. Bu şifreleme sistemini, günümüzde kullanılmakta olan barkod sistemine benzetmek de mümkündür.
Parmak izi ile kimlik saptama sistemi (AFS) teknolojisi, son 25 yıldır çeşitli polis teşkilatlarında geçerliliği ispatlanmış, yasal olarak onaylanmış bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Günümüzde geniş kapsamlı kimlik tespiti çalışmalarında parmak izi kadar isabetli sonuç veren bir teknoloji bulunmamaktadır. Parmak iziyle kimlik tespiti son 100 yıldır hukuki süreçlerde kullanılmaktadır ve uluslararası geçerliliğe sahiptir. 108

. A. Moenssnens, Fingerprint Techniques (Parmak İzi Teknikleri) adlı kitabında parmak izinin her insana özel oluşunu şu şekilde değerlendirmiştir: "Şimdiye dek farklı parmaklardaki iki parmak izinden hiçbirinin birbiriyle aynı olduğuna rastlanmamıştır

68
DİNİ BİLGİLER / Kuran okuyan bir gencin hikayesi...
« : Ocak 30, 2008, 01:48:23 ÖÖ »
Bir genç hafızlığını tamamlarken her gün sabaha kadar Kur’an’ı hatmeder. Bundan dolayı da sabah derslerine yorgun ve bitkin olarak çıkar. Durumu öğrenen hocası Kur’an’ı bu şekilde okumasını arzu etmediği için bir gün onu karşısına alır ve: “Evladım! Biliyorsun Kur’an, indiği gibi okunmalıdır. Bu gece sen Kur’an’ı, karşında ben varmışım gibi oku.” tavsiyesinde bulunur.
Genç gider ve Kur’an’ı hocasına okuyormuş gibi okur. Sabah huzura geldiğinde: “Efendim, bu gece Kur’an’ı ancak yarısına kadar okuyabildim.” der. Bunun üzerine hocası: “Pekâla bu gece de Efendimiz’e okuyor gibi oku!” emrini verir. Talebe şaşkınlık ve heyecan içinde Nebîler Serveri’nin huzurunda olduğu düşüncesiyle o gece daha dikkatli okur. Ertesi gün de üstadına Kur’an’ın ancak dörtte birini okuyabildiğini söyler. Üstadı talebesindeki manevi yükselişi görünce: “Bugün de o emin melek Cebrail’in Efendimiz’e (sallallahu aleyhi vesellem) tebliğ ettiği anda dinliyor gibi oku!” der. Talebesi ertesi gün “Vallahi üstadım, bugün ancak bir sure okuyabildim.” der.
Üstadı son adımı atar: “Evladım! Şimdi de onu binlerce hicabın verasında bulunan Yüce Rabbimiz’in huzurunda okuyor gibi oku! Düşün ki O seni dinliyor ve Kur’an’ı senle mukabele ediyor!” Talebe ertesi gün gözyaşları içinde üstadına gelir ve şöyle der: “Üstadım! Fatiha’dan başladım ilk ayetleri okudum; ama ‘İyyâke na’budu’ demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü ‘Sadece sana kulluk yaparım!’ diyemedim

69
EGE BÖLGESİ / Afyon
« : Aralık 10, 2007, 12:56:36 ÖS »
Afyon adını M.Ö. 1340 yıllarında Hititler tarafından yaptırılan ve bu güne kadar ününü sürdüren kalesi ve yaklaşık 2300 yıldır ekilen haşhaş bitkisinden almıştır.

M.Ö. 7000 Yılından başlayarak günümüze kadar yerleşim yeri olan İlimiz sınırları içerisinde Hitit, Frig, Grek, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı gibi uygarlıklar egemen olmuştur.

Selçuklu Türklerinin 1071 yılında Anadolu'yu fethetmeleri sonucunda Afyon Türk'lerin hakimiyetine geçmiştir. Selçuklu Devletinin parçalanmasından sonra şehir bir süre Sahipoğulları'nın elinde kaldı. 1341'den sonra akrabalık ilişkileri sonucu Germiyanoğulları'nın yönetimine geçen kent II. Yakup Bey zamanında Yıldırım Beyazıt tarafından Osmanlı topraklarına katıldı (1390). Ankara Savaşından (1402) sonra Timur'un askerlerince yıkıma uğrayan şehir yeniden Yakup Bey'in eline geçti ve onun ölümü (1428) üzerine, vasiyeti gereği kesin olarak Osmanlı Egemenliğine girdi. Fatih Sultan Mehmet'in Karaman Seferleri sırasında, stratejik özelliği dolayısıyla askeri harekatın başlıca merkezlerinden biriydi. XVII. Yüzyılda ortaya çıkan Celali ayaklanmaları burayı da etkisi altına aldı. Celali Karayazıcı'nın kardeşi Deli Hasan Kütahya'yı alamayınca kışlamak üzere geldiği (1602) şehirde geniş ölçüde yıkıma sebep olmuştur.

Mondros Barış Antlaşması'ndan (8-9 aralık 1918) hemen sonra İngiliz Fransız ve İtalyan birlikleri yer yer Osmanlı topraklarına girdiler. Bu arada 16 Nisan 1919'da Fransızlar Afyon istasyonuna yerleşti. 21 Mayıs 1919'da iki subay ve 262 erden oluşan bir İtalyan birliği de Afyon'a geldi. Bu birlikler yerlerini 17 Mart 1920'de Yunanlılara bıraktı. Çok kısa süren birinci işgalden sonra 13 Temmuz 1921'de Afyon ikinci kez Yunanlılar tarafından işgal edildi ve Afyon 1 yıl 1 ay 25 gün Yunan işgali altında kaldı. Büyük Taarruz Afyon Cephesinde başladı. Yunan kuvvetleri bozguna uğratıldı ve şehir 27 Ağustos 1922'de kurtarıldı. Bu tarih Afyon'un Kurtuluş günü olarak kutlanır.

70
EGE BÖLGESİ / Aydın
« : Aralık 10, 2007, 12:56:07 ÖS »
Aydın; tarihin bilinen devirlerinden beri çeşitli uygarlıklara merkez olmuş, antik çağın Afrodisias, Milet, Alinda, Didyma, Nisa, Prien, Magnesia gibi önde gelen kentleri olmuştur.

Bugünkü Aydın, kuzeyindeki Top Yatağı sırtında kurulan Tralles Kenti ile birlikte MÖ 2500 yılında Hititler zamanında gelişmiş, MÖ VII. yy.da Lydia zamanında da en parlak çağını yaşamıştır.

Düşüncenin yaşam ve felsefe arasında kopmaz bağ olarak insan yaşamını işlediği bu topraklar, sırasıyla Frigya, Lidya, Pers, Roma ve Bizans çağlarını yaşamış, daha sonra 1171-1270 yılları arasında Selçuklular, 1270-1307 yılları arasında Menteşeoğulları, 1307-1390 yılları arasında Aydınoğulları, 1390-1922 yılları arasında da Osmanlı dönemini yaşamıştır.

Selçuklularla birlikte Türk uygarlığının izleri olan kültür varlıkları ve vakıf eserleriyle donatılan Aydın; sanat, felsefe, sosyal hizmetler, tarım ve mimaride parlak ve uygar günlere şahit olmuş, geçmiş dönemlerin tarihsel izleri korunarak günümüze kadar taşınmıştır.

Aydın''ın Türk egemenliğinde bir yönetim birimi statüsü kazanması 1390 yılında Yıldırım Beyazıt''ın şehzadesi Ertuğrul Bey''in Vali olarak Aydın''a atanmasıyla başlamıştır.

Aydınoğulları zamanında şehrin adı Aydın Güzelhisarı olmuş, daha sonraları Aydın adını almıştır. Şehir XIV yy. da bugünkü yerine kurularak idari kademelendirme sırasıyla, 1390 yılında eyalet, 1426 yılında sancak, 1811 yılında eyalet, 1850 yılında İzmir’e bağlı sancak olmuştur.

Aydın''ın 1919 yılına kadar sancak şeklinde devam eden bu yönetim şekli, 25 Mayıs 1919-7 Eylül 1922 yılları arasında 40 aya yakın süren işgalden sonra ve Kurtuluş Savaşının kazanılmasıyla birlikte 1923 yılında değişmiş, müstakil vilayet olmuştur.

71
EGE BÖLGESİ / Egenin İncisi İZMİR
« : Aralık 10, 2007, 12:55:05 ÖS »
İZMİR


Türkiye'nin üçüncü büyük şehri olan İzmir, çağdaş, gelişmiş, aynı zamanda işlek bir ticaret merkezidir. Cıvıl cıvıl olan alışveriş merkezinde dolaşmak oldukça keyiflidir. İzmir'in batısında nefis renkli denizi, plajları ve termal merkezleriyle Çeşme Yarımadası uzanır. Antik çağların en ünlü kentleri arasında yer alan Efes, Roma devrinde dünyanın en büyük kentlerinden biriydi. Tüm İon kültürünün zenginliklerini bünyesinde barındıran Efes, yoğun sanatsal etkinliklerle de adını duyuruyordu.

Türkçe'de ''Güzel İzmir'' olarak adlandırılan İzmir, yatlar ve gemilerle çevrilmiş uzun ve dar bir körfezin başında yer almaktadır. Ilıman bir iklime sahip olup, yazında denizden gelen taze bir serinlik güneşin sıcaklığını alıp götürmektedir. Sahil boyunca palmiye ağaçları ve geniş caddeler bulunmaktadır. İzmir Limanı İstanbul'dan sonra ikinci büyük limandır. Canlı ve kozmopolit bir şehir olan İzmir Uluslararası Sanat Festivali ve Uluslararası Fuarı ile de önemli bir yer tutar.

TARİHİ GEÇMİŞİ

İzmir ( Smyrna-Samornia ) M.Ö 3000 yıllarında Lelegler
tarafından,bugünkü Bayraklı yakınında bulunan Tepekule mevkiinde kurulmuştur. İzmir sözcüğü daha ziyade bir Amazon Kraliçesine atfedilmektedir. M.Ö 2000-1200 yılları arasında yaşamış olan Hitit Krallığı'nın tesiri altında kalan İzmir, Hitit Devleti'nin M.Ö 1200 yılında Frig akınlarıyla yıkılması sonucu M.Ö XI. Yüzyılda Yunanistan''dan Batı Anadolu kıyılarına göç eden Aiollar, daha sonra da İonlar tarafından işgal edilmiştir.
İzmir en parlak dönemini İonlar zamanında yaşamıştır. M.Ö 600 yılında Lidya Kralı Alyattase tarafından işgal edilen İzmir, M.Ö 546 yılında Persler''in, M.Ö 334 yılından sonra da Büyük İskender ve kumandanlarının idaresi altına girmiştir. M.Ö 302''de Trakya''dan gelerek Büyük İskender''in kumandalarından Antigones'i yenen Lizimaktos'un, daha sonra da Seleıkoslar'ın hakimiyetine giren İzmir, kısa bir müddet de Bergama Krallığı idaresinde kalmış,
M.Ö 133 yılında kesin olarak Romalılar''ın eline geçmiştir M.Ö 88 yılında Pontus Kralı Mihridades ele geçirmiştir. Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılması ile Bizanslılar''ın bir eyalet merkezi olan İzmir, M.S 440 yıllarında Hun Hükümdarı Atilla''nın istilasına uğramıştır. M.S 695 yılından itibaren iki defa Araplar''ın akınına maruz kalmış, sonra yine Bizanslılar'ın eline geçmiştir. 1081 yılında İzmir şehri Selcuklular tarafından fethedilmiştir. 1097 yılında Haçlılar''ın Anadolu''da ilerlemesinden istifade eden Bizanslılar, İzmir de dahil olmak üzere Ege''de Türkler''in elinde bulunan tüm yerleri işgal ettiler.
1320 yılında Aydınoğulları Beyliği''nin hükümdarı Mehmet Bey tarafından geri alınıp, oğlu Umur Bey''e verilen İzmir''in Liman Kalesi, Haçlı kuvvetlerince 28 Ekim 1334''de tekrar işgal edildi. 1402 yılına kadar Türkler Kadifekale'ye, Haçlılar da Liman Kalesi''ne hakim kaldılar. Liman Kalesi 1402 yılında Timur tarafından zapt ve tahrip edilerek, Aydınoğulları Beyliği''ne iade edildi. Bundan sonra İzmir tarihinde 1426 yılına kadar Aydınoğlu Cüneyt Bey rol oynamıştır.
1426 yılından itibaren Osmanlı Devleti idaresine giren İzmir, 500 yıla yakın bir süre Osmanlı idaresinde kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselme devrinde çevresinin merkezi olma özelliğini daima koruyarak, ekonomik ve sosyal hayatın lokomotifi olmuştur.
15 Mayıs 1919''da Yunanlılar tarafından işgal edilen İzmir, üç yıldan fazla işgal altında kaldıktan sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı'yla 9 Eylül 1922''de Yunan işgalinden kurtarılmış, Cumhuriyetin ilanından sonra da İl statüsüne kavuşturulmuştur.

İLÇELER

İzmir ilinin ilçeleri; Balçova, Çiğli, Gaziemir, Karşıyaka, Konak, Aliağa, Bayındır, Bergama, Beydağ, Bornova, Buca, Çeşme, Dikili, Foça, Karaburun, Kemalpaşa, Kınık, Kiraz, Menderes, Menemen, Narlıbahçe, Ödemiş, Seferihisar, Selçuk, Tire, Torbalı ve Urla'dır.

Aliağa : İzmir'in 60 km. kuzeyindeki Aliağa, İzmir ve Bergama uygarlıklarından izler taşımaktadır. Ege kıyılarında sayıları 30'u aşan Aiol kentleri arasında en büyük ve önemlilerini oluşturan 12 kentten 4'ü Aigaia, Kyme, Myrna ve Gryneion ilçe sınırları içerisinde bulunmaktadır.

Dikili : İzmir'in kuzeyinde 120 km. uzaklıktadır. Yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çeken şirin bir ilçedir. Hem tarihi hem de olağanüstü güzellikleri olan turistik Çandarlı beldesi Dikili'ye bağlıdır. Doğal güzellikleri arasında Merdivenli Köyünde bir krater gölü, Demirtaş ve Deliktaş Köylerinde de çamlık ve tarihi mağaralar bulunmaktadır. Dikili ilçesi ılıcaları ile de oldukça ünlüdür. Nebiler, Bademli ve Kocaoba köylerinde sıcak su ılıcaları vardır. İlçede karayolunun dışında deniz ulaşımında da Dikili Limanı, üç yolcu gemisinin yanaşabileceği kapasiteyle hizmet vermektedir.

Seferihisar : Yerleşim tarihi M.Ö. 1000 yıllarına uzanan ilçenin Sığacık mevkiinde Teos antik kenti, Doğanbey-Gerenalanı mevkiinde Karaköse Harabeleri, Sığacık' ta Osmanlılar tarafından inşa edilen kale ile kale içerisindeki eski yerleşim alanı, ilçe merkezinde Selçuklu ve Osmanlı Dönemi'ne ait anıtsal yapılar, yörenin arkeolojik ve tarihi kaynak potansiyelini oluşturmaktadır. Seferihisar 27 km.lik sahil şeridi ile güzel plajlara ve koylara sahiptir.

Menderes : Satsumasıyla, güzel koylarıyla, tarihi değerleriyle dikkat çeken Menderes ilçesinin İzmir'e uzaklığı 20 km'dir. İlçenin batısında Ürkmez mevkiinde Lebedos Antik Kenti bulunmaktadır. Menderes-Selçuk yolu üzerinde birbirine yakın konumda yer alan Kolophon, Klaros, Notion ve Lebedos Antik Kentlerine ait kalıntılar, ilçenin önemli arkeolojik kaynaklarını oluşturmaktadır. Gümüldür beldesi dünyaca ünlü mandalina türü olan satsumanın yetiştirici bölgesidir. Özdere, Ege'deki dokuz büyük turistik bölgeden biri olup temiz denizi ve sahilinin yanı sıra amatör balıkçıların avlanabildiği turistik bir beldedir. Menderes'in Görece Köyü'nde de halkın evlerde imal ettiği değişik renk ve biçimdeki boncuklar yerli ve yabancı turistin oldukça dikkatini çekmektedir.

Karaburun : Karaburun, Urla Yarımadası'nın kuzeyinde kurulmuştur. İzmir Körfezi boyunca kuzey ve batı kıyıları güzel koylarıyla bir şerit halinde uzanır. İlçenin yerleşimi taş devrine kadar uzanır. Çakmaktepe mevkiinde yapılan kazılarda elde edilen buluntulardan Hititler Dönemi'nde buranın ileri bir kültür merkezi olduğu, daha sonra yöreye egemen olan Aiol, Lidya. Helen ve Roma uygarlıkları döneminde kültür ve ticaret merkezi olarak geliştiği bilinmektedir.

Urla : Ege Bölgesi'nin tüm özelliklerini taşıyan Urla, İzmir'in batısında 38 km. uzaklıkta kendi adını taşıyan yarımadanın orta kısmında yer alır. Urla tarih boyunca bir kültür merkezi olmuştur. Yapılan kazılarda ele geçen eserler arasında Hititlere ait Gaga ağızlı sürahi çıkarılmıştır. Limantepe Höyüğü kazılarında ele geçen buluntulara göre Klazomenai Limanının dünyanın en eski ve düzenli limanı olduğu ortaya çıkmıştır. Klazomenai' de bulunan eserler Louvre Müzesi ve Atina Milli Müzesi ile İzmir Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir.

Torbalı : İzmir'in 45 km. doğusunda yer alan Torbalı'nın ilk yerleşim alanı, Torbalı Ovası'nın batısında Yeniköy ile Özbey köyleri arasında bir tepe üzerinde kurulan Metropolis Antik kentidir. Bir İon kenti olan Metropolis Roma ve Bizans dönemlerinde önemini korumuş, daha sonra terk edilmiştir. Şarapları ile ünlü kent aynı zamanda bir piskoposluk merkeziydi. Ovaya hakim bir konumda olan Geç Helenistik Dönem'e ait tiyatroda Roma İmparotoru Augustus ve evlatlığı Germanikus'a adanan üç mermer sunak bulunmaktadır. Kazılarda bulunan eserler İzmir ve Efes Müzelerinde sergilenmektedir.

Ödemiş : İzmir'in 113 km. doğusunda yer alan Ödemiş'in kuzeyinde bulunan Hypaiapa Antik Kent kalıntıları yörenin yerleşim tarihinin ilk çağlara uzandığını göstermektedir. Ödemiş yöresinin tarihsel önemi Birgi'nin Aydınoğulları döneminde başkent olmasıyla başlamıştır. Birgi'de büyük ölçüde özgünlüğünü koruyan kent dokusunda Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin seçkin örnekleri, 18. ve 19. yüzyıl sivil mimarlık yapılarının oluşturduğu kültürel birikim ve mimari çevre zenginliği ile doğal çevre güzellikleri yörede çok önemli düzeyde turizm potansiyeli yaratmaktadır. "Dünya Kültür Mirası" listesine giren Birgi, 1994 yılında inanç turizmi kapsamına alınmıştır. Çakırağa Konağı, İmam-ı Birgivi Medresesi, Sultan Şah Türbesi görülmeye değer eserlerdendir.

Tire : İzmir'in büyük ilçelerinden biri olan Tire, şehir merkezine 82 km uzaklıktadır. Aydın Dağlarının kuzey eteklerinde kurulmuştur. Hitit, Frig, Lidya, Pers, Helen, Roma ve Bizans dönemlerini yaşayan Tire zengin bir kültür mirasına sahiptir. Beylikler ve Osmanlı döneminde ekonomik açıdan büyük gelişme sağlanmış ve mimarlık tarihi açısından da zengin örnekler ortaya çıkmıştır.

Kemalpaşa : İzmir'in 29 km batısında yer alan Kemalpaşa'nın tarihi geçmişi İ.Ö. 1300'lere dayanmaktadır. Akadlar ve Hititlerden başlayarak Selçuklu ve Osmanlı dönemine kadar birçok medeniyete sahne olan Kemalpaşa, Helen, Roma ve Bizans dönemlerinde Sart ve İon kentleri arasında kervan yollarının uğrak yeri olmuştur. Antik adı Nymphaion olarak bilinen günümüz Kemalpaşa ilçesi, Nif dağı eteklerinde 200 m yükseklikte kurulmuştur. Ege Bölgesi'nde Hititlerden kalan tek örneği olan Karabel Kabartması ilçe sınırları içerisindedir. Kemalpaşa, dünyaca ünlü kirazı ve çam ormanlarıyla tanınır.

72
EGE BÖLGESİ / Denizli Coğrafi Bilgiler
« : Aralık 10, 2007, 12:52:50 ÖS »
Fizikî Yapı

Denizli çok engebelidir. Ege bölgesinin en yüksek dağları bu bölgede yer alır. Arâzinin % 47’si dağlar, % 25’i plato ve yaylalar ve % 28’i ovalarla kaplıdır.

Dağlar: Denizli topraklarının yarıya yakın kısmı dağlarla kaplıdır. En yüksek dağları olan Honaz Dağı (2528 m) ve Akdağ (2300 m) zirveleri devamlı karla örtülüdür. Bu iki dağı Kazıkbel Geçidi birbirinden ayırır. Diğer dağları ise; Gölgeli Dağları (Eren Tepe 2420), Akkaya Tepe (2268 m), Kıraç Tepe (2446 m), Yalnızca Tepe (2030 m), Kartalkaya (1687 m).

Ovalar: Ovalar, Büyük Menderes Nehrine doğru basamak basamak inerler. Başlıca ovalar (Sarayköy)Büyük Menderes Ovası, Buldan Ovası, Tavas Ovası, Acıpayam Ovası, Çivril Ovası, Baklan Ovası, Kaklih Ovası, Hanbat Ovası ve Eskere Ovasıdır. 400 bin hektara yaklaşan bu ovalar çok bereketlidir. Başlıca vâdiler ise Büyük Menderes, Çürüksu, Akçay ve Kelekçi vâdisidir.

Başlıca yaylaları; Karayayla, Çameli Yaylası, Uzunpınar Yaylası, Yoran Yaylası, Sahman Yaylası, Süleymâniye Yaylası ve Kuyucak Yaylasıdır. Denizli’nin yüksek ovaları da yayla özelliğini taşırlar.

Akarsular: Denizli su potansiyeli bakımından zengindir. Başlıca akarsuları şunlardır:

Büyük Menderes:İlin en büyük akarsuyudur. Afyon’un Dinar ilçesinden çıkarak Akdağ’ın pınarlarını alıp Işıklı Gölüne girer. Gölün batısından regülatörle çıkar. Medele köyü yakınında Uşak’tan gelen Banaz Çayını alır. Sarayköy yakınında Çürüksu Çayını alıp Aydın iline girer. Çürüksu:Honaz Dağı ile Kaklık ve Kocabaş bölgelerindeki suları alıp Büyük Menderesle birleşir. Gireniz:Eşeler Dağından çıkar, Çameli Dağlarındaki suları toplar. Kelekçi Vâdisine iner ve sonra Muğla iline girer. Dalaman Çayının Denizli’de bulunan kısmına Gireniz Çayı denir. Akçay:Bozdağ ve Sandıras dağlarından çıkar. Yenidere Çayı ile birleşir. Eskere Ovasında muhtelif suları alır. Muğla’dan gelen Karayayla sularını toplar ve Aydın’ın Bozdoğan ilçesine girer.
Göller: Acıgöl (Çardak Gölü) Denizli ile Afyon arasındadır. Derinliği azdır. Sularının bir kısmı yazın kurur. Gölde kalsiyum ve mağnezyum vardır. Balık yaşamaz. Karagöl:Çambaşı köyü yakınında çamlar arasında birbirinden 50-60 m farklı yükseklikte 4 gölden ibârettir. Akarsularla beslenir. Çaltı (Beyler) Gölü: Tuzludur. Bâzı şartlarda sulamada kullanılır. Işıklı Gölü:Çivril’de su taşkınlarını önlemek için yapılmış bir baraj gölüdür. 206 milyon m3 su toplanır. Buldanlı Barajı: Sulama ve taşkınları önlemek için yapılmıştır, 54 milyon m3 su toplanır. Derbent köyündedir. Süleymâniye Gölü:Buldan’ın Süleymâniye Yaylasında bulunan tatlı sulu bir göldür. Turizm için önemlidir. Yazın kamp kurmaya müsâittir.
İklimi ve Bitki Örtüsü

İklimi: Ege bölgesinin en serin ilidir. Kışlar ılık ve yazlar serin geçer. Yıllık yağış ortalaması 547 milimetredir. Kar yağışı çok azdır. +41.2° ile -11.4° arasında sıcaklık seyreder.

Bitki örtüsü: Denizli’nin yarısı % 51 ormanlarla kaplıdır. Çayır ve mer’alar % 10, ekili ve dikili arâzi % 35’tir. Ekime müsâit olmayan kısmı sâdece % 4’tür.
İlin bitki örtüsünü çoğunlukla orman ağaçları ile Akdeniz iklimine has makiler meydana getirir. Ormanlarda karaçam, kızılçam, sedir, ardıç, meşe, kayın, çınar ve dişbudak gibi ağaçlar bulunur. Ormanların başladığı sınırların altında kalan dağ eteklerindeki geniş alanlar çalılık ve fundalıklarla kaplıdır.

73
EGE BÖLGESİ / Denizli Tarihi
« : Aralık 10, 2007, 12:52:02 ÖS »
Denizli Tarihi




Anadolu’nun diğer bölgeleri gibi Denizli de asırlar boyunca çeşitli istilâlara uğramıştır. M.Ö. 2500 senesinde Luviler’in istilâsına uğrayan Denizli, bilâhare Hitit İmparatorluğunun toprağı olmuştur.

Hititlerin yıkılışından sonra Frikya, sonra da Lidyalılarca ele geçirilmiştir. M.Ö. 6. asırda Persler işgâl etmiş, M.Ö. 4. asırda Makedonya Kralı İskender, Anadolu ve İran’ı istilâ edince, Makedonya İmparatorluğuna dâhil olmuştur.

İskender’in ölümü ile imparatorluk parçalanmış, bu bölge Asya İmparatorluğu kısmında kalmıştır. Bilâhare Bergama Krallığı bu bölgeyi ele geçirmiş, bu krallık M.Ö. 130’da Roma’nın nüfûzuna geçince, bölge Roma İmparatorluğu içinde kalmıştır. Roma İmparatorluğu M.S. 395’te ikiye bölününce, bu bölge Doğu Roma (Bizans)nın payına düşmüştür. Yedi ve onuncu asırlarda İslâm orduları bu bölgeye pekçok akınlar düzenlemişlerdir.



1071 Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu fâtihi ve Türk Devletinin kurucusu Selçuklu Kutalmışoğlu Süleymân Şahın başkumandanlığındaki Türk Oğuz orduları bu bölgeyi fethetmişlerdir. 1110 senesinde Birinci Haçlı Seferinde Kommenoslar Denizli’yi geri aldılar. 1158 ve 1189’da Türkler yeniden bölgeye hâkim oldular. Türklerle Bizanslılar arasında el değiştiren Denizli, 1206’da yeniden fethedilerek Konya’ya bağlandı. 1255’te Bizanslılar Denizli’yi geri aldılarsa da, birkaç sene kalabildiler.

Denizli Beyleri, Lâdik Beyleri ve İnançoğulları Beyliği, Germiyanoğlu Beyliğine bağlandı. 1300-1381 arasında İnançoğullarından dört Türkmen Beyi Denizli’de saltanat sürdü. İnançoğullarından önce Sâhib-Ataoğulları, Denizli’yi Germiyanoğullarından almış, fakat kısa bir müddet sonra terk etmişlerdir.
1390’da Sultan Yıldırım Bâyezîd, Germiyan beyliği ile birlikte Denizli’yi Osmanlı topraklarına katmıştır. 1402 Ankara savaşından sonra Germiyanoğulları tekrar Denizli’ye hâkim olmuşlarsa da, 1423’te Germiyan Beyliği ve Denizli tekrar Osmanlı toprağı olmuştur.

1423’ten bu yana hiçbir istilâya mâruz kalmamıştır. Osmanlı devrinde merkezi Kütahya’da bulunan Anadolu Beylerbeyliğinin (eyâletinin) 14 sancağı (vilâyeti)ndan biri olan Aydın’a bağlı kazâ merkeziyken, kısa bir müddet sonra sancak olmuştur.

Tanzimâttan sonra da İzmir vilâyetinin 6 sancağından biri olmuştur. Birinci Dünyâ Harbinden sonra Menderes Nehrinin sağ yanı Yunanlılara, sol tarafı İtalyanlara verildi. İtalyanlar bu bölgeyi işgâl etmediler. Yunanlılar 5 Temmuz 1920’de Buldan kasabasına kadar geldiler. 4 Eylül 1922’de kaçarken çok sayıda Buldanlı’yı şehid ettiler.

Denizli, Cumhûriyet devrinde il olmuştur.

74
EGE BÖLGESİ / Kütahya'da Nüfus ve Sosyal Hayat
« : Aralık 10, 2007, 12:51:11 ÖS »
1990 sayımına göre; toplam nüfûsu 578.020 olup, 241.999’u il merkezi ve ilçelerde; 336.021’i köylerde yaşamaktadır. Yüzölçümü 11.875 km2, nüfus yoğunluğu 50’dir.

Örf ve adetleri: Kütahya çok eski bir yerleşim merkezidir. Tarih boyunca Hitit, Frigya, Lidya, Pers, Makedonya, Bergama, Bitinya, Roma, Doğu Roma(Bizans), Anadolu Selçuklu, Germiyanoğulları ve Osmanlı Devleti bu bölgeye hâkim olmuşlardır.

1079’da Selçuklu Türklerinin Kütahya ve çevresini fethinden sonra, Türk-İslâm kültürü yayılmaya başlamış ve eski kültürler unutulmuştur. Kütahya millî ve mânevî değerlerin, târihî an’anesine sıkı sıkıya bağlı, buram buram târih kokan bir ilimizdir.

Kiraz şenliği, ılıca sefaları, kış eğlenceleri, dinî bayramlardaki hususî havasıyla, mesire yerlerine yapılan hususî gezileriyle, kendisine has düğün âdetleri, zengin folklorü ile Anadolu’daki Türk boylarının özelliklerini taşır.

Mahallî kıyafetleri: Düğün, bayram ve hususî günlerde mahallî kıyafetlere rastlanır. Kadınlar, “Tefebaşı” denilen ince çuhadan yapılmış al veya mavi renkli, motifleri altın suyuna batırılmış gümüş sırma ile gergefte işlenmiştir. “Çintiyan” denilen şalvar ile “fermene” ismi verilen cepken veya yâlık ile uzun bir entariden ibarettir.

Erkek giyimi Ege’nin “Zeybek” kıyafetine benzer. Başta keçe, külah veya fes; içte “kazeke” yakasız gömlek, parçalı sallama cepken; altta şalvar ve “serpuşu” denilen kuşak; ayakta yün çorap, kalçın, mest, papuç veya potin bulunur.

Müzik ve halk oyunları: Ege, Marmara ve Orta Anadolu müzik ve halk oyunları karışmıştır. Ege bölgesinin tesiri daha ağır basar. Zeybek türü oyunlar oynanır.

Mahallî yemekleri: Kütahya’nın mahallî yemekleri zengindir. Meşhur yemekleri şunlardır: Şibit (ıspanaklı börek), mantı, kızılcık tarhanası, cimcik (Mantıya benzer hamur işidir) Üzerine sarımsaklı yoğurt dökülür ve kızgın tereyağ gezdirilir.), labada dolması(ılıbıda dolması veya yalancı dolma da denir. Bulgur pilavını haşlanmış labada yapraklarına sararak pişirirler ve üstüne taze soğan, nâne, hıyar ve süzme yoğurt dökerler.), gözleme, höşmerim, kaygana, kapama, yufka tatlısı, pelüze, dolamber böreği, göveç, küp kebabı, çevirme kebabı ve kuyu kebabı.

Halk ve divan edebiyatı: Kütahya’da çok sayıda halk ve divan şairi yetişmiştir. Halk şairlerinden bazıları şunlardır: Âşık Deli Şükrü, Âşık Sırrı, Arifî, Âşık Ömer, Pesendî ve Kâmilî’dir.

Başlıca divan şairleri ise; Ahmedî, Şeyhoğlu Mustafa, Şeyhî, Ahmed-i Dâî ve Gaybî Sunullah’tır. Evliya Çelebi’nin Ceddi ve lügat yazarı Ahterî Mustafa, Cemalî, Rahimî, Firakî veÜnsî Kütahya’nın yetiştirdiği meşhurlardır.

El sanatları: Kütahya denilince akla çinicilik gelir. Çinicilik on beşinci asırda başlamış, on altıncı asırda çok gelişmiştir. Son asırlarda gerileyen çinicilik son senelerde hızla gelişmektedir. Çok sayıda insan çinicilikle uğraşmaktadır. Kütahya çinileri yurt içi ve dışında meşhurdur. Çinicilikten sonra halıcılık meşhurdur. Binlerce evde halı dokunur. Kütahya halıları aranan halılardır. Kütahya’da oymacılık da isim yapan bir el sanatıdır.

M.Ö. 1500 sene önce Frigler tarafından başlatılan çinicilik, Kütahya’nın sembolü olmuştur. Dünyanın birçok ünlü binasını Kütahya çinileri süslemektedir. Kütahya ve çevresinde bulunan katı maddeler buradaki çini atölyelerine getirilir, değirmende su ile öğütülüp elenir. Ayrı bir havuzda hepsi karıştırılır. Suyu süzüldükten sonra 25 gün dinlendirilir. Dinlenmeden sonra hamuru öğütülerek çakmak taşı konur. Hamurun içine bir miktar tebeşir de eklenir. Hamurun içinde, kilosunda % 40 su bulunan bu karışık, çarka götürülmeye hazırdır. Çarkın başında çalışan ustalar çok küçük yaşlarda bu işi öğrenmeye başlarlar. Mârifetli elleri ile işledikleri hamura istedikleri şekli veren bu kişiler en az 30-40 sene bu işi yaparlar. Hazırlanan eşyalar, vazolar bakır kazanların içine doldurularak sırlanır. Bu işler sırasında desenlerin üzeri kapanır ve tekrar fırına gönderilerek 950°C’de pişirilir, boyanır. Çiniler kalıplardan çıkarıldıktan sonra düzenli bir şekilde itinayla ustalar tarafından fırınlara yerleştirilir. Daha sonra yakılan fırında ısı 800°C’ye kadar yükseltilir. İçine bin parça çini eşya alabilen bu fırınlardan eşyalar ancak 5 gün geçtikten sonra çıkarılır.

Eğitim: Kütahya târih boyunca “kültür şehri” olarak isimlendirilmiş, çağların kültür hazinelerini sinesinde taşımıştır. Tarihi gibi kültürü köklü, sağlam ve zengindir. Okuma-yazma oranı yüzde 87’ye yükselmiştir. İlde 52 anaokulu, 705 ilkokul, 80 ortaokul, 11 meslekî ve teknik ortaokul, 17 lise ve 19 meslekî ve teknik lise vardır. Bütün ilçelerinde lise bulunur.
Eskişehir’deki AnadoluÜniversitesine bağlı iki yüksek okul vardır. Bunlar Kütahya İdarî Bilimler Yüksek Okulu ile Kütahya Meslek Yüksek Okuludur. Merkez ilçe Vahit Paşa Kütüphanesi ile Tavşanlı Halk Kütüphanesi çok kıymetli ve zengin eserlerle doludur. Kütahya Mevlevîhânesi ve Molla Bey kütüphânelerindeki kitaplar, Vahit Paşa Kütüphânesine getirilmiştir.

75
EGE BÖLGESİ / Kütahya'nın Pınarları Türküsü Hikayesi
« : Aralık 10, 2007, 12:50:46 ÖS »
Kütahya'nın Pınarları TürküsüBundan 100-120 yıl önce Kütahya'da bir ailenin genç yakışıklı, sözü dinlenir, temiz kalpli bir oğulları varmış. Orta halli bir ailenin de güzel, boylu poslu uzun saçlı bir kızları varmış. Kız biraz hoppa olduğu, ele, avuca sığmadığı için arkadaşları ona "deli düve" ismini vermişlerdi (düve: buzağı doğurma zamanı gelmiş yeni ineklere bazı yerlerde düve denirmiş). İşte genç yakışıklı delikanlı deli düveye aşık olmuş. O zamanlar deli düve adı dillere destandır. Genç, deli düveyi ailesinden ister, fakat kızı vermezler. Kızla genç gizli gizli buluşurlar. Bunu duyan kızın ailesi razı olur ve kızla genci evlendirirler. Fakat gençlerin saadetleri uzun sürmez, bu kızın güzelliğini duyan gören zamanın delikanlıları kendilerini reddeden kızın kocasını hem kıskanır hem de ona kin bağlarlar.

Aradan hayli zaman geçer bu genç ve güzel gelin bazı delikanlılar tarafından tehdit edilmeye başlanmıştır. Delikanlılar "kocandan ayrılacaksın yoksa seni dağa kaldırırız, kocanın da gözlerini kör ederiz" diye kıza haber salmışlar. Genç kadın önceleri aldırmaz ve kocasından saklar, onu sevdiği için bir türlü kötülük etmelerine razı olamaz ve delikanlılara şöyle haber yollar " Ne olur, kocamı rahat bırakın. Ona dokunmayın ne isterseniz yapayım" der. Bunu haber alan gençler kadını kaçırmaya karar verirler. Aracı kadına "biz istediğimizi çeşme başında söyleyeceğiz. Oraya kadar gelsin" derler. Bunu duyan gelin meraktan çatlayacak bir duruma geldiğinden çeşme başına gider. Çeşme başına giden delikanlılar tuzak kurarak kadını kaçırırlar. Kadın bu sırada çığlık atar o sırada kadının kocası olan Asalıoğlu sesi duyarak koşarak gelir. Kadının kocası ile diğer gençler arasında kanlı bir kavga olur ve Asalıoğlu ölür. Gençler kızı dağa kaldırmıştı öte yandan oğullarını kanlar içinde yattığını gören gencin ana ve babası saçlarını başını yolarlar.arkadaşlar bu türküyü dinlemenizi tavsiye ederim

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 20