İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - aksaa

Sayfa: 1 ... 112 113 [114] 115 116 ... 164
1696
DİNİ HİKAYELER VE YAZILAR / **Ağlayan Seccade**
« : Temmuz 15, 2008, 02:55:54 ÖS »



Uyku;bir çeşit ölüm halidir faniye,ta ki uyanana kadar.Uyanıklık yaşamakla alakalı,yeni bir gün yeni bir doğuş ve belki yeni bir umut eksiği olana,bilene.

Yine böyle bir uyku hali anlatacağımız.Gün ışımamış sabah yakındır…

Yorgunluğun verdiği ağırlıkla hemen uykuya dalmıştı.Bir iniltiyle uyandı adam.Etraf halen karanlıktı. İniltiyi rüya gördüğüne yordu. Dudakları susuzluktan çatlıyordu, öyle susamıştı. Işıkları yakmadan mutfağa gidip suyunu içti ve yatağına döndü. Tam uyumak üzereyken, aynı inleme sesi tekrar kulaklarını tırmalamaya başladı. Ama rüyamıydı uyanık mıydı farkında değildi. Sesin geldiği yöne doğruldu. O an rüyada olduğuna iyice emin oldu. Çünkü duyduğu sesin sahibi evin tek seccadesiydi.
Adam şaşırdı ve korkulu bir sesle
-İnleyen sen miydin?
-Evet dedi seccade
-Niçin ağlıyorsun?
Seccade yine içe işleyen bir sesle:
- Seni uykundan uyandıran susuzluğunu, doyuncaya kadar, su içerek giderdin. Oysa benim susuzluğumu giderecek kimsem yok!
- Nasıl susarsın, sen canlı bile değilsin dedi adam.
Seccade:
- Benim ihtiyacımda bir nevi sudur ama içtiğin değil. Benim susuzluğumu ancak tövbekar kulların gözyaşları giderir.
- Anlamadım dedi adam meraklı gözlerle seccadeye
- Ağlarım çünkü Allah’ın kulları; kabrinin aydınlığa ulaşmasını, karanlıklarda kalmamayı, o kutlu günde aydın olmayı isterler. İsterler de bu vakitte kalkıp iki rekat teheccüt namazı kılmazlar. Hep bakarım sana, bir günde kalkıp şükür için iki rekat namaz kılmazsın.
-Beni rahat bırak deyip döndü adam.

Seccade devam etti.
- Ey Allah’ın kulu; bak işte sabah namazının vakti geldi. Ezanlar; namaz uykudan hayırlıdır diye sesleniyor. Ah sabah namazı , ah bu sabah namazı ! Namazlar arasında müstesnadır. Hem kalbe hem de ruha hayat veren bir iksirdir o . Yetmiyor mu ? gece gündüz dünya için koşuşturduğun , Aziz ve Kahhar olan Allah’ın çağrısına neden icabet etmezsin!!!
Adam iyice sıkılarak:
-Ey seccadem, beni rahat bırak . Gündüz yeterince yoruluyorum, biraz daha uyuyayım deyip yatağın sıcaklığına bıraktı kendini.
- Seccade yılmadan adamı uyarmaya ve uyutmamaya uğraşıyordu.
- Demek ki sen dünyaya ahretten daha çok önem veriyorsun.
Adam iyice öfkelendi:
-Yeter artık lütfen konuşma diye bağırdı.

Seccade bu çıkışın karşısında önce sustu. Daha sonra sesini iyice alçaltarak ;
-Ah o fecir vaktindeki adamlar, ah o fecir vaktindeki adamlar dedi. Sen O nurlu peygamberin bu vakit için neler söylediğini bilmez misin. “Her kim ki güneş doğmadan ve batmadan evvel namazlarını eda ederse ateşe girmeyecek”, “ Ve yine O güzel insan “Kim şu iki namazı (sabah - ikindi veya sabah - yatsı) kılarsa cennete gider.” Ve nihayet “Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazıdır. Onlar ki o iki namazdaki ecri bilselerdi sürüne sürüne giderlerdi…”
Bunun üzerine adam yatağından doğrulup;
-Haklısın sabah namazı gerçekten önemli dedi..
Seccade:
-Öyleyse kalk ve namaz kıl dedi.-Yarın inşallah , mutlaka kalkacağım ama bugün çok yorgunum dedi adam.

Seccade son bir ümitle ;
-Kişi Salih amellerin ne kadar büyük ecri olduğunu idrak edemezse tüm zamanlarda bu ameller zor gelir. Sorun uyumaksa, kabir de uykudan çok ne var! Gel sözümü dinle Ey Allah’ın Kulu!
Bu andan sonra adamda tek kelime duyulmadı. Seccade de bir süre sessiz kaldı. Adam uykuya devam etti.

Ama heyhat! Adam ömründeki en uzun uykuyu dalmıştı bile. Seccadenin son sözlerini duyamadı. O an seccade adamın öldüğünü anlayınca kısık bir sesle şunları söylüyordu.
-Ey tövbesini yarına erteleyen, bilir misin yarına çıkabileceğini !!!
Ölüm pusuda hep, biz dünya için günah işlerken. Süresi de kısıtlı. Gün gelip atar, farkında olmadan.

VE KİM BİLİR BUGÜN DE SENİN SON GÜNÜNDÜR!!!!

1697

İslâm dini, insanların muaşeretine (birbiriyle görüşüp konuşmalarına, toplum halinde medeniyet üzere yaşamalarına) büyük bir önem vermiştir.

Müslümanların birbirleriyle geçinmelerinde samimiyet, tevazu, sadelik, zorlanmama, karşılıklı yardım, nezaket, saygı, sevgi ve hayırseverlik bir esastır.

İslâmda halk ile geçinmenin çeşitli yönleri ve dereceleri vardır. Bunların bir kısmı şunlardır:

1) Herkese karşı tadlı dilli, güler yüzlü, açık kalbli olmak. Bir müslüman daima güleryüzlü bulunur. Hiç bir kimseyi asık bir yüzle karşılamaz. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Şüphe yok ki, Allah yumuşak huylu, açık yüzlü kimseyi sever."

2) Herkesle güzel şekilde görüşmek, insanlara eziyet vermekten kaçınmak.

Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur.

"Müslüman odur ki, dilinden ve elinden müslümanlar selâmette bulunur."

3) İnsanların eziyetlerine katlanmak, kötülüğe karşı iyilik yapmak.

Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sıddîkların (özü-sözü dosdoğru olanların) derecelerine geçmek istersen, senden ilgiyi kesene bağlan, senden esirgeyene sen ver, sana zulmedeni de bağışla."

4) Dargınlığa hemen son vermek. Müslümanlar arasında bir dargınlık olursa hemen barışırlar, birbirlerinden üç günden ziyade ayrı kalmazlar. Müslümanların gönüllerinde düşmanlık ve kin duyguları yaşamaz. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Üç günden ziyade kardeşine dargın kalmak bir müslümana helal olmaz."

5) Dargınların arasını düzeltmeye çalışmak. Bir müslüman, iki din kardeşi arasında her nasılsa bir dargınlık olduğunu görünce aralarını bulmaya ve o küskünlüğü gidermeye çalışır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sadakanın en faziletlesi, dargınların aralarını bulup düzeltmektir."

6) İnsanların kusurlarını araştırmamak ve yaymamak, aksine örtmeye çalışmak. Müslümanlar kimsenin kusurlarını araştırmazlar. Kimsenin ayıbını ve kusurunu araştırıp ortaya çıkarmaya ve göstermeye çalışmazlar. Buna aykırı hareket dinde yasaktır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Bir kul bir kulun kusurunu örterse, Allah Tealâ Hazretleri de onu kıyamette örter (günahlarını açığa vurmaz)."

7) Dostları arkalarından savunma. Bir müslüman gerektiğinde dostlarını, din kardeşlerini arkalarından savunur. Onlar hakkındaki yanlış fikirleri düzeltmeye çalışır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

¬ "Bir kul kardeşine yardımda bulundukça, kendisine de Allah daima yardım eder."

8) İnsanların kalblerini kötü zandan korumak için sakıncalı yerlerden uzak durmak. Buna aykırı davranmak birçok kimselerin günaha girmesine sebeb olur, insanlar arasında dedi-koduya ve nefrete yol açar. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

"Töhmet yerlerinden kaçınız..."

9) Değişik halk sınıfları ile makamlarına göre sohbet edip ilişki kurmak. Herkese kabiliyet ve durumuna göre hitab etmeli. Bir alimden, bir zahidden, bir zenginden beklenen vasıfları, bir cahilden, bir fasıkdan, bir fakirden beklememelidir.

10) Yaşlılara hürmet, çocuklara, düşkünlere merhamet ve şefkat göstermek. İslâmda büyüklere karşı saygı, küçüklere karşı sevgi bir esastır. Bu esas, âileler arasında bir kat daha önemlidir. Anaya-babaya pek ziyade hürmet etmek bunun bir örneğidir. Bunları adları ile çağırmak terbiyeye aykırıdır. Bir kadının kocasını adı ile çağırması da edebe aykırı olduğundan mekruhtur. Bir hadis-i şerifin anlamı şöyledir: "Bir genç bir yaşlıya sadece yaşından dolayı hürmet etti mi, Allah da ona bir mükâfat olmak üzere, ihtiyarlığı zamanında hürmet edecek bir kimseyi muhakkak yaratır."

Bu mübarek hadis, yaşlılara saygı gösteren gençlerin sevab kazanacaklarını ve çok yaşayacaklarını müjdelemektedir. Artık ihtiyarları bir yük kabul eden gençler, bunu biraz düşünmelidirler.

11) Hayırsever olmak, yardım etmek ve arka çıkmak. Şöyle ki: Müslümanlar herkes için hayır ister, herkese yardımda bulunmaktan haz duyar. Müslümanların din ölçüleri içinde birbirlerine yardım etmesi ve şefaatta bulunması, aralarındaki kardeşliğin bir gereğidir. Kendisi için hayırlı görüp istediği bir şeyi, başkaları için de istemeyen kimse, İslâm muaşeretinin temiz esaslarını gözetmemiş olur. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sizden biriniz kendi nefsi için sevip istediği bir şeyi kardeşi (veya komşusu) için de sevip istemedikçe, gerçek mümin olamaz."

12) Selâm vermek. Şöyle ki: Müslümanlar arasında selâm vermek bir sünnettir, bir dostluk ve hayırseverlik alâmetidir. Selâm almak da bir farzdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Size bir şey göstereyim mi ki, onu yaptığınız zaman birbirinizi sevmiş olursunuz: Aranızda selâmı yayınız."

Selâm vermenin bazı edebleri vardır. Bunlardan bir kısmı: Bir topluluğun yanına girilirken konuşulmadan önce "Esselâmu aleyküm" diye selâm verilir.

İçinde insan olmayan bir yere girildiği zaman "Esselâmu aleyna ve alâ ibadillahissalihîn" denilir.

Gençler yaşlılara, süvariler yayalara, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden gidenlere selâm verirler. Bir topluma verilen selâma: "Ve aleykümüsselâm" diye içlerinden birisi karşılık verirse, diğerlerinden selâm alma görevi düşmüş olur. Fakat o topluluk içinden hiç biri karşılık vermezse, hepsi de günahkâr olur. Bir toplantıdan ayrılırken de selâm vermek iyidir. Kendisine selâm verilen kimse, daha güzel bir karşılıkta bulunarak şöyle der: "Ve aleykümüsselâmu ve rahmetullahi ve berekatüh." Bunu söylemek yerine göre pek güzeldir. Bir kimsenin selâmını getirip tebliği edene "Aleyke ve Aleyhisselâm" diye karşılık verilir. Bir mektubla selâm yazılmış olursa, ya dil ile veya yazı ile: "Ve aleykesselâm" denilir.

Selâma karşılık veremeyecek durumda olanlara selâm vermek mekruhtur. Onun için yemek yiyene, Kur'an okuyana, hutbe dinleyene, namaz kılana selâm vermemelidir. Verilirse, cevablanması mutlaka gerekmez. İşlediği günahı açıkca söylemekten çekinmeyen kimselere (fasıklara) selâm vermek mekruhtur.

Sonuç Selâm verip almak, bir dostluk belirtisidir, sevgi alâmetidir. Fakat selâm verirken aşağı doğru bükülmek mekruhtur. Öyle ki, bazı alimlere göre, selâm verirken rüku haline yakın eğilmek, secde etmek gibidir. Yaratıklara saygı için yapılacak bir secde ise imana aykırıdır.

13) Musafaha (el sıkışmak). Şöyle ki: İki müslüman bir araya gelince birbirinin elini tutarlar. Salât-selâm getirerek birbirinin hatırını sorarlar. Bu da sevgi ve dostluk nişanıdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Birbirine rasgelen iki müslüman musafahada bulundu mu, onlar daha birbirinden ayrılmadan bağışlanırlar."

14) Teşmitte bulunmak (aksırana hayır ve bereket istemek). Şöyle ki: Bir müslüman aksırınca: "Elhamdülillâh" der. Yanındaki müslüman kardeşi de: "Yerhamükallah Allah sana rahmet etsin" diye dua eder. Aksıran adamda: "Yehdina ve yehdikümullah Allah, bizleri de sizleri de hidayet üzere bulundursun," diyerek karşılık verir.

15) Toplantılarda temiz bulunmak ve edebe uygun davranmak. Şöyle ki: Müslümanlar, toplantılarda yıkanmış olarak temiz bir halde bulunurlar. İçleri ve dışları temiz olur. Toplantılarda ilim sahipleri ve yaşlılar baş tarafa geçirilir. Gerek olmadıkça söze karışmazlar, söylenilen yararlı şeyleri dinlerler. Toplantıya sonradan gelenlere yer verir ve birbirlerine karşı güleryüzlü bulunurlar.

Müslümanlar toplantılarda kendiliklerinden baş tarafa geçip oturmazlar. Kendilerine saygı için kalkarak yer vermek isteyenlerin hemen yerlerine oturmazlar. İki kişinin arasına rızaları olmadıkça girip oturmazlar. Bir toplantıda üç müslümandan ikisi başbaşa verip gizlice konuşmazlar. Böylece üçüncü kimsenin üzülmesine ve yanlış fikre kapılmasına meydan vermezler.

Müslümanlar bulundukları bir toplantıdan, arkadaşlarından izin alarak ayrılırlar. Geçici olarak toplantıdan ayrılanların yerine de hemen oturmazlar.

16) Dostları ziyaret: Müslümanlar uygun zamanlarda gidip din kardeşlerini, büyüklerini ve yakınlarını ziyaret ederler. Bu ziyaret de, bir sevgi ve bağlılık nişanıdır. Ancak bu ziyaret, usandırıcı ve pek sık olmamalıdır. Ziyarete gelen misafirlere mümkün olduğu kadar ikram edilmesi gerekir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Sizi ziyarete gelenlere ikram ediniz"

17) Ziyafetlere (davetlere) icabet etmek. Bir müslüman, din kardeşinin davetine uyar, ziyafetinde bulunur. Böylece aralarındaki sevgi ve yakınlık artmış olur. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur.

"Sizden birinizi, kardeşi düğün yemeğine veya başka bir şeye çağırırsa, ona icabet etsin (uysun)."

Yeter ki, ziyafet yerinde haram bir şey bulunmasın. Çünkü bir müslüman, haramların işleneceğini bildiği bir yere gidemez. Ancak o haramları engelleyebilecekse veya kendisine saygı için işlenmeyecekse, gidebilir.

Ziyafetlerde, misafirlere ağırlık verecek kimseleri bulundurmamalıdır. Misafirler gitmek isteyince, ev sahibi ısrar etmeksizin biraz daha oturmalarını istemelidir. Toplantılar sade ve külfetsiz olmalıdır.

18) Saygı için ayağa kalkmak. Müslümanlar, yanlarına gelen din kardeşlerine karşı ayağa kalkabilirler. Bu bir hürmet belirtisidir. Mescidde bulunan veya Kur'an okuyan bir kimsenin, hürmet edilmeğe hak kazanmış bir kimse için ayağa kalkması mekruh değildir. Bir toplantıya gelenler için ayağa kalkılması âdet olan yerlerde, ayağa kalkılması müstahabdır. Böyle yapılmazsa, kin ve nefrete yol açılmış olabilir.

19) Değerli zatların ellerini öpmek. Müslümanlar, alimlerin, takva sahibi kimselerin ve adaletli hakimlerin ellerini sevgi ve saygı göstermek niyetiyle öperler, onlarla musafahada bulunurlar; bunda bir sakınca yoktur. Bunlardan başka büyüklerin ellerini dindarlıklarına saygı ve ikram için öpmek de caizdir. Fakat dünyaya ait bir maksad için öpmek mekruhtur.

Bir de, bir müslümanın, başkası ile karşılaştığı zaman kendi elini öpmesi tahrimen mekruhtur. Alimlerin ve diğer büyüklerin huzurunda yerleri öpmek de haramdır. Bunu yapanlar ve yapılmasına razı olanlar günaha girmiş olurlar. Bu, bir nevi putlara yapılan ibadeti andırır. Bir müslüman için asla caiz değildir.

20) Komşuluk haklarını gözetmek. Şöyle ki: İslâmda komşuluğun büyük önemi vardır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Ev satın almadan önce komşu, yola çıkmadan önce de yoldaş arayınız."

Komşulara ikram bir sünnettir. Bir müslüman komşusunun hakkını fazla gözetir, ona güleryüz gösterir, gerektiğinde ödünç verir, bir kaderi olunca onu teselli etmeye çalışır, taziyede (baş sağlığı dileğinde) bulunur. Komşusuna eziyet verecek şeyleri yapmaktan sakınır. Evin akıntı suları ile ve çöplerle komşularını rahatsız etmez. Yüksek sesle devam eden çalgı ve radyo sesleri ile komşularını rahatsız edenler, hasta ve okur-yazarları düşünmeyenler komşuluk haklarını gözetmemiş olur ve topluma karşı görevlerini çiğnemiş sayılırlar.

Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Kötülüklerinden komşusu emin olmayan kimse, gereği üzre Allah'a iman etmiş olmaz.

Sonuç

İnsan, komşularının sevgi ve övgülerini kazanmalıdır. Hazret-i Ömer (radıyallahu anh) buyurmuştur: "Komşusu, yakını ve yol arkadaşı tarafından övülen kimsenin güzel hal ve ahlâk sahibi olduğundan şübhe etmeyiniz."

21) Hastaları ziyaret etmek. Müslümanlar hasta olan dostlarını ve komşularını uygun zamanlarda yanlarına giderek ziyaret ederler. Sağlıklarına duada bulunurlar. Bu da sevgiyi kuvvetlendirmeye ve kalbleri hoşlandırmaya yardım eden bir görevdir. Bunun da bir takım edebleri vardır. Şöyle ki: Bu ziyaretler pek sık yapılmamalıdır, hastanın yanında çok oturmamalı, hastanın canını sıkacak sözler söylememelidir.

Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Beş şey vardır ki, bunlar kardeşine karşı müslümana vacib olur: Verilen selâmı almak, aksırana teşmit (hayır dua) etmek, davete gitmek (icabet etmek),hastayı ziyaret etmek, cenazelerin arkasından gitmek"

22) Cenazeleri teşyi etmek (uğurlamak). Bu da önemli ve sevabı çok olan bir kardeşlik görevidir. Müslümanlar, ölen din kardeşlerinin cenazelerini mezarlarına kadar üzgün ve düşünceli olarak götürürler, rahmet toprağına bırakırlar, haklarında rahmet isteyerek duada bulunurlar. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Bir cenaze üzerine namaz kılana bir kırat, gömülmesinde bulunana da iki kırat (sevab) vardır. Bir kırat ise, Uhud dağı kadardır."

23) Müslümanların mezarlıklarını ziyaret etmek. Müslümanlar kendi aralarında, âhirete göçmüş olanların, özellikle yüksek alimlerin ve salih kimselerin, mezarlarını zaman zaman ziyaret ederler, onları rahmetle anarlar. Bu da bir vefakârlıktır, değer bilmedir. Bir hadis-i şerifde beyan olunduğu üzere, mezarları ziyaret etmek ölümü hatırlatır, uyanmaya sebeb olur. Onun için kabirleri saygı ve ibretle ziyaret etmeli, insanlığın acıklı sonucunu düşünerek gaflet içinde yaşamaktan kaçınmalıdır.

1698
Forum Oyunları / Ynt: Sen Bu Forumun En ..... Üyesisin
« : Temmuz 15, 2008, 02:51:27 ÖS »
İmanın kimde oldugu belli degildir yani ben pek dindar biride olmaya bilirim o yüzden muhafazakar demen daha iyi olur


1699
makyaj yapan çirkinler ne güzeli

1700
DİNİ HİKAYELER VE YAZILAR / Bakmak ve Görmek Farklıdır...
« : Temmuz 15, 2008, 02:42:23 ÖS »
Karı-koca birlikte tatile çıkarlar.

Gittikleri yerde kamp kurarlar.

Tatillerinin ikinci gününün akşamı güzel bir yemek yiyip uykuya dalarlar.

Birkac saat sonra kadın uyanır ve kocasını da uyandırır.

Adam uyku sersemidir güzel bir rüyadan uyandırıldığı icin de biraz kızgındır

"Ne oldu?

Ne istiyorsun?" diye sorar.

"Yukarıya bak ve bana ne gördügünü söyle. "

Adam gökyüzüne bakar ve cevap verir:

"Bunun için mi uyandırdın beni?.

Baktım işte.

Bir sürü yıldız görüyorum, ışıl ışıl parlayan milyonlarca yıldız.

" Karısı tekrar sorar: "Peki, bu sana neyi gösteriyor?

" Artik iyice uykusu kaçan adam biraz düsünür ve cevap verir:

"Teolojik olarak Tanrının kudretini ve kendi acizliğimizi görüyorum.

Felsefi olarak, evrenin sonsuzluğunu ve onun karşısındaki önemsizliğimizi görüyorum.

Astronomik olarak galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin varlığını görüyorum.

Yıldızların konumuna bakarak saatin 3 olduğunu, Meteorolojik olarak da bugün havanın çok güzel olacağını görüyorum.

Niye sordun bunu bana?

Sana neyi gösteriyor?"

"Çadırımızı çalmışlar...''

alıntı

1701
Arjantin' li ünlü golf ustası Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayı
kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip
oradan
ayrılmak üzere hazırlanmıştı.
Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki
arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaştı.
Kadın, başarısını
kutladıktan
sonra ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı.
Zavallı
kadının hastane masraflarını ödemesi olanaksızdı.
Kadının anlattığı
öykü De
Vincenzo'yu çok etkilemişti, hemen cebinden bir çek defterine ve kalem
çıkarttı, turnuvadan kazandığı paranın bir miktarını yazdı.
Çeki
kadının
eline sıkıştırırken de ona:
- 'Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın...' dedi.

Ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, Profesyonel Golf Derneği'nin
bir
görevlisi yanına geldi.
- 'Otoparktaki görevli çocuklar bana geçen hafta turnuvayı kazandıktan
sonra
yanınıza bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunu söylediler' dedi.

De Vincenzo başını salladı.
'Evet' dedi
Görevli:
- 'Size bir haberim var o zaman.
O kadın bir sahtekardır.
Üstelik hasta
bir
çocuğu da yok! '
- 'Sizi fena halde kandırmış efendim! ' dedi alaycı bir tavırla.

De Vincenzo;
- 'Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu? ' dedi.
- 'Hayır, yok' dedi görevli.
- 'İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber! ' dedi De Vincenzo.


'AYNI PENCEREDEN DIŞARI BAKAN İKİ ADAMDAN BİRİ
SOKAKTAKİ ÇAMURU, DİĞERİ İSE GÖKTEKİ YILDIZLARI GÖRÜR.

Frederick Langbridge

1702
Hepimiz gün boyunca yakınımıza, uzağımıza, çevremize bakıp duruyoruz…
Her birimiz aynı yere aynı yerden baksak bile her birimiz farklı şeyler görüyoruz muhtemelen…
Çünkü bakmak yetmiyor her zaman, görmeyi de bilmek gerekiyor…
Tabii ki önce nereye nasıl bakacağımız önemli, ondan sonra neyi göreceğimiz…
Ünlü tiyatro yönetmeni ve tiyatro kuramcısı Stanislavski, bakmayı ve görmeyi genç tiyatroculara uygulamalı olarak öğretirmiş…
Sokağa ve parka bakarlarmış hep birlikte, sonra, neleri gördüklerini sorarmış tek tek…
Her öğrenci gördüklerini aktardıktan sonra da Stanislavski, onların neleri görmediklerini, göremediklerini tek tek aktarırmış…
Hızlı adımlarla geçenler, bastonla yürüyen yaşlılar, parkta bankta oturan kederli insanlar, ele ele gezinenler…
Tiyatro öğrencileri de o kadar dikkatle baktıkları halde bunları nasıl göremediklerine şaşarlarmış…
İstanbul…1947 yılında Sait Faik, Orhan Veli ve Oktay Akbal, birlikte bir boğaz gezisi yapıyorlarmış…
Vapur Çengelköy iskelesine yanaşmış.
Onlar da dışarıda sıralarda oturmuş, kıyıyı, evleri, insanları, kahveleri seyrediyorlarmış…
Tam karşılarında da şirin güzel bir kıyı kahvesi varmış…
Sait Faik, Oktay Akbal’a dönmüş “Şu kahveyi anlatmak istersen söze nereden başlarsın?” diye sormuş.
“İlk gözüne çarpan şey nedir?”
Oktay Akbal birden şaşırmış, sınav sorusu gibi bir şeymiş bu.
Gözüne kahvenin duvarındaki İran Şahıyla Süreyya’yı birlikte gösteren resim takılmış.
“Bu resimden başlardım sonra da kahvenin içindekileri anlatırdım” demiş.
Sait Faik kızmış “Hikaye duvarda değil orada oturan ihtiyar adamda!” demiş. Gerçekten de masalarda bir iki sessiz yaşlı oturmuş, hiç konuşmadan çay içiyorlarmış..
Sonra hikaye üzerine, hikaye yazmak üzerine, gözlem yapmak, bakmak ve görmek üzerine söyleşerek boğaz gezilerine devam etmişler…
Ünlü film yönetmeni Michelangelo Antonioni de bir röportajında “dünyaya başka gözlerle bakmak gerekiyor” demiş…
Öyle ya, herkes bakar ama herkes görür mü?
Önce görmeyi bilmek, öğrenmek gerekiyor…
Sonra da alışılagelmiş biçimde bakmamak, eskiden gördüğünü aynı biçimde görmemek için çaba harcamak gerekiyor…

1703


Dere tepe ,dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış.
Yürür yürür gidermiş,gider gider yürürmüş.
Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş;alacalı bulacalı garip bir köy.
Yaklaşmış köye doğru.
Yolları bir tuhaf,evleri bir tuhaf,insanları bir tuhafmış köyün…
Girince köyün içine anlamış meseleyi körler köyüymüş burası.
Kadınların,erkeklerin,çocukların,velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri…
Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya…
-Hiç değilse benim bir gözüm var,diyormuş.
Körler ülkesinde şaşılar kral olur,derler.
Bende bunların başına geçer yaşarım demiş.
Körlerin gözleri yokmuş ama elleri,kulakları,burunları çok hassasmış.
Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.
Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların.
Yürümeleri,konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.
Bir gün körlerden biri ötekinin malını aşırmış.
Sadece tek gözlü adam görmüş bunu.
Bağırarak ilan etmiş.
-Filanca malını çaldı falancanın.
Körler:
-Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki,demişler.
-Ben duymadım,gördüm.
Gözüm var benim.
Görüyorum.
Körler göz diye,bir şey bilmiyorlarmış.
Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
-Ne demek görmek,demişler nasıl görüyorsun yani,duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?
-Anlıyorum tabii…
-İnanmayız,imtihan edeceğiz seni…
Adamı almışlar,uzakça bir yere dikmişler.
Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
-Anlat bakalım,şimdi biz ne yapıyoruz,demişler.
Adam anlatmış:
-Oturuyorsunuz,konuşuyorsunuz,şu ayağa kalktı,bu elini oynattı,beriki bacağını sallıyor vs…
Derken körler bir evin içine girmişler,bağırmışlar:
-Anlatsana…
-İçeri girdiniz,göremiyorum ki…
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:
-Ne olmuş yani içeri girmişsek.
Elli santim fark etti,anlat anlat demişler.
-Arada duvar var,görmüyorum.
Körler …
Sen atıyorsun,demişler,Demincek tesadüf etti.
Bak,şimdi bilemiyorsun.
-Çıkın dışarı söyleyeyim.
-Bu kadar uzaktan duyunca ha içerisi ha dışarısı,ne çıkar yani…
-Ben duymuyorum,ben görüyorum diyormuş adam.
-Öyle şey olmaz,demişler.
Sende bir bozukluk var.
Saçmalıyorsun,acayip şeyler söylüyorsun.
Hekime muayene ettireceğiz seni…
Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler.
Hekimde kör tabii…
Elleriyle yoklamış ve parmaklarını adamın gözünde gezdirirken:
-Buldum,demiş.Bozukluk burada…
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
-Saçmalaması bundan dolayı,diyormuş.
Ben şimdi hallederim,düzeltirim onu…
Körler ülkesinde kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.
Körler görenleri anlayamazlar.
Saçmalıyor sanırlar ve onu düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.

H.G. WELLS


Aya giden,atomu parçalayan,genleri yeniden birleştiren insanlık,kendi insanlığını henüz öğrenemedi.
Tüm teknik gelişmelere rağmen insanlık yönünden henüz karanlık çağları yaşıyoruz.

Gerry Spence


Göz odur ki dağın ardını göre,akıl odur ki başa geleceği bile…

“Dünyaya güzel karakterlerini göstermeyi isteyenler,önce devletlerini bir düzene koymaya çabaladılar.
Devletlerini düzene koymak isteyenler,önce evlerine çeki düzen verme gereğini gördüler.
Evlerini düzene koymak isteyenler,önce kişiliklerini terbiyeden geçirmeleri gereğini anladılar.
Kimse bütünden tek başına sorumlu değildir ve kimse bütünün dışında bırakılmamıştır.
Kimse sorunların sorumluluğunu kimseye yükleyemez.
Bütünün bir parçası olarak sorun da,çözüm de insanın kendisinde başlar.


1704


Bülent, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı.
Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu. "Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor, belki benden daha zengindir" diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, birde sinirlenmişti.
Alaycı bir ses tonuyla:
- Ekmek parası mı istiyorsun ? diye sordu.
- Hayır çikolata parası lazım!
Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor diye düşündü.
- Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?
- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız.
Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.
- Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?
- Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.
- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?
- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.
- Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.
- O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.
Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı. Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü.
Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu.
Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. "Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu" diye düşündü.
- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?
Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.
- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım.
Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım.
Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.
- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi.
Adam çekingen çekingen oturdu yanına.
- Yokmu eşin dostun, borç alacak akraban?
- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.
- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?
- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.
- Hımmmm. Aşk hemde otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.
- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.
- Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı?
Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.
- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.
- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım.
Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz.
Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?
- Hiçbir şeyim yok mu? Hayır benim her şeyim var. Benim karım her şeyim.
Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada?
Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.
- Öyle deme, şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor.
Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?
- Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, hergün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.
- Sizin mutluluğunuzun sırrı bumu ?
- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.
- Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?
- Küçük kızı severek.
- Küçük kız mı ? Hangi küçük kız ?
- Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.
- Nasıl yani ?
- Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar.
Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?
- Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır "babacığım beni ne kadar seviyorsun?" diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda "Baba güzel olmuş muyum?" diye sorar durur. Güzelsin demem de yetmez ona. " Harikasın prenses gibi olmuşsun" demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim.
- İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona "bebeğim" diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. "Bebeğim bana bir çay yapar mısın?" dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.
- Hiç kavga etmezmisiniz siz?
- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.
- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.
- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi yada en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hemde çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.
- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum.
Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.
- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi.
Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir.
Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.
- Haklısında bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.
- Yine para, yine dış sebepler. Evet para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu.
Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım ve mutlu ettim onu.
Adam ayağa kalktı.
- Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.
- Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.
- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.
Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.
- Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi.
Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evginin yolunu tuttu. Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.
Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı., sonra eşinin önüne koydu.
- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri, dedi.
İnci hiç konuşmadı.
- Sorsana "niye" diye.
İnci kızgın kızgın:
- Niye? Diye sordu.
- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek, dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.
- Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.
- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. "bak senin sevdiğin meyveleri aldım"
Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.
- Özür dilerim seni kırdığım için.
Sonra Bülent yere diz çöktü.
- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme.
- Bülent yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.
İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.
- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin, dedi.
Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü.
Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü.

1705
DİNİ HİKAYELER VE YAZILAR / Hz. Zülkarneyn (a.s) ve Hükümdar
« : Temmuz 15, 2008, 02:35:08 ÖS »
Zülkarneyn (a.s), ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların elinde dünya serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden temin ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, hergün mezarını temizler ve ibadetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (a.s.), bunların hükümdarlarını çağırttı.

Hükümdar:
"Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir." dedi.

Zülkarneyn (a.s.), bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek:
"Ben seni davet ettim, niye gelmedin?" dedi.

Hükümdar:
"Sana bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim." cevabını verdi.

Bunun üzerine Zülkarneyn (a.s):
"Bu haliniz nedir? Sizdeki bu hali kimsede görmedim." deyince hükümdar:

"Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz." dedi.

Zülkarneyn (a.s):
"Bu mezar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz?" diye sordu.

Hükümdar:
"Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vazgeçeriz." dedi.

Zülkarneyn (a.s.):
"Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz, sütünden, etinden istifade etseniz olmaz mı?" dedi.

Hükümdar:
"Midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız." diye cevap verdi.

1706
DİNİ HİKAYELER VE YAZILAR / Peygamberin Kardeşleri
« : Temmuz 15, 2008, 02:34:22 ÖS »


Hz.Peygamber bir kabristana gelip şöyle buyurdu:

“Selam sizlere ey müminler topluluğunun diyârı! Ve biz de, muhakkak size ulaşacağız. Kardeşlerimizi görmeyi arzu ediyorum.”

Sahabeler sordular:


“Ey Allah’ın Resûlü, biz senin kardeşlerin değil miyiz?”

Peygamber Aleyhisselâm:


“Siz arkadaşlarımsınız. Kardeşlerimiz ise, henüz gelmemiş olanlardır.

Resûlûllah’ın bu cevâbı üzerine, ashabdan bazıları tekrar sordular:

“Ey Allah’ın Resûlü, ümmetinden henüz gelmemiş olan bir kimseyi nasıl bilir ve tanırsın?”


Peygamber Aleyhisselam onlara şöyle cevap verdi:


“Bilmiyor musun ki, siyah atlar arasında yüzleri ve ayakları beyaz olan bir atın sâhibi, kendi atını bilmez, tanımaz mı? Çünkü onlar abdest sebebiyle yüzleri, el ve ayakları bembeyaz, parlak olarak gelirler. Ve ben de onları cennet havzının kenarında beklerim. Dikkat! Bazı kimseler benim Havzıma yaklaştırılmayacaktır. Haydi geliniz! diye çağıracağım.”

Şöyle cevap gelecek:


‘Onlar senden sonra yollarını değiştirdiler.’

Ben de:


‘Yazık onlara!’ diyeceğim.

1707
DİNİ HİKAYELER VE YAZILAR / SİZİN KEFENİNİZE İHTİYACIMIZ YOK
« : Temmuz 15, 2008, 02:32:06 ÖS »
Şeyh Ebû Abdullah-ı Dineverî Hazretleri ömrünün son yıllarında seyahate çıkmıştı. Seyahat esnasında Vadiül-Kur'a denen yere vardı. Orada bir mescide yerleşti. Yorgunluk ve ihtiyarlık sebebiyle daha fazla yürümeğe mecali kalmamıştı. Orada ona hiçbir yiyecek vermedikleri gibi evlerine de misafir etmediler.
O mübarek bir gece yatsı namazından sonra yine aç susuz mescidde kalakaldı. Cenab-ı Allah ömrünü tamamlamıştı. O gece mescidde vefat etti. Sabahleyin gelen cemaat ona kefen hazırlayıp, cenaze namazını kılarak defnettiler. Fakat bir Allah dostunu gücendirmişlerdi. Onlardan tabii ki Allah da razı olmayacaktı. Ertesi gün, mescide geldiklerinde o garip yolcuyu sarıp defnettikleri kefeni mihrapta buldular. Üzerinde bir parça kağıda şöyle yazılmıştı:
-Benim dostlarımdan birisi size geldi. Siz onu misafirliğe kabul etmediğiniz gibi yemek bile vermediniz. Benim dostum sizin bu merhametsizliğiniz yüzünden açlıktan mescitte vefat etti. Bizim sizin kefeninize ihtiyacımız da yoktur.

1708
Hacı Bayram Veli, Sultan II. Murad'ın saygı duyduğu manevi önderlerdendi. Hükümdarın Hacı Bayram'a saygısı o derece büyüktü ki ona mürid olanlardan vergi almıyordu. Ama gelin görün ki bütün Ankara halkı Hacı Bayram'ın müridi olduğunu iddia ediyordu. Ankara'da kimden vergi istense "Ben Hacı Bayram'ın müridiyim" deyip işin içinden sıyrılıyordu. Bu durum hükümdara yansıtıldı. Hükümdar Hacı Bayram'a bir mektup gönderip, "Gerçek müritlerinizin sayısını bana bildiriniz, sizin bildirdiğiniz herkes vergiden mual tutulmak üzere kabulümdür"dedi.

Hacı Bayram devletine saygılı bir maneviyet büyüğü olarak kendisine bağlılığın kötüye kullanılmasından zaten şikayetçi idi. Mektubu fırsat bilerek müridlik iddiasındaki herkese haber saldı: "Falan gün falan yerde toplanınız" diye. O gün hemen bütün Ankara halkı şeyhlerinin davetine uyarak bildirilen yere akın ettiler. Hacı Bayraı ı bir tepeciğe kurdurduğu siyah kıl bir çadırdan çıkarak kalabalığa sordu: "Beni seviyor musunuz?' Kalabalık hep bir ağızdan karşılık verdi: "Elbette seviyoruz." "Bana yürekten bağlı mısınız? İstesem benim için canınızı verirmisiniz?" Kalabalık cevab verdi: "Canımız senin yoluna feda olsun..." Hacı Bayram bunun üzerine "Bugün bana inananları şu çadırın içinde bir bir kurban edip

canlarını cennete göndereceğim. Şimdi bir kişi çıksın" dedi. Kalabalıktan bir kişi çıktı. Hacı Bayram onu çadıra aldı. Çadırda önceden hazırlattığı koyunlardan birini kestirerek, kanını çadırdan dışarıya akıttırdı. Dışardakiler adamın gerçekten kurban edildiğini sanarak ürperdiler. Hacı Bayram dışarı çıktı, "Bir kişi daha gelsin"dedi. Bir adam daha çıktı. Onu da çadıra alıp aynı işlemi yaptı. Sonra dışarı çıktı ve bir kişi daha istedi. İşin şakayla gelir yanı yoktu. Giden gidiyordu. Bu defa bir şaşkınlık ve duraksama görüldü. Yine de bir hanım ileri çıktı. Hacı Bayram onu da çadıra aldı. Aynı olay tekrarlandı. Dördüncü defa Hacı Bayram kurbanlık isteyince tek kişi çıkmadı. Hacı Bayram artık hükümdara cevap verecek durumdaydı:

- Sultanım, vergiden affedilmek üzere gerçek müridlerimi sormuştunuz. Benim gerçek müritlerim iki er kişi ile bir hatun kişiden ibaret üç kişidir
__________________

1709
Forum Oyunları / Ynt: buyrun IQ testine
« : Temmuz 15, 2008, 02:09:24 ÖS »
karşıya hepsinigeçiren resmini çekip eklesin buraya ben geri zakalı kaldım yok geçiremiyorum  hepsini  salak salak salak salak

1710
Forum Oyunları / Ynt: Şu Anda Ne Dinliyorsun??
« : Temmuz 15, 2008, 02:06:21 ÖS »
afyonlu birine telefon şakası yapmışlar onu dinliyorum gülmekten gözlerimden yaş geldi  :kk :kk :kk :kk :kk

Sayfa: 1 ... 112 113 [114] 115 116 ... 164