İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - OĞUZHAN

Sayfa: 1 ... 103 104 [105] 106 107 ... 118
1561
Genel Kültür / Tıraştan Önce Yüz Yıkama
« : Nisan 25, 2009, 09:05:00 ÖS »


Erkekler saç tıraşı olurlarken berberler ense ve favori kısımlarındaki kılları kuru kuruya keserler. Buradaki usturayla kesim insana acı vermez. Zaten elektrikli tıraş makineleriyle de yüze bir şey sürmeden sakallar kesilebiliyor. O halde jiletle tıraş olmadan önce niçin yüze tıraş köpüğü sürülüyor?

Sakalları, tıraş bıçağı ile kuru kuruya da kesmek mümkündür ama kıllar ıslak olunca bıçağın verimi artar. Yüzümüzü su ile yıkadığımızda, sakal kıllarının nemi tutma miktarları ve süreleri çok azdır. Tıraş sabunu veya kremiyle yapılan köpüklemede, tıraş süresince kılların ıslak kalmaları sağlanabilir. Yani tıraş köpüğünün buradaki avantajı suyu daha çok ve uzun tutabilme özelliğidir.

Her ne kadar tıraş bıçaklarının her iki kenarında bıçağın cilt üzerinde kaymasını sağlayan çıkıntılar varsa da tıraş köpüğü ayrıca bu kaymayı iyice kolaylaştırır. Sakal kılları suyu tutmaya tıraş köpüğü sürüldükten yaklaşık iki dakika sonra başladıklarından, iyi bir tıraş için, köpük sürüldükten sonra iki dakika beklemekte fayda vardır.

Sakal, saçlardan ve ense tüylerinden daha serttir. Saçla sakalın birleştiği yerlerdeki ve ensedeki kılları keserken berberlerin buraları ıslatmalarına gerek yoktur. Elektrikli tıraş makinelerine gelince onlardaki kesme işlemi daha farklıdır.

Elektrikli tıraş makinesinde kaymayı, makinenin üstündeki delikli ince plaka sağlar, aynı zamanda da kesici kısımların deriye değmesini ve tahriş etmesini önler. Ayrıca bu plaka sayesinde kıllar dikleşirler ve plakadaki deliklerden içeri, kesme bıçaklarının önüne girerler.

Aslında elektrikli makinede kılın bir ucu yerinde tutulurken diğer ucu koparılıp alınır yani elektrikli makine ile sakalı tıraş etmek makasla kesmek gibidir. Nasıl makasın bir ucu kağıdı yerinde tutuyor diğeri kesiyorsa aynen öyle.

Bunun için de kılın kuru ve kırılgan olması gerekiyor. Sakalın nemli ve kaygan olması elektrikli makinede tıraşı olumsuz etkiliyor. Sonuç olarak jilet ile tıraşta sakalın olabildiğince nemli, elektrikli makinede ise kuru olması şart.

1562
Genel Kültür / Askerlerin Selamlaşması
« : Nisan 25, 2009, 09:04:26 ÖS »


Modern orduların hepsinde askerlerin bir şekilde birbirlerini selamlamaları gelenektir. Küçük rütbeli olan selamı başlatır ve selam verdiği üst rütbelinin doğrudan yüzüne bakar.

Avrupa'da eski çağlarda sadece askerler değil sivil halk da kılıç taşıyordu. Silahlı insanlar karşılaştıklarında sağ ellerini havaya kaldırarak kılıç çekmeye niyetli olmadıklarını birbirlerine belli ediyorlardı. El sıkma, tokalaşma adeti de aynı davranış biçiminden gelişmiştir.

Romalılar zamanında askerler arasında selamlaşma mecburi ve standart hale getirildi. Selam, kol omuz hizasına, avuç içi dışarı bakacak şekilde kaldırılarak veriliyordu.

Şövalyelerin başlarından parmak uçlarına kadar çelik zırhlar giydikleri ortaçağ zamanlarında, at üzerinde giderken karşılaştıklarında, birbirlerine yüzlerindeki dostça ifadeyi göstermek için, sol el atın dizginlerini tutmakla meşgul olduğundan sağ elleri ile başlığın gözün önünü kapayan kısmım yukarı kaldırıyor veya başlıklarını tamamen çıkartıyorlardı.

Zamanla başlıklar küçüldü ve hafifledi. Adet başlığı tek el ile tutup kaldırarak selamlaşmak şeklinde değişti. En sonunda selamlama şapkayı hiç çıkarmadan kenarına parmaklarla dokunmak şekline dönüştü.

Önceleri dostluğu karşısındakine belli etme amaçlı olan selamlama, günümüzde saygı gösterme ifadesi olarak ordu içi katı disiplinin en önemli unsuru oldu.

1563
Genel Kültür / Tırnak Neden Boyanır
« : Nisan 25, 2009, 09:04:06 ÖS »


Parmaklara ve tırnaklara kına sürmek, milattan önce 3000 yıllarında Mısır'da çok yaygındı. Buna rağmen kadınların tırnaklarını boyama adetinin asıl kökeni Çin'dir. Çin'de kadınların tırnak renkleri, ait olunan sosyal sınıfın bir göstergesiydi. Milattan Önce 600 yıllarında Çin hanedanının tırnak renkleri altuni ve gümüşi renklerdi. Daha sonraları kırmızı ve siyah renkler asaletin sembolü olarak yüzyıllar boyu kullanıldı.

Mısırlılarda da, koyu kırmızı başta olmak üzere, kırmızının tonları asaletin derecesini belli ediyordu. Toplumun alt kademelerinde yaşayan kadınların tırnaklarını sadece soluk renklere boyamalarına izin veriliyor, kimse kraliçenin ve kralın tırnak boyalarının rengini kullanamıyordu. Eski Mısır'da krallar da tırnaklarını boyuyorlardı.

Erkeklerin de tırnaklarını boyamaları Mısırlılar, Babilliler ve sonraları Romalı üst rütbeli savaşçılar arasında yaygındı. Romalı komutanlar savaşa gitmeden önce saçlarını yağlarla parlatmak, kıvırcık hale getirmek ve tırnaklarını dudakları ile aynı renge boyamak için saatler harcıyorlardı.

Tarihte el ve ayak tırnaklarına gösterilen bu itina kapsamında manikür de vardı. Ur şehrinde yapılan kazılarda, Babilliler'e ait mezarlarda, saf altından manikür setleri bulunmuş olup mezarlardaki ölülerin tırnakları düzgün kesilmiş ve törpülenmişti.

Kadınların boyanmış tırnakları, binlerce yıl önce de bugün olduğu gibi bakımlı olmanın, kültürün ve asaletin sembolüydüler. Ancak aynı zamanda da çalışanlar ile tüm günlerini tırnaklarına bakarak geçiren aristokratları ayıran bir göstergeydiler.

1564
Genel Kültür / Kulağa Küpe Takılması
« : Nisan 25, 2009, 09:03:43 ÖS »


Günümüzde 'piercing' adıyla vücudun her tarafına küpe takılıyor ama küpenin kökeni, İngilizce 'earring' isminden de anlaşılacağı gibi kulağa takılan halkadır. Küpenin kulak memesine takılmasının nedeni burada hemen göze çarpması olabilir, kulak memelerinin kolaylıkla delinebilmeleri de olabilir. Zaten anatomik olarak kulak memelerinin başka ne işe yaradıkları anlaşılabilmiş değildir.

Bir görüşe göre ilk insanlarda kulaklar, kulak kanallarını korumak için çok büyük ve sarkıkmışlar. Kulak memelerimiz de bu sarkık kulaklardan kalmaymış. Bir başka görüşe göre ise kulak memeleri atalarımız zamanında birer cinsel cazibe organıymışlar, zamanla, insanın evrimiyle işlevlerini yitirmişler. Zaten ilk insanlarda işe yarayıp da şimdi kullanılmayan ancak hala vücudumuzda bulunan, apandisit gibi birçok organ varmış. Vücudumuz insanın evrim tarihini yansıtan bir müze gibiymiş.

İnsanlar, tarih öncesi zamanlarda bile, süs veya tılsım amacıyla kulaklarına bir şeyler takmış, karşılarındakileri etkilemeye çalışmışlardır. Hemen hemen her kültürel gelişmede olduğu gibi küpeye de ilk önce Mısırlılarda rastlanıyor. Önceleri çok büyük çapta olan altın halkaların yerlerini zamanla daha küçük askı şeklindeki küpeler alıyorlar.

Babilliler ve sonra Asya medeniyetlerinde küpe sadece erkeklerin taktığı ve toplum içindeki rütbeyi belirten bir takı oluyor. Altın işlemeciliği sanatı geliştikçe de daha zarif hale geliyor. Yunanlar çıngıraklı altın küpeler kullanırlarken Romalılar küpelerin üstüne değerli taşlar koyuyorlar.

Ortaçağda pek kullanılmayan küpe Rönesans ile birlikte yine moda oluyor. Kadınlar küpeyi iki kulaklarına takarlarken erkekler sadece sol kulaklarına takıyorlar. Erkekler özellikle incilerle bezenmiş olanları tercih ediyorlar. 18. yüzyılda elmas, 19. yüzyılda ise kabartmalar yapılmış taşlar gözde iken küpe yine moda olmaktan çıkıyor.

Çok geçmeden 20. yüzyılda yüksek devirli delici aletler ve hijyenik olarak kulak delme imkanlarıyla birlikte tekrar moda oluyor. Süs olmasının yanında takıldığı yere göre bir takım mesajlar da taşıyor. 'Piercing' (delme) adıyla vücudun boş bulunan her yerine takılıyor.

Geçmişinden de görülüyor ki küpe sanıldığı gibi kadınlara has bir takı değil. Hatta tarih boyunca daha çok erkekler tarafından takılmış. Küpe tarihte sadece süs ve etkileme aracı olarak da kullanılmamış. Örneğin eski çağlardaki denizcilerin kulaklarına küpe takmalarının amacı değişikmiş.

Denizcilerin ağaç gemilerle okyanusların bilinmezliklerine yelken açtıkları devirlerde, kimse bu uzun seferlerden sağ salim geri dönüp yuvasına, ailesine kavuşabileceğinden emin olamazmış. Olabileceklerin en kötüsüne hazırlıklı olabilmek için eğer bir kazaya kurban giderler de cesetleri karaya vurursa, bulanlar cenaze ve defin işlemlerinin masraflarında kullansınlar diye kulaklarına altın küpe takarlarmış.

Konuyu yine tarihten bir hikaye ile bitirelim. Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethettiği sıralarda Kahire'de kalır. Bazı erkeklerin kulaklarında halkalar gören Yavuz bunun nedenini sorar. Küpelerin kölelik alameti olduğunu duyunca "Bir tane getirin, ben de takayım, onlar insanların kölesiyse ben de Hakkın kölesiyim" der.

1565
Genel Kültür / Esnerken Ağız Kapatma
« : Nisan 25, 2009, 09:03:26 ÖS »


Esnerken ağzın kapatılması, çevreye rahatsız edici bir görüntü vermemek ve ağzın içinin görünmesini Önlemek için yapılan kibarca bir davranış şekli olarak düşünülebilir ama bu davranışın kökeninde nezaket değil korku yatıyor. Esnerken yapılan derin nefes alıp verme sırasında ruhun, yani yaşamın ağızdan kaçarak vücudu terk etmesi korkusu.

Tarihte, bugün Ortadoğu diye adlandırdığımız bölgede yaşayan medeniyetlerde insanlar, yeni doğmuş ve yaşam savaşı veren bebeklerin çok sık esnediklerini gözlemlemişlerdi. Bebeklerin sık sık esnemeleri, solunuma az da olsa destek olduğu sanılan fizyolojik bir davranış olmasına rağmen o zamanlarda çok yüksek oranda olan bebek ölümlerinden bu esneme olayı sorumlu tutuluyordu.

Bebekler esnerlerken ağızlarını kapatamadıklarından ruh oradan kolayca çıkıp gidebiliyordu. Bu nedenle Romalılar devrinde, doğumdan sonra birkaç ay süresince, annelerin esneyen bebeklerinin ağızlarını elleriyle kapatmaları zamanın alimleri tarafından tavsiye edilmekteydi.

Bu şekilde, el ile kapatılan ağızdan ruhun kaçmaması için önlem alınmış oluyordu ama bir faydası daha vardı. İnsanlar esnemenin bulaşıcı olduğunu da görüyorlardı. Bir kişi esneyince çevresindekiler de esnemeye başlıyorlardı. Yani esneme olayı sadece esneyen için değil çevresindekiler için de tehlike yaratıyordu. Bulaşıcı bir hastalıktan farkı yoktu.

Esnerken insanın hem kendisini hem de çevresindekileri korumak amacı ile ağzını kapatması ve esnerken başını bir başka yöne çevirmesi gibi esnedikten sonra karşısındakilere 'affedersiniz' demesi de 'sizi de tehlikeye soktum' anlamında bir özür ifadesi olarak insanların davranışlarına yerleşti kaldı.

1566
Genel Kültür / Cam Neden Saydamdır?
« : Nisan 25, 2009, 08:58:24 ÖS »


Cam şaşılacak derecede basit bir maddedir. Dünyanın her köşesinde rahatça bulunabilen kum, kuvars ve sodadan meydana gelmiştir. Fakat camın asıl şaşırtıcı özelliği ne tam bir sıvı ne de gerçek bir katı oluşudur. Aslında sıvıya daha yakındır, çünkü atomik yapısındaki düzen sıvılardaki rasgele düzeni andırır. Katıların atomlarının kristal yapısı ise düzgündür.

Katı bir cisimde atomların bir diziliş düzeni vardır. Yani bu diziliş düzeni belli aralıklarla kendini tekrarlar. Camda ise bu özellik yoktur. Çok kuvvetli mikroskoplarla yapılan incelemelerde bile camın yapısında hiç bir kristal oluşumuna rastlanmaz. Arada sırada görülen bazı kristaller ise camdaki kusurlardır.

Cama çok ağdalı bir sıvı diyebiliriz. O kadar ağdalıdır ki, normal dış etkenlerde bile şeklini değiştirmez. Bir sıvıda iç sınırlar bulunmadığından camın içinden geçen bir ışık demeti kırılma ve yansımaya uğramaz, doğrudan geçer. Bu nedenle bir cama baktığımızda arkasındakileri olduğu gibi görürüz. Işık sadece camın yüzeyini aşarken hafifçe kırılır.

Cam saydamdır, su da saydamdır, öyleyse donmuş su olan kar taneleri niçin beyazdır ve niçin kar örtüsü saydam değildir? Bir cismin üzerine gelen ışığın tümünü yansıttığında beyaz, hepsini tutup hiçbirini yansıtmadığında siyah renkte göründüğünü biliyoruz. Cam saydamdır ancak kırıldığında, tuzla buz olduğunda yerdeki küçük cam parçaları yığını beyaz renkte görünür, çünkü her bir cam parçası ışığı değişik yönde geçirmektedir.

Kar tanelerinde de aynı şey söz konusudur. Minik taneler üzerlerine gelen ışığı her yöne gelişigüzel yansıtırlar. Bu nedenle kar taneleri de, kar örtüsü de beyaz renkte görünürler. Benzeri durum tuzda da görülür. Tuz, her biri saydam olan küçük kristallerden oluşmuştur ama bunlardan büyük bir miktarı bir kapta bir araya gelince gözümüze beyaz renkte görünürler.

1567
Knight Online / Ynt: 1731 KnighT OnLiNe KoxP
« : Nisan 25, 2009, 08:55:19 ÖS »
Lord bende denemdim ya şifre yanlış bi bak istersen

1568
Genel Kültür / Hızlı Okuma Tekniği
« : Nisan 25, 2009, 08:48:47 ÖS »


Bir resme, bir karikatüre bakarız ama bir yazıyı okuruz. Aslında ikisi arasında bir fark yoktur. Gözümüz şekilleri görür, beyin de değerlendirir. Ancak okumayı öğrenmeye başladığımızdan beri edindiğimiz ve hemen herkeste bulunduğu için farkına varamadığımız bazı alışkanlıklar nedeni ile okuma hızımız, insanın sahip olduğu kapasiteye göre hayli yavaştır.

İnsanlar sadece göz ve beyin arasında olması gereken okuma işleminin arasına bazı lüzumsuz alışkanlıklar katarlar. Kimi duyulacak şekilde (özellikle çocuklar) sesli okur, kiminin okurken dudakları kıpırdar, kimileri ise yazıyı içinden kelime kelime okur.

Bütün bu kötü alışkanlıklar okuma süresince ekstra bir güç sarfettirdiğinden okurken çabucak yorulmaya da sebep olurlar. Halbuki okuma sırasında ağız, dil, dudak, damak ve gırtlak gibi organların çalışmalarına hiç gerek yoktur.

Yavaş okumamızın birinci nedeni gözümüzün görme alanını iyi kullanmamamız yani okurken her kelimeye tek tek bakmamızdır. Bu şekilde normal bir satırı okumak için gözümüzü 8-12 kere hareket ettirmemiz gerekir. Halbuki gözümüzün bir bakışında birden fazla kelimeyi görebildiğimizden aynı uzunluktaki bir kelimeyi 2-3 göz hareketi ile okumamız mümkündür.

Günümüzün baş döndürücü temposunda yavaş okuyarak zaman kaybetme lüksümüz yoktur. Örneğin 400 sayfalık bir kitapta yaklaşık 96 000 kelime vardır. Bu kitabı dakikada 150 kelime okuyan bir kişi 10 saatte, 500 kelime okuyan 3 saatte, l 000 kelime okuyabilen ise 1,5 saatte bitirebilir. Basit fakat disiplinli bir eğitimle kazanılacak zaman muazzamdır.

Okumamızı yavaşlatan en önemli psikolojik etken ise hızlı okursak anlayamayacağımızı zannetmemizdir. Etrafındakilerden sürekli 'tane tane oku' veya 'yüksek sesle oku' direktiflerini alan bir çocuğun bu alışkanlığı zamanla kökleşmiş hale gelir.

Halbuki dakikada 6 000 kelime okuyarak küçük yaşta üniversiteye giden Mariel Aragon, dakikada 2 500 kelime okuyarak ABD'yi yöneten John Kennedy hızlı okuyarak daha iyi anlamanın mümkün olduğunun kanıtlarıdır.

Süratli okuma teknikleri ise paragraf okumak, sütun okumak, çapraz okumak gibi çeşitlidir. Bunların içinde anlama bakımından sütun okuma en etkin olanıdır. Bu teknikte 3-4 kelimelik dar bir sütunu okuyorsanız, sütunun ortasından bir doğru boyunca gözleri aşağıya doğru kaydırmak yeterlidir. Devamlı bir çalışma sonunda sütunu tamamıyla anladığınızı göreceksiniz.

Daha geniş sütunlarda da yine aynı şekilde ancak her satırda kelimeleri birer atlayarak yani 4-5 kelimelik bir satırda ikinci ve dördüncü kelimeleri okuyarak sütunu taramak yeterli olmaktadır. Gözler diğer kelimelerin resimlerini çekecek ve beyne ileteceklerdir.

Çok fazla kişisel yetenek gerektirmeyen hızlı okuma tekniği ile okumak, konsantrasyonun yanında kültüre ve sürekli egzersiz yapmaya da bağlıdır. Tüm bu koşulları sağlayanlar rahatlıkla dakikada 1000 kelime okuma seviyesine çıkabilmektedirler.

1569
Genel Kültür / S.O.S.'in Anlamı
« : Nisan 25, 2009, 08:48:24 ÖS »


Çok kişi S.O.S.'in gemimizi kurtar (Save Our Ship), ruhumuzu kurtar (Save Our Soul) veya diğer sinyalleri durdur (Stop Other Signals) kelimelerinin baş harflerinden oluştuğunu sanır. Bu bilgiler tamamıyla yanlış olup S.O.S. harfleri hiç bir kelimenin baş harfinden oluşturulmamıştır.

Tamamen telgraf zamanından kalmadır ve gemilerde de yakın zamana kadar telsiz telgraf kullanılıyordu. Bilindiği gibi telgrafta mors alfabesi denilen sistemde her harf, nokta ve çizgilerin değişik kombinasyonundan oluşuyor. Bu sinyali gönderen maniple denilen alete tek dokunuşta karşıya nokta yani 'bip', biraz daha uzunca basınca 'dııııt' sinyali gidiyordu. Gönderenler de, alanlar da mors alfabesini ezbere bildiklerinden bu 'bip' ve 'dııııt'larda hangi harfler olduğunu çözüyor ve normal yazıya dönüştürüyorlardı.

İmdat çağrısının çok kolay akılda tutulabilmesi için 1908'de üç çizgi, üç nokta, üç çizgi olan S.O.S. seçildi. Yani telsizde 'dııııt, dııııt, dııııt, bip, bip, bip, dııııt, dııııt, dııııt' sinyali aldığınızda hemen acil yardıma ihtiyacı olan biri olduğunu anlıyordunuz.

Filmlerde görmüşsünüzdür. Gemiler, özellikle uçaklar, tehlikeli bir durumda yardıma ihtiyaçları olduğunda 'mayday' (meydey) çağrısı yaparak durumlarını bildirirler. Bu kelime Fransızca'da bana yardım et anlamındaki m'aidez kelimesinden türetilmiştir.

Hiç dikkat ettiniz mi, filmlerde telsizle konuşan her kişinin ismi hep 'Roger' (rocır) dır. Halbuki 'roger' telsiz konuşmalarında 'anladım' anlamında kullanılır ve her iki taraf da cümlenin başında ve sonunda bu kelimeyi kullanırlar. Filmleri tercüme edenler ise bu kelimeyi bir erkek ismi sandıklarından, herkes birbirine 'Roger' diye ismen hitap ediyormuş gibi çevirirler.

Nasıl bizde telefonda harfleri söylemek için Ankara'nın 'A'sı, Bursa'nın 'B'si denilirse Roger kelimesi de İngilizce'de 'R' harfinin tanımı için kullanılır, yani Roger'in 'R'si denilir. R harfi ise mors alfabesinde başlangıçta 'anlama'nın kodu idi. Sonra konuşmalı iletişime geçilince 'Roger' olarak kullanılmaya başlanıldı. Filmleri tercüme edenlerin ABD bahriyesinde nasıl oluyor da bu kadar Roger bir araya geliyor diye uyanmamaları gerçekten ilginç!

1570
Genel Kültür / Gözlüğün Tarihçesi
« : Nisan 25, 2009, 08:48:02 ÖS »


Şüphesiz tarih boyunca tüm insanlarda görme kusuru olmuştur. 13. Yüzyılda gözlük ortaya çıkıncaya kadar gerek doğuştan gerekse sonradan göz bozukluğu olan insanlar, ömürlerini böyle geçirmeye, iş yapamamaya hatta evden dışarı çıkamamaya mahkumdular.

Aslında gözlüğün ana malzemesi olan camın tarihi 4 500 yıl evveline kadar gidiyor. Antik dünya insanlarının optik hakkında bilgileri olduğu, camın belirli bir formunun cisimleri büyüttüğünü fark ettikleri biliniyor. Halta milattan önce l000 yıllarına ait, büyüteç olarak kullanılmış cam örneklerine Girit'teki kazılarda rastlanılmıştır. Ne var ki büyütecin cam haline gelmesi çok zaman aldı.

Gözlüğü ilk bulan kişinin kim olduğu bilinmiyor. İnsanlık tarihinin büyük teşekkür borçlu olduğu, bu parlak buluşu gerçekleştiren kişinin kim olduğu bütün araştırmalara rağmen hala sırrını koruyor. Bu kişinin 1250 veya 1280 yıllarında Venedik'te yaşamış olması büyük bir olasılık, çünkü 13. Yüzyılda, Ortaçağda Venedik, İtalya'da cam üretimiyle ünlü olan bir yerdi.

İlk gözlüklerin mercekleri konveks, yani dışbükeydi ve sadece yakını görme problemi olanların işlerine yarıyordu. Uzağı görme sorunu olanların derdine çare olacak konkav (içbükey) merceklerin üretilmesi için yüzyıl geçmesi gerekecekti. Görüldüğü gibi gözlüğün tarih içindeki gelişmesi oldukça yavaştır.

Uzağı görme sorununu yani miyopluğu düzeltecek merceklerin ancak 15. yüzyılda yapılabilmesinin sebebi o tarihlerde, gözlüğün daha çok yakını okuma amaçlı kullanılması, uzağı görememenin o kadar önemsenmemesi ve içbükey merceklerin imalinin daha zor ve pahalı olmalarıydı.

Gözlük icat edildikten ancak 350 yıl sonra düşmeden yüzün ortasına tutturulabildi. Aslında bu gözlük tarihindeki en son ve önemli buluştu. Edward Scarlett 1730'da Londra'da sabit gözlük sapını icat etti. Saplar kafaya göre ayarlanabildiği için gözlük burun üzerine daha az ağırlık yapıyor, düşme tehlikesi de önlenmiş oluyordu.

Ancak tüm bu yavaş gelişmeye karşın gözlüğün insanlığa hizmeti büyük oldu, en azından onların yaşama bağlılıklarını arttırdı. Matbaanın icadından, basılan kitap ve gazete sayısının artmasından sonra gözlük lüks olmaktan çıkıp tam bir ihtiyaç oldu.

14. Yüzyıl ortalarında İtalyanlar gözlük camlarına belki şekillerindeki benzerlikten dolayı 'mercimek' anlamında 'lenticchie' adını verdiler. İngilizcesi de 'lentis' olan mercimek, yaklaşık iki yüzyıl gözlük camı anlamında da kullanıldı. Günümüzde kullanılan 'lens' adının kökeni de bu sebeple mercimeğe dayanıyor.

İlk gözlükçü dükkanı 1783'de Philadelphia'da açıldı. Francis Mc Allister dükkanında gözlükleri bir sepetin içine yığıyor, müşteriler de bunları tek tek deneyerek gözlerine uygun geleni alıyorlardı.

İlk güneş gözlüklerinin 1430'lu yıllarda Çinliler tarafından kullanıldığını biliyor muydunuz? Ateşte dumanın isi ile kararttıkları gözlükler görme kusurlarını düzeltmek için değildi. Sanılacağı gibi Güneş'ten korunmak için de değildi. Çinliler başta mahkemeler olmak üzere bir çok yerde gözleri görünmesin, düşünceleri göz ifadelerinden belli olmasın diye bu koyu renkli gözlükleri takıyorlardı. Daha sonraları İtalya'dan Çin'e numaralı gözlükler de getirildi ama Çinliler onların da çoğunu iste kararttılar.

1571
Genel Kültür / Yaşamış İnsanların Sayısı
« : Nisan 25, 2009, 08:47:42 ÖS »


Bunu kesin hatta yaklaşık olarak bilmek bile zor, çünkü evrim teorisi daha tam açıklığa kavuşmuş değil. İnsanı ne zamandan başlayarak insan nüfusuna dahil etmek gerekiyor hususu üzerinde bir fikir birliğine varılabilmiş değil.

Maymunlar gibi ellerini ayak gibi kullandığı zamanlardan mı, iki ayağı üzerine kalkmayı başardığı zamandan beri mi, yoksa toplumsal yapıda belli bir üretim yapabildiği, yani diğer canlılardan ayrı olarak içgüdüleri yerine aklını kullanmaya başladığı zamandan beri mi inşam "insan" saymak gerekiyor belli değil.

Tabii ilk insanlar da on binlerce yıl yiyecek bulma ve yaşama kaygılarından nüfus sayımına vakit ayıramadılar. Tahinini olarak bu sayının 60 milyar ile 110 milyar arasında olduğu sanılıyor. Resin sayı vermeyi seven araştırmacılar ise dünyada 200 bin yıldan bu yana 70 milyar insanın doğup öldüğünü söylüyorlar. Şu anda dünya nüfusunun 6 milyarı geçtiği hesaba katılırsa şu fani dünyadan gelip geçmiş insanların neredeyse yüzde 10'u hala aramızda.

1572
Genel Kültür / Çin Seddi'nin Görülebilirliği
« : Nisan 25, 2009, 08:47:07 ÖS »


Bu görüş nereden, kimden doğdu belli değil. Bir kere burada uzay denilince gezegenler ve ışık yılı bazında uzaklıktaki yıldızlar kastedilmiyor. Gözlemin yapıldığı yer olarak dünya üzerinde yörüngede dönen, insan yapısı uzay araçlarından çekilen fotoğraflar ve astronotların gözlemleri esas alınıyor.

Dünya yörüngesinde dönen uzay araçlarından dünyadaki pek çok şey görülebilir. Uzay araçları dünya üzerinde ortalama 165 ile 330 kilometre yükseklikte dönüp dururlar. Bu yükseklikten ancak kilometrelerce düz olarak devam eden kanallar hatta otoyollar görülebilir. Oysa dünyadaki insan yapısı şekiller ile akarsular gibi tabiat yapısı şekillerin çoğunluğu böyle değildir.

Çin Şeddi milattan önce 3. yüzyılda Hun Türklerine ve Moğollara karşı ülkenin kuzey sınırım oluşturmak ve korumak için parça parça yapılmaya başlanmıştır. 6 000 kilometre uzunluğunda olan Çin Şeddi, ortalama yüksekliği 7-8 metre olan iki duvardan oluşmuştur. Bu iki duvarın arasındaki ortalama 6,5 metre mesafe doldurulup taş döşenmiş, birkaç atlının yan yana at koşturabileceği bir yol haline getirilmiştir. Çin Şeddi 7. yüzyılda stratejik önemini kaybetmiştir.

İdeal görüşe sahip bir insan, 6,5 metre genişliğindeki Çin Seddi'ni teleskop kullanmadan ancak 20 kilometre yükseklikten görebilir. Yere düşen gölgesi de hesaba katıldığında bu mesafe 60 kilometreye çıkabilir ama burada atmosferin görüş mesafesine olan olumsuz etkisini de unutmamak gerekir. Her iki durumda da bu yükseklik dünya etrafında dönen bir uzay aracı yüksekliğinin çok altındadır.

Uzaya altı kere giderek, en çok gitme rekorunun sahibi, Gemini ve Uzay Mekikleri uçuşlarının da ilk komutanı olan John Young, hiç bir uçuşunda Çin Seddi'ni göremediğini, gören birisini de bilmediğini, şeddin uzaydan görülebilecek kadar belirgin şekil ve renk farkı oluşturmadığını, ancak 250 kilometre yükseklikten Piramitleri ve Rusya'da Baykonur'daki Uzay Merkezini, hatta karla kaplı düzlüklerde temizlenmiş geniş yollan görebildiğini söylüyor.

Bırakın uzay araçlarını insan daha aya gitmeden önce bazı kişiler Çin Seddi'nin Ay'dan görülebildiğini iddia etmekteydiler. Şüphesiz bu hiç de doğru değildir. Ay'a giden astronotlara ve bu görevler sırasında çekilen fotoğraflara göre, Ay'dan bakınca dünyada görülenler, beyaz kısımlar (bulutlar), mavi kısımlar (okyanus ve denizler), sarımsı kısımlar (çöller) ile kahverengi ve yeşil kısımlardır (ormanlar ve bitki alanları).

Zaten Neil Armstrong (Apollo-11) ve Jim Irwin (Apollo-15) Ay'dan Çin Seddi'nin görülmediğini, bunu düşünmenin bile çok saçma olduğunu ayrıca belirtmişlerdir.

1573
Genel Kültür / Düdüklü Tencere
« : Nisan 25, 2009, 08:46:41 ÖS »


Tencere daha 14. yüzyılda hemen hemen tamamıyla bugünkü şeklini aldı. O zamanlar tencereler sadece yemek pişirmek için değil, su kaynatmak hatta içinde çamaşır yıkamak için bile kullanılıyordu. En eski tencereler dökme demirdendiler. Sonraları toprak, bakır, alüminyum, emaye ve camdan olanları da yapıldı.

Bakır tencerelerin, kullanış ve dayanma bakımından iyi olmalarına karşın sık sık kalaylanmaları gerekir. Alüminyum tencerelerin sakıncalı yanlan ise kesif soda ve alkali eriyiklerin alüminyum üzerine olan etkileridir. Sıcak-soğuk farkından etkilenip çatlasalar da en sağlıklı tencereler cam (payreks) olanlarıdır. Pişirme sırasında içleri görülebildiğinden sık sık kapaklarının açılması gerekmez, yiyeceğin vitamini kaçmaz.

Düdüklü tencerelerin yan yüzleri basınca dayalı malzemeden yapılır. Kapaklan ise ilginçtir. Çevrilince tencerenin ağzını içten sıkı sıkı kapatırlar ve buharın kaçmasına mani olurlar.

Düdüklü tencerenin kapağında herhangi bir patlama tehlikesine karşı, istenen basınca, dolayısıyla pişme derecesine göre ayarlanabilen bir subap vardır. Basınç ayarlananın üstüne çıkınca subap açılır, buhar buradan dışarı kaçar, hızla çıkan buharın çıkardığı düdük sesi de etrafı olaydan haberdar eder. Düdüklü tencere ismini de bu nedenle almıştır.

Düdüklü tencerenin pişirme prensibinde suyun kaynama özelliği yatar. Su 100 derecede kaynar demek tek başına doğru bir ifade değildir. Kaynama sıcaklığı atmosfer basıncı ile doğrudan ilgilidir. Basınç atmosfer basıncından düşükse, su daha düşük sıcaklıklarda da kaynayabilir veya basınç atmosfer basıncından yüksekse suyun kaynaması için daha yüksek sıcaklıklar gerekir.

Normal tencere ısıtıldığında su 100 derecede kaynar ve tüm su kaynayana kadar bu sıcaklık sabit kalır, yemek de bu sıcaklık da pişer. Düdüklü tencerede ise buhar dışarı kaçamadığından tencerenin içindeki basınç gittikçe artar, dolayısıyla su 100 derecede kaynamaz, tenceredeki sıcaklık 130 dereceye kadar çıkar.

Böylece pişirilmesi istenen besinlerin ısısı suyun kaynama derecesinden çok daha yükseğe çıkar. Bu yüksek sıcaklık yiyeceğe süratle nüfuz ederek, vitamin ve minerallerini kaybetmeden daha çabuk pişmesini sağlar. Bundan dolayı et haşlaması en çok yarım saatte, kuru sebzeler yirmi dakikada pişebilirler.

Gelelim düdüklü tencerenin öyküsüne. 1682 yılının 12 Nisan akşamı Londra'da bir evde kraliyet sosyetesinden bir grup yemek yiyeceklerdir. Bu yemek o güne kadar yenmiş yemeklerden farklıdır çünkü davetlilerden Fransız mucit, 35 yaşlarındaki Deniş Papin, yemeği son buluşu olan, her tarafı kapalı, üzerinde emniyet vanası olan bir kap içinde pişirecektir.

Papin, gazlarla ilgili ana kanunları formüle eden İrlandalı fizikçi Robert Boyle'nin asistanıdır ve kabın içindeki buhar basıncını arttırarak, yemeğin sıvı kısmının kaynama noktasını yükselten bu buluşunu 1679'da gerçekleştirmiştir. Yemekte bulunanlar pişen etten o kadar memnun olmuşlardır ki, bu buharlı tencere süratle yayılmış, hemen hemen bütün yiyeceklerin hatta pasta ve pudinglerin pişirilmelerinde bile kullanılmıştır.

Her icadın ilkinde olduğu gibi, bunda da bazı aksamalar olmuş, emniyet valfı sık sık tutukluk yapmış, güzel bir akşam yemeği yemeye hazırlananlar, tencere patlayınca yiyecekleri duvarlarda seyretmek zorunda kalmışlardır. Bu patlamalar düdüklü tencerenin neredeyse 150 yıl unutulmasına yol açmıştır. Tekrar popüler olması ise Napoleon Bonaparte sayesinde olmuştur.

'Bir ordu midesi üzerinde hareket eder' diye bir vecizenin sahibi olan Napoleon askerlerine yiyecek ikmalini sağlıklı yapamamaktan şikayetçi idi. Bu sorunu çözmek için parasal ödül vaat etmesi üzerine Fransız şef Nicholas Appert, Papin'in buluşunu geliştirerek günümüzdekine benzer pratik bir düdüklü tencere yapmış ve tekrar yaygın olarak kullanılmasını sağlamıştır.

1574
Genel Kültür / Antifirizin İşlevi
« : Nisan 25, 2009, 08:45:35 ÖS »


Arabamızın motoru arabayı yürütecek gücü sağlarken bir yandan da ısı üretir. Motor bloğu içinde devamlı dolaşan su ile motor soğutulur. Motordan aldığı ısı ile ısınan bu su da radyatörde havanın yardımıyla soğutulur.

Kapalı bir çevrimde ve ideal ısı dengelerinde devamlı oluşan bu olayın farkına biz ancak, herhangi bir arıza durumunda soğutma olayı yetersiz kaldığında, radyatörden buharlar çıktığında, yani bilinen tabiri ile arabamız hararet yaptığında varırız.

Kışın soğuk aylarında, hava sıcaklığı sıfırın altına düşünce, arabamız kapı önünde hareketsiz halde iken bu soğutma suyu da her su gibi donabilir. Donunca genişler ve yaptığı basınçla motor bloğunu çatlatabilir. Bu olayı önlemek için suyun içine, sıfırın çok altındaki derecelerde bile donmasına mani olacak 'antifiriz' dediğimiz sıvı ilave edilir.

Motorun soğutma suyunun içine ne oranda antifiriz konulacağını, o bölgede olabilecek en düşük hava sıcaklığı belirler. O zaman şöyle düşünülebilir. Tam emniyetli olması bakımından, soğutma suyunun yerine niçin tamamen antifiriz doldurmuyoruz? Antifiriz oranı yüzde yüzü bulunca sıcaklık ne kadar düşerse düşsün maksimum korunma sağlanmış olmaz mı?

Hayır, olmuyor. Mantıken ters gelebilir ama belirli orandan fazla konulan antifiriz bu sefer de tamamen ters tepki veriyor. Suya yüzde 50 oranında katılmış antifiriz -37 derecede donarken, antifirizin kendisi yani saf antifiriz -12 derecede donuyor.

Suyla karışabilen her şey onun sıfır derece olan donma noktasını düşürür. Yani donma derecesini düşürmek için suya toz şeker, şurup hatta aküdeki asit bile konulabilir. Hepsi de bir dereceye kadar aynı işlevi görür ancak hiçbiri diğer tehlikeli yan etkileri bakımından tavsiye edilmez.

İlk otomobillerde şeker ve balın antifiriz olarak kullanılmaları denendi, sonraları ise alkolde karar kılındı. Ancak bu sefer de alkolün kaynama noktası düşük olduğundan motor sıcakken sorun çıkardı. O halde ideal antifirizin donmayı önlemesi ama aynı zamanda da suyun kaynamasına sebep olmaması gerekiyordu. Günümüzde bu amaçla 'etilen glikol' denilen renksiz kimyasal bir sıvı kullanılıyor.

Suyun içine katılan kimyasalların donmayı önleme özelliği, suyun ve buzun moleküler yapıları ve antifirizin bu yapılara olan etkisinden ileri geliyor. Bilindiği gibi tüm sıvılarda olduğu gibi suda da moleküller serbest ve düzensiz halde, katılarda (buzda) ise sabit ve düzgün bir yapıdadırlar. Su donarken önce moleküllerinin hareketleri yavaşlar sonra da düzgün ve sabit bir pozisyona gelirler yani kristalleşirler. İşte antifirizin buradaki rolü. moleküllerinin su molekülleri ile birleşerek onların buz kristalleri oluşturmalarına mani olmaktır.

Peki öyleyse ortada su yokken antifiriz kendi kendine niçin daha çabuk donuyor? Çünkü suya katıldığında antifirizin su moleküllerine yaptığını su da antifiriz moleküllerine yapar. Donmayı önlemek daha doğrusu geciktirmek iki taraflı çalışır, su da antifirizin donma derecesini düşürür. Sonuç olarak arabanın soğutma suyuna önerilenden fazla antifiriz konmasının hiçbir faydası yoktur aksine zararı vardır.

1575
Genel Kültür / Pusulanın Kuzeyi Göstermesi
« : Nisan 25, 2009, 08:45:10 ÖS »


Dünyanın kendisi, çekirdeğindeki soğumamış kısımlarından dolayı dev bir mıknatıstır. Bu büyük mıknatısın artı ve eksi uçları kuzey ve güney kutuplarındadır. Ancak bildiğimiz coğrafi kutuplarda değil. Pusulanın minik ucu tam kuzeyi göstermez, gösterdiği noktaya magnetik kutup denir.

Pusulanın gösterdiği kuzey yönünü devamlı takip ederseniz kuzey kutbuna hiçbir zaman ulaşamazsınız. O noktadan 7 derece yani kilometrelerce uzaklıktaki magnetik kutba varırsınız. Olayın ilginçliği bu kadarla da bitmiyor. Bilimin kesin olarak saptadığı bir sürpriz daha var. Bu magnetik kutupların yerleri de sabit değil, zamanla değişiyor, kuzey güneye, güney kuzeye geliyor.

Eğer elinize bir pusula alıp zaman yolculuğu yapabilseydiniz, birkaç milyon yıl önce pusulanızın kuzey gösteren ucuna bakarak seyahat edince sizi penguenlerin büyük atalarının karşıladığını, yani güney kutbuna vardığınızı şaşırarak görürdünüz.

Magnetik kutupların niçin ve nasıl yer değiştirdikleri henüz tam bilinmiyor. Bu olayın dünyada kraterlerin oluşması, iklimlerin değişmesi, bazı canlı türlerinin yok olması gibi olaylarla yakın ilgisi olduğu sanılıyor. Bilim insanları magnetik kutupların yer değiştirmesinin 170 milyon yılda yaklaşık 300 defa tekrarlandığını, bugünkü konumuna en son 750 bin yıl önce geldiğini ileri sürmektedirler.

Sadece magnetik kutupların yer değiştirmelerinin değil dünyanın magnetik alanının bile başlangıçta nasıl oluştuğu tam açıklığa kavuşmuş değil. Teorilere göre dünyanın merkezindeki sıvı halindeki çekirdek bölümündeki ısı, dış demir katmanlara ulaşarak dünyanın dönüşü ile beraber bir dinamo etkisi yaparak magnetik alanı meydana getirmiştir.

Yerkürenin magnetik alanının şiddet ve doğrultusunu ölçmek için 1979 Ekiminde uzaya gönderilen 'Magsat' uydusu 3 yıla yakın görev yapıp da yanmadan önce gönderebildiği en önemli bilgi, magnetik alanının şiddetinin gittikçe azaldığı, her on yılda şiddetinden yaklaşık yüzde birini yitirdiği, böyle giderse muhtemelen bin yıl sonra magnetik kutupların yerlerinin tekrar değişebileceği bilgisiydi.

Sayfa: 1 ... 103 104 [105] 106 107 ... 118