İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - OĞUZHAN

Sayfa: 1 ... 102 103 [104] 105 106 ... 118
1546
Genel Kültür / Nasıl Sarhoş Olunuyor
« : Nisan 25, 2009, 09:14:18 ÖS »


İlk yudumla birlikte, alkol ağız ve yemek borusu ile temas ettikten sonra, ciddi miktarda kana karıştığı ilk durak olan mideye gelir. Ancak alkolün kana karışması en çok ince bağırsaklarda olur.

Büyük bir kısmı ince bağırsaklarda kana geçen alkol, derhal merkezi sinir sistemimizi etkilemeye başlar. Birkaç dakika sonra beyne geçerek sinir hücrelerini etkiler ve mesaj iletimini yavaşlatır.

İçmeye devam edilirse, beyindeki görme, denge, konuşma ve muhakeme ile ilgili sinir merkezleri etkilenmeye başlarlar. Bu arada alkolün baskılayıcı etkilerini yenebilmek için, kalp kası zorlanır ve nabız artar.

Biraz daha içilirse şuur kaybı meydana gelebilir. Daha da devam edilirse, alkolün kandaki oram alkol zehirlenmesi seviyesine ulaşır, solunum yetmezliği nedeni ile ölüm kaçınılmaz olur.

Alkol oldukça yavaş yakılır. 100 gram saf alkolün vücutça yakılması yaklaşık 10 saat sürer.

Karaciğerde yakılan her bir gram alkol için 7.1 kilokalori açığa çıkar. Yapılan araştırmalara göre ABD'de insanlar genel olarak kalori ihtiyacının yüzde 10'unu alkolden karşılamaktadır. Alkoliklerde bu oran yüzde 50 olup ciddi beslenme bozuklukları görülür.

Alkol karaciğer yetmezliği yanında, kalp hastalığı ve kanser riskini de artırır. Beyinde hücre kaybına yol açar, uzun sürede beyin hücrelerindeki dejenerasyon artar, psikiyatrik bozukluklar başlar.

Ama alkolün en büyük etkisi, sağlığı bozmasının yanında, aileleri ve arkadaşlıkları parçalaması, hapishane ve hastaneleri doldurmasıdır. Haydi, şerefinize!

1547
Genel Kültür / Niçin Müzikten Hoşlanıyoruz
« : Nisan 25, 2009, 09:11:52 ÖS »


Müzik nedir? Düz biçimde konuşarak söylenebilecek bir şeyin değişik ses dalgaları ile söylenmesinden niçin hoşlanırız? Müzik niçin keyif veya tam aksi hüzün duygusu verebiliyor?

Müzik aslında ses dalgalarının, belirli kurallar içinde bir düzene sokulmasıdır. Bilindiği gibi, ses dalgalar halinde yayılır. Bir saniye içindeki dalga sayısı sesin karakterini tespit eder. Saniyede 260 dalga yapan, yani titreşen ses 'Do' notasıdır.

Bu şekilde 7 temel nota oluşur. Do-Re-Mi-Fa-Sol-La-Si. Son notadan sonra, Do'nun titreşim sayısının bir katı kadar titreşimde daha ince bir Do gelir ki, bu iki Do arasına bir oktav denir. İşte bu oktav, gam, akort denilen matematiksel diziler, bir çeşit dizilerek müzik oluşturulur. Ancak tüm bunlar bize, bu matematiksel diziden bihaber, Afrika yerlilerinin, dağ başındaki çobanın enfes müziğini açıklayamaz.

Aslında kültürün müzik ve bundan alınan zevk üzerinde doğrudan ilgisi vardır. Doğu müziğinde yukarıda belirtilen matematik dizilerdeki perdelerin arasında karışık gezinilme, Afrika'da baş döndürücü ritimler, Avrupa'da ise notaların ideal düzeni öne çıkar. Ancak bunlar da, değişik müzik türlerine ilgi duyan bizlerin ve müziğin hoşlanılma nedenini açıklamaya yetmez.

Müzik ve dil yetenekleri birçok yönden birbirine benzemektedir. Bilimciler insanların müzik yeteneği kazanmalarının, konuşmaya başlamaları ile aynı zamanlara denk düştüğünü ileri sürüyorlar. Konuşma yeteneği şüphesiz daha iyi bir iletişim ve yaşama şansı avantajını getirmiştir ama müziğin hangi ihtiyacı karşıladığı hala meçhul.

Bebekler anlamlı kelimelere benzer sesler çıkarmaya başlarken aynı zamanda şarkı söyler gibi mırıldanmaya da başlarlar. Uzun ve karışık cümleler kurmayı becerdikçe, daha uzun ve karışık şarkıları söyleme yetenekleri de artar. Ancak beynin konuşmaya kumanda eden kısmında hasar olan hastaların konuşamamalarına rağmen müzik yeteneklerinin devam ettiği de görülmüştür.

Son zamanlarda, beynimizde müziği algılayan bir alıcı bulunabileceği tezi ileri sürülmektedir. Eğer bir gün bu alıcı bulunsa bile, bunun niçin beynimize konulduğunun sebebi yine anlaşılamayacaktır.

Öğretilme yoluyla bir çeşit dans yapabilen veya dans olarak algılanamayacak hareketleri olan canlıları saymazsak, doğada müzik ve ritim duygusu sadece insanda vardır. Bu özelliğin nedeni ise hala tam olarak açıklanamıyor.

1548
Genel Kültür / İnsanlar Niçin Tokalaşıyorlar?
« : Nisan 25, 2009, 09:11:33 ÖS »


Tokalaşma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski çağlarda, tüm erkekler bir silah taşıyor ve çoğunluğu da bu silahı sağ eli ile kullanıyordu.

Bir erkek diğerine dost olduğunu, elinde silah bulunmadığını göstermek için, boş sağ elini uzatıyor, diğeri de aynı şeyi yapıyordu. Ama her iki taraf da kendini emniyete almak, diğerinin aniden silah çekmesine mani olmak için, birbirlerinden emin olana kadar, birlikte ellerini hafifçe sıkarak duruyorlardı.

Tokalaşırken elleri sallama alışkanlığı, elleri daha iyi kavrayarak, rakibin giysisinin içinden aniden bir silah çıkarmasını önlemek için başlamış olabilir. Ancak sonraları dostluğun bir ifadesi oldu.

1549
Genel Kültür / Uyanık Kalmanın Sınırı
« : Nisan 25, 2009, 09:11:05 ÖS »


Bunun deneyle ispatlanmış cevabı 264 saat, yani yaklaşık 11 gündür. Randy Gardner isimli 17 yaşındaki bir lise öğrencisi 1965 yılında, bir bilim fuarında bu kadar süre uyanık kalarak rekor kırmıştır.

Dikkatli gözlem altında yapılan diğer deneylerde insanların 8 ila 10 gün uyumadan durabildikleri ve bu sürede zihin, güdü ve anlayış seviyelerinde gittikçe ilerleyen bir konsantrasyon eksikliği dışında tıbbi, fiziksel ve psikolojik olarak ciddi sorunlarla karşılaşmadıkları gözlemlenmiştir.

Şüphesiz bu deneylerden önce deneklerin ne kadar bir süreyle derin uyku hali yaşadıkları bilinmemektedir. Ancak cephede ateş altında olan askerlerin ve tıbbi müdahale uygulanmış bazı akıl hastalarının da 4 gün süreyle problemsiz olarak rahatlıkla uykusuz kalabildikleri tespit edilmiştir.

Tabii burada uykunun tarifinin doğru yapılması gerekiyor. Yukarıda bahsedilen deneylerde görülen konsantrasyon eksiklikleri sırasında insan tam uyanık sayılabilir mi?

Yorgun bir şekilde araba kullananlar bilirler, insan bir süre sonra yolları nasıl geçtiğini ve oraya nasıl geldiğini hatırlayamaz. Benzeri durum İkinci Dünya Savaşı'nda görev sonrası dönüş yolundaki İngiliz pilotlarında da görülmüş. Yorgun pilotların sebepsiz yere uçaklarıyla yere çakılmaları üzerine yapılan araştırmalarda fiziken uyanık oldukları ama vücut fonksiyonlarına kumanda bakımından tam uyanık sayılamayacakları tespit edilmiştir.

Fareler üzerinde yapılan deneylerde ise, zorla uykusuz bırakılan farelerin iki hafta sonra Öldükleri görülmüş. Ölüm sebebi olarak belirli bir neden bulunamamasına rağmen genel olarak metabolizmanın bozulmasından kaynaklandığı kabul ediliyor.

İnsanlar üzerinde yapılan deneyler normal hayatlarında uyku problemi olmayanları kapsıyor. Bir de istedikleri halde uyuyamayanlar var yani bir hastalık olarak uykusuzluk çekenler.

Yine Fransa'da yapılan bir deneyde, bu hastalıktan muzdarip 27 yaşındaki bir erkeğin aylar boyunca hiç uyumadan yaşadığı ve bu sürede hiç uykusunun gelmediği gibi ruh hali ve hafızasında da herhangi bir sorun olmadığı gözlemlenmiş. Ancak her akşam 9-11 saatleri arasında 20-60 dakika süreyle gözlerinde görüş bozukluğu, el ve ayak parmaklarında ağrı ve uyuşma meydana geliyormuş.

Tekrar başlangıca, 'insan ne kadar uyanık kalabilir' sorusuna döndüğümüzde, görüldüğü gibi net ve tatminkar bir cevap henüz bulunabilmiş değil. Bu arada ABD Savunma Bakanlığı karacı, denizci ve havacıları, hiçbir fonksiyonel eksiklik göstermeden uzun süre uyanık tutabilecek araştırma projeleri için bütçesinden para bile ayırmış.

Fare deneylerinden elde edilen sonuç da konuya bir açıklık getiremiyor çünkü dünyada henüz uykusuzluktan kimse ölmemiş. Tabii uykusuzluğun yol açtığı kazaları saymazsak.

1550
Genel Kültür / Terimiz Neden Kokar
« : Nisan 25, 2009, 09:10:44 ÖS »


En çok alnımız ve ellerimiz terlerken buraları kokmaz da koltuk altlarımız terleyince kokarlar. Aslında ter kokusuzdur, dikkat çekici bir kokuya sahip değildir. Ancak deride birkaç saat kalırsa kokuya neden olur. Kokunun asıl nedeni, derimizde doğal olarak bulunan bakterilerin faaliyetleridir.

Ter, vücut sıcaklığını dengeli tutmaya, üre ve karbondioksit gibi bazı zararlı maddeleri dışarı atmaya yarar. Ter yapımı saatte ortalama 40 gram, günde l litre olarak süreklidir. Bazen hissedilmeyecek kadar az bazen de tam bir boşalma şeklindedir. Havadaki nem oranı da terin buharlaşmasını etkiler. Terlemeye neden olan etkenler kasların çalışmaları, sıcak hava, ateş yükselmesi gibi nedenlerle beden ısısının artması, stres veya heyecan olabilir.

Terleme olayını yaratan ter bezleri derinin altına yerleşmişlerdir. Deri yüzeyindeki minik deliklerden dışarıya ter adı verilen sıvıyı boşaltırlar. Ter deyince tek bir anlamı vardır ama ter bezleri tek tip değillerdir. Vücudumuzun farklı yerlerinde farklı türde ter bezleri vardır.

Ter bezleri sadece memeli canlılarda vardır. İnsanda sayısı 2-3 milyon olan ter bezlerinden ekrin (eccrine) denilen küçük yumak bezler, başta, tüm bedende, avuç içi ve ayak tabanlarında bulunurlar. Bu bezler insanın doğumundan itibaren faaliyete geçerler. Sinir, gerilim, yüksek ateş, acı yemek sonucundaki terlemeler bu bezlerde oluşurlar.

Ekrin bezlerinden çıkan ter, vücuttan atılması gereken çeşitli kimyasal maddeleri içeren berrak, tuzlu bir sıvıdır ve koku yapmaz. En fazla alın ve avuç içlerinde bulunduklarından şiddetli terlemeler önce buralarda başlarlar.

Apokrin (apocrine) adı verilen büyük yumak bezler ise koltuk altlarında, üreme organları ve göğüs çevresinde yoğunlaşmışlardır. Bu bezler insanda ergenlik yaşlarında ortaya çıkarlar. Bunların salgıladıkları ter, kokunun nedeni olan bakterilerin çok sevdikleri yağ ve proteinleri içeren, yapışkan ve bulanık bir sıvıdır. Deride uzun süre kalırsa bakteriler tarafından kullanılır ve hoş olmayan vücut kokusu meydana gelir.

Apokrin ter bezleri her insana kendine özgü bir koku verirler. Köpekler insanı bu kokudan tanırlar. Sarı ırktan olanlarda apokrin ter bezleri yoktur. Kuzey Avrupalılar vücudu en çok kokanlar arasındadırlar. Japonların vücutları hemen hemen hiç kokmaz.

Günümüzde bu kokulardan hoşlanılmasa da, insanın evrim tarihinde apokrin ter bezlerinden çıkan kokuların karşı cinsin dikkatini çekmede rol oynadıkları sanılmaktadır. Ter bezlerinin mekanizması ve niçin koktuğu ancak 19. yüzyılda tamamıyla anlaşılabildiğinden, insanların düzenli yıkanma alışkanlığı edinmesi ile modern deodorant ve terlemeyi Önleyici kozmetiklerin kullanılmasına başlanılması da bu tarihten sonra gerçekleşebilmiştir.

1551
Genel Kültür / Nefes Tutmanın Sınırı
« : Nisan 25, 2009, 09:10:08 ÖS »


Bir insanın nefesini tutma süresi en çok suya dalmada söz konusu olur. İnsanlar binlerce yıl denizin 30 metre altına kadar kendi ciğer güçleriyle daldılar, sünger ve inci avcılığı yaptılar. Ne var ki istedikleri kadar sağlam ve güçlü olsunlar nefeslerini tutarak su altında birkaç dakikadan fazla kalabilmeyi başaramadılar.

İnsanlar, dalgıç elbiseleri ile dalmaya 1800'lü yılların başlarında başladılar ama bu sefer de bir hortuma bağımlıydılar. Su altında tüplerle özgür ve yatay yüzebilmek 1940'lardan sonra mümkün olmuştur. Gözünü hep havaya dikmiş olan insan, uçmaya başladıktan neredeyse yarım asır sonra deniz altında tüple serbestçe yüzmeye ve bunun sonucu olarak deniz altını keşfetmeye başlamıştır.

Gerçi günümüzde tüpsüz serbest dalışta yarışmacılar 5 dakikayı aşıp, 100 metreden fazla derine inebiliyorlar ama çok özel bir teknik uygulamayı gerektiren bu süreler ve derinlikler, normal insanın nefes alma kapasitesinin arttırıldığı anlamına gelmez.

Nefes alıp verme ölüm anına kadar süren bir yaşam süresidir. Solunum durması ölüm belirtisi olarak kabul edilir. Oysa vücut oksijen almadan da bir iki dakika yaşayabilir. Bu nedenle suda boğulanlara ya da soluk borusu tıkandığı için solunumu duranlara uygulanacak yapay solunum, ölmek üzere olan kişinin yaşamını kurtarabilir.

Soluk verildiğinde ciğerlerdeki havanın tümünün boşaldığı sanılır ama ciğerlerde epey bir miktar hava kalır. İnsan kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, her bir ciğerinde kalan havayı l ,5 litrenin altına düşüremez. İnsanlar akciğerlerini tam kapasite ile çalıştırmazlar. Her nefes alış verişte ciğerlerindeki havanın altıda birini kullanırlar dolayısıyla rezerv bir solunum güçlen vardır.

Sağlıklı, genç bir insan nefesini yaklaşık 3 dakika tutabilir. Eğitimle bu süre çok az daha uzatılabilir ama bu süreden sonra insanda şuur kaybı başlar. İşte bu sırada vücudun koruma mekanizması devreye girer ve uzun süre soluksuz kalmasına izin vermez. İnsan kendini zorlayarak morarıncaya kadar nefesini tutsa bile boğulmaz, yalnızca bayılır ve hemen o anda solunum yeniden başlar.

İnsan vücudu fazla miktarda oksijen depolayamaz. İnsanda oksijen yetersizliğini ikaz edecek sensörler de yoktur. Dağcılığa yeni başlayanlar yükseldikçe oksijenin azaldığını fenalaşmaya başlayınca anlarlar. Vücut alyuvar sayısını arttırarak yükseklerdeki oksijen azlığına alışmayı sağlar. İnsanı nefes almaya zorlayan vücuttaki oksijenin azalması değil kandaki karbondioksit oranının artmasıdır. Bu oranın artmasıyla beyindeki nefes alma mekanizması tetiklenir ve insan daha sık nefes almaya başlar.

Suya dalmadan önce derin derin nefes alanlar oksijen depoladıklarını sanırlar ama aslında vücutlarındaki karbondioksit seviyesini düşürürler. Bu sayede nefeslerini 30 saniye daha fazla tutabilirler.

1552
Genel Kültür / Sualtında Nefes Almak
« : Nisan 25, 2009, 09:09:15 ÖS »


Nefes alıp vermemizin amacı vücudumuzun oksijen ihtiyacını karşılamaktır. Oksijen vücudumuzun yakıtının yani gıdaların ve yiyeceklerin yakılmasında kullanılır. Nefes alırken ciğerlere alınan havada oksijen miktarı yüzde 21, dışarı verilende ise yüzde 16'dır.
Bilindiği gibi suyun formülü H2O'dur. Suda bulunan iki elementten biri hidrojen diğeri oksijendir. O halde havadaki oksijeni alabiliyoruz da sudakini niçin alamıyoruz? Balıklar bunu nasıl beceriyorlar?

Elementlerin ilginç bir kimyasal özellikleri vardır. İki veya daha fazla element bir araya gelip kimyasal bir reaksiyona girdiklerinde, ortaya, onu meydana getiren elementlere benzemeyen yeni bileşimler çıkar. Aynı elementlerin değişik kombinasyonlarla meydana getirdikleri değişik bileşenlerin birbirleri ile alakaları yoktur, her yönden çok farklıdırlar.

Örneğin, karbon, hidrojen ve oksijenin birleşmelerini ele alalım. 6 karbon, 12 hidrojen ve 6 oksijen birleşince ortaya çıkan glikozun, 2 karbon, 4 hidrojen ve 2 oksijenin birleşmesinden oluşan sirke ile yakından uzaktan bir benzerliği yoktur.

Aynı şekilde hidrojen ve oksijenden oluşmuş su da farklı özellikler taşır ve içindeki oksijen artık bizim ciğerlerimizde kullanabileceğimiz şekilde değildir. Zaten balıklar da suyun yapısındaki oksijeni kullanmazlar. Onların suyun altında soludukları oksijen, suda çözülmüş, gaz halindeki oksijendir. Bu oksijenin sudaki çözülmüş şekli, bira, soda ve kola gibi içeceklerin içindeki, kapağı açınca kabarcıklar halinde dışarı çıkan karbondioksite benzer.

Balıklar sudaki çözülmüş oksijeni solungaçları vasıtasıyla alırlar. Aslında bu iş balıklar için kolay değildir ama soğukkanlı hayvanlar olduklarından oksijen ihtiyaçları da pek fazla değildir. Balina gibi sıcakkanlı hayvanlar ise oksijeni insanlar gibi havadan alırlar çünkü onlar için solungaçlar yoluyla sudan oksijeni yeterli miktarda temin edebilmek imkansızdır.

Suyun içindeki oksijen miktarı az olduğundan ciğerlerimizin yüzey alanları yeterli oksijeni alacak kadar geniş değillerdir. Yoksa ciğerler sıvıların içindeki oksijeni alabilecek özelliktedirler. Örneğin, içinde zengin miktarda çözülmüş oksijen bulunan flora karbon adlı sıvının içindeki oksijeni rahatlıkla alabilirler.

Sonuç olarak su, oksijenden meydana gelmiş olsa bile 2 adet hidrojenle yaptığı bağlantıdan dolayı içinden oksijeni çıkartıp almak ve solumak mümkün değildir. Balıklar gibi yapıp içinde çözülmüş halde bulunan oksijeni almaya kalkınca da bunun miktarı vücudumuzun ihtiyacını karşılamıyor. Yani asıl sorun ciğerlerimizde değil suyun kendisinde.

1553
Genel Kültür / Göbeğin Erkeklerde Olması
« : Nisan 25, 2009, 09:08:14 ÖS »


İnsanlar yaşlandıkça kilo almaya daha meyilli hale gelirler. Hormonlar yağ birikimini kadınlarda basen tarafına yönlendirirlerken erkeklerde karın etrafında birikmesini sağlarlar. Bu cinsiyet farkına göre oluşan yağlar kadınlarda en azından gebelik sırasında fiziksel bir avantaj sağlarlar ama ilerde selülit olarak bir kabusa dönüşürler. Erkeklerin göbeklerinin ise sağlık açısından sakıncalarının yanında bilinen hiçbir avantajları yoktur.

Bütün yaşamları boyunca kadınların vücutlarındaki yağ oranı erkeklere göre fazladır hatta 25 yaşlarında neredeyse iki mislidir. Yağların cinsiyete göre farklı olması doğumla başlar. Doğumdan 6 yaşına kadar, her iki cinste de yağ hücrelerinin sayıları ve boyutları üç misli artar. 6 yaş ile gençlik arasında ise her iki cinste de yağ hücrelerinin sayıları değişmez.

Ancak 8 yaşından sonra kızların vücutları erkeklere göre daha fazla yağlanmaya başlarlar. Bunun sebebi kızlarda yağın vücut yakıtı olarak yakılma oranının daha düşük olmasıdır. Bu evrede kızlarda yağ hücrelerinin sayısı artmaz ama boyutları büyür.

Gençlik çağlarında vücuttaki yağ artışı, kızlarda erkeklere göre iki mislidir. Yağın çoğu vücudun alt taraflarında, az bir miktarı da göğüslerde toplanır. Bu yağlanma farklılığı, tamamen cinsiyetle ve dişilik hormonlarının artış seviyesi ile ilgilidir. Diğer bir deyişle bu yağlar cinsiyet özellikli yağlardır. Gençlik dönemi sonunda dururlar hatta sağlıklı bir kadında azalırlar.

Birçok kadın incelmek için ne kadar çabalarsa çabalasın basen kısmındaki yağlardan kurtulmanın, vücudun diğer kısımlarındaki yağlara göre ne kadar zor olduğunu bilir. Annelerin süt verme safhasında ise bu yağ hücreleri çok inatçı değillerdir yani küçülebilirler. Bu safhada diğer dokulardaki yağ birikimi artar.

Erkeklere gelince, onlarda fazla yağlar daha ziyade karın bölgesinde ve iç organlarda birikirler. Kadınların basenlerindeki cinsiyetle ilgili yağ hücreleri annelik safhasında rezerv görevi görerek bir fayda sağlarlar ama erkeklerde biriken yağların fiziksel hiçbir avantajları yoktur.

Erkeklerde biriken yağlar damar hastalıkları, koroner yetmezliği, yüksek tansiyon, şeker hastalığı gibi çok önemli ve tehlikeli hastalıklar için büyük risk faktörüdürler ve hangi metotla, ne şekilde eritilirlerse eritilsinler, eski şekillerine çok süratle dönebilirler.

Erkeklerin göbeklerindeki yağların, kadınlardaki selülit gibi deride portakal kabuğuna benzer görüntü oluşturmamasının sebebi buradaki derinin kalın ve gergin olmasıdır. Erkek göbeğinin omurgaya binen yük dengesini bozması ve sırt ağrılarına sebep olması bakımından da ayrıca zararı vardır.

1554
Genel Kültür / Kadında Sakal Olmaması
« : Nisan 25, 2009, 09:07:51 ÖS »


Kadınlarda yüz kılları denilen sakal ve bıyık bulunmaz. Dişilik bezleri ve hormonları, başın üstündeki kılların yani saçların kuvvetlenmelerini sağlarlarken, vücudun diğer büyük bir kesimindeki kılların oluşmalarını ve gelişmelerini önlerler. Erkeklik hormonları ise yüz ve vücut kıllarının büyümelerini sağlarlar ama başın üstündeki kıllara aynı desteği vermezler.

Bütün bebekler doğduklarında, çok İnce, gözle zor görülen bir tüy tabakası ile kaplıdırlar. Bu tüyler kısa bir süre sonra kaybolurlar. Çocuklar ergenlik yaşma gelip, cinsiyet hormonları tam aktif hale geçince vücutlarında hangi kılların yok olup hangilerinin kalıcı olacağı belli olur.

Vücudumuzdaki kılların esas işlevlerinin vücudu iklim şartlan gibi dış etkenlerden korumak olduğu biliniyor. Öyleyse aynı şartlarda yaşayan kadın ve erkeğin vücutlarındaki kılların yerleri ve miktarları niçin farklı?

Çok net olmasa da bu gelişimin ilk insanlar zamanından kalma olduğu düşünülüyor. Erkek, avlanmak ve evini korumak amacı ile daha çok dışarıda kaldığı, yüzü ve vücudu, dış iklim şartlarına daha çok maruz kaldığı için bu bölgelerdeki kılların geliştiği, annenin ise daha çok kapalı yerde kalıp, yavrusunu bağrına basıp, süt verdiği için vücut kıllarının gelişmediği ileri sürülüyor.

Bıyığı ve sakalı olmamakla kadın çok şey kaybetmiş değil. En azından her gün tıraş olma derdi yok. Rusya Bilimler Akademisi'nin yaptığı bir çalışmaya göre havada bulunan toksik maddeler, insanların bıyık ve sakallarının yüzeyleri tarafından tutulmakta, solunan havayı da devamlı kirletmektedirler. Sigara içmeyenlerde bıyığın havayı kirletme indeksi 4,2 iken sigara içenlerde bu değer 24,7'ye kadar yükseliyor. Bıyık artı sakalda bu indeksleri iki ile çarpmak gerekiyor.

1555
Genel Kültür / Başla Onaylama
« : Nisan 25, 2009, 09:07:27 ÖS »


Dünyada bütün insanlar 'evet' veya 'hayır' derken başlarını da bir şekilde hareket ettirirler. Kabul etme veya etmeme düşüncelerini mutlaka bu baş hareketleri ile desteklerler, belli ederler. İstemsiz, bir nevi refleks olan bu hareketi, davranış bilimciler insanın bebeklik çağındaki meme emme içgüdüsüne bağlıyorlar.

Yeni doğmuş bebeklerin görme ve işitme duyuları tam gelişmemiş olduğundan acıktıklarında annelerinin göğüslerini ararlarken, süt emmeye istekli olduklarında başlarını öne eğip memeye yaklaşıyorlar, doyup artık meme emmek istemedikleri zaman ise başlarını iki yana sallayarak ağızlarını memeden uzaklaştırıyorlar. Uzmanlar bu davranış şeklinin ilerde evet derken başı öne eğme, hayır derken iki yana sallama şeklinde yerleşip devam ettiğini ileri sürüyorlar.

Charles Darwin'den kaynaklanan ve en iyi açıklama olarak kabul gören bu tezin gözden kaçırdığı bir durum var. Akdeniz Bölgesi insanları evet derken başlarını öne eğiyorlar da hayır derken başlarını iki yana sallamak yerine geriye atıyorlar. Hatta bu arada dil ve damaklarıyla 'çık' diye bir ses çıkarıyorlar.

Karadeniz'in batısında yaşayan bazı topluluklar ise tam tersini yapıyorlar yani hayır derken başlarını öne eğiyorlar, evet derken iki yana sallıyorlar.

Eskimolarda da evet yine aynı şekilde ama onlar hayır derken sadece göz kırpıyorlar. Yabancılar kendileri için şaka anlamına gelen bu göz kırpma karşısında Eskimolarla ilginç anlaşmazlıklara düşüyorlar.

Davranış biçimleri ve kökenleri ile uğraşanların araştırma alanlarını genişletmeleri gerekiyor. Avrupa bebekleri meme emmek istemedikleri zaman başlarını iki yana sallarlarken Akdenizliler niye arkaya atsınlar, Eskimolar niye göz kırpsınlar, bunun annenin giyiniş biçimi ve anatomisi ile bir ilişkisi olabilir mi acaba?

1556
Genel Kültür / Parlak Işıkta Hapşırma
« : Nisan 25, 2009, 09:07:04 ÖS »


Refleksif hapşırma denilen, güneş ışığı başta olmak üzere herhangi bir parlak ışığa bakınca hapşırma olayı insanların yüzde 18'inde görülüyor. Hatta bu oran bazı bölgelerde yüzde 35'e kadar çıkabiliyor. 25 senedir bu şekilde hapşırmanın genetik olduğu biliniyor. Hapşırma sayısının da yine genlerle nakledildiğine inanılıyor.

Hapşırma burun kanallarındaki sinirlerin uyarılması sonucu oluşuyor ama parlak bir ışığın bu sinir uçlarını nasıl uyardığı meçhul. Aslında hapşırma parlak ışığa devamlı bakarken değil, loş bir ortamdan bol ışıklı bir ortama çıkıldığında veya yüz güneşe çevrildiğinde oluşuyor.

Parlak ışıkta hapşırma otomobil sürücülerinde, karanlık bir tünel çıkışı güneş ışığı ile karşılaşıldığında problem yaratıyor ama asıl tehlikede olanlar savaş uçağı pilotları. Ağzında oksijen maskesi ile hapşıran bir pilotun durumunu düşünebiliyor musunuz? Bu nedenle askeri araştırma grupları da refleksif hapşırma ile ilgileniyorlar.

Askeri ilgililer öncelikle ışığın herhangi bir dalga boyunun etken olup olmadığını araştırdılar. Sonuca varabilselerdi bu dalga boyunu filtre eden gözlük veya lenslerle sorunu halledeceklerdi. Ancak bu konuda hiçbir araştırma sonuç vermedi. Işık şiddetinin değişmesiyle oluştuğunun ve genetik olduğunun bilinmesinin dışında ışığın insanı nasıl hapşırttığı hala bilinmiyor.

1557
Genel Kültür / Teypteki Sesin Farklılığı
« : Nisan 25, 2009, 09:06:36 ÖS »


İnsan teybe kaydedilmiş kendi sesini dinlerken hayli şaşırır. Hatta o sesin kendisine ait olmadığını bile söyleyebilir. Halbuki bir başkasının sesi teypten dinlenirken normal konuşma sesi ile bir fark duyulmaz.

Ses havada gözle görülmeyen dalgalar halinde yayılır. Bu dalgalar kulağımıza girip orta kulağımızdaki kemikleri titreştirdiklerinde beyne giden sinyaller vasıtasıyla o sesi duymuş oluruz.

İnsanın kendi sesi kendisi için özeldir. Sizin dışınızdaki herkes sesinizi sizin duyduğunuzdan daha farklı duyarlar. Çünkü onlar sizin ağzınızdan çıkıp, havada ilerleyip kulaklarına gelen sesi duyarlar ama siz kendi sesinizi iki farklı yoldan işitirsiniz.

Bir taraftan ağzınızdan çıkan ses havada yol alıp, diğer insanlara ulaştığı gibi kendi kulağınıza ulaşır. Diğer taraftan da başın içinden, kemiklerden, kaslardan geçerek içerden kulaklarınıza ulaşır. Beyin bu iki farklı yerden gelen bilgileri birleştirir ve siz kendi sesinizi duyarsınız.

İnsanın başı içinde kemikler, kaslar, sinüsler, beyin ve çeşitli salgılar vardır. Bunların kimi sert, kimi yumuşak, kimi de sıvıdır. Bunların her birinin sesi geçiriş özelliği farklıdır. Kafa içindeki iletişimde genel olarak sesin düşük frekanslı kısımları kuvvetlenir. Bu nedenle sesiniz kendinize başkasının duyduğundan daha farklı tonda gelir.

Teypteki sesiniz ise kulaklarınıza diğer insanlara ulaştığı gibi havadan ulaşır. Aslında o sizin, herkesin tanıdığı hakiki sesinizdir ama size yabancı gelir. Kafanızın içinden gelen sesi daha iyi duyabilmek için iki kulağınızı sıkı sıkıya kapatın ve konuşun. Duyduğunuz ses aşina olduğunuz sesinizin kafanızın içinden geçip gelen kısmıdır.

1558
Genel Kültür / Konuşurken Kullanılan eee
« : Nisan 25, 2009, 09:06:13 ÖS »


Bu soru, 'insanlar konuşurlarken niçin laflarının arasında bazı sesler çıkartırlar' ve 'ağır ağır konuşan insanlar laflarının arasında niçin -ııı-, -eee- derler' şeklinde ikiye ayrılabilir.

Birinci sorunun cevabı, sırasını yani sözü karşısındakine kaptırmamak veya sözlerinin bittiği görüntüsünü vermek istememek olabilir. İnsanlar karşılıklı konuşurlarken birbirlerini dinler gibi görünürler ama o sırada kafalarında söyleyeceklerini tasarlarlar. Onları bir an önce ifade edebilmek için sabırsızlanırlar. Karşısındakinin konuşmasını kesmeyecek olgunluktaysalar bir anlık susmasından istifade ederek söze girerler.

İnsanlar seslerinin kesildiği bir anlık soluklanma sırasında karşılarındaki sözlerinin bittiğini sanmasın diye bu boşlukları 'ııı', 'eee' diye sesler çıkararak doldururlar. Böylece karşıya devam edeceklerinin mesajını verirler. Yani oturduğu koltuğu kaptırmamak için üstünden kalkmamak gibi bir şey.

Bu genellikle yavaş tempoda konuşanların başvurdukları bir taktiktir ama zamanla alışkanlık haline gelir, 'ııı'sız, 'eee'siz konuşamazlar, kendileri de bundan rahatsız olmazlar.

İnsanlar sözleri kesilmesin diye başka anlamsız kelime ve cümleler de kullanırlar, taktikler uygularlar. Örneğin konuşmasına 'çok ilginçtir ki' şeklinde başlayan biri anlatacaklarının çok ilginç olacağını baştan belirterek, sonuna kadar dinlemesi için karşısındakini etkilemeye çalışır. Genellikle de sözlerinden ilginç bir şey çıkmaz.

Konuşma arası boşlukların niçin 'zzz' veya 'uuu' gibi seslerle değil de 'm' ve 'eee' gibi seslerle doldurulduğu sorusunun cevabı ise fonetik biliminin sahasına giriyor, 'ııı', leee' sesleri sesli harflerden oluştukları için istenildiği kadar uzatılabilirler, dudağı, dili ve dişleri oynatmadan rahatça çıkarılabilirler. Herhangi bir kelimenin ilk harfiymiş gibi yanlış anlamaya sebep vermezler. Ağız söyleyeceği ilk kelimeye hazır şekilde en uygun konumunu muhafaza eder.

Konuşma boşluklarında çıkarılan sesler kültürlere göre de farklılık gösterirler. Çoğunluk 'm', 'eee' derken İngilizce konuşanlar 'um', 'er', Çinliler ise 'zhege, zhege' diyorlar.

1559
Genel Kültür / Gerinmenin Haz Vermesi
« : Nisan 25, 2009, 09:05:53 ÖS »


Gerinmede, gevşeme amacıyla kollar yukarı kaldırılır, baş ve gövde arkaya eğilir, bacaklar gergin hale getirilir aynı zamanda üst üste esnenir. Gerinme özellikle uykudan kalkıldığı zaman bazen de sinirler yorulduğunda görülür. 'Gerim gerim gerinmek', rahatlık, mutluluk ve övünç duymak anlamında bir deyim olarak da kullanılır.

Kaslarımız 'aktin' ve 'miyosin' denilen kimyasal moleküllerden yapılmış, iç içe geçmiş protein liflerinden oluşurlar. Hareket halindeki bir kasta bu iki molekül arasındaki bağların hep birlikte çalışmaları ile güç üretilir.

Çalışmayan, dinlenme halindeki kaslarda ise bu bağlar tamamen kapatılmış değillerdir. Kaslarda hareket olmamasına rağmen bu bağlar az bir miktarda da olsa kaslarda gerilim ve sertlik yaratırlar.

Bu gerilim ve sertlik birdenbire ortaya çıkmaz ama dakikalar içinde gelişir ve maksimum noktaya ulaşır. Bu nedenle uzun zaman hareketsiz kaldığımızda vücudumuzda bir katılık, sertlik hissederiz. Atletler yarışa başlamadan önce çeşitli hareketler yaparak kaslarındaki sertliği gidermeye çalışırlar.

Bu olay tıbben ilk olarak 1929 yılında Derrick Denny Brown tarafından incelenmiş ve 'hareketsizlik katılığı' adı verilmiştir. Daha sonra 'thixotrapy' adı verilen bu sertleşmede kasların harekete geçme kabiliyeti, hareketsiz kalma süresi uzadıkça azalmaktadır. Gerinme işte burada devreye girer.

Gerinince kaslardaki katılık ve onun yarattığı gerilim geçici olarak azalır ve insana hoş bir duygu verir. Vücuda yapılan masaj ve diğer fizyoterapi uygulamalarında vücudun gevşemesi ve rahatlık duyulması da bu mekanizma dolayısıyladır.

1560
Genel Kültür / Bebek Sallamanın Amacı
« : Nisan 25, 2009, 09:05:23 ÖS »


Bir haftalık bebekler günün yaklaşık yüzde 80'ini kısa aralıklarla uyuyarak geçirirler. Bir aylık olduklarında, uyku zamanları günde 3 ila 4 kestirmeye ve 5-6 saatlik kesintisiz bir gece uykusuna dönüşerek gittikçe azalır.

Bebeklerin geceleri uykudan uyanmaları annelerin en çok zorlandıkları hususlardan biridir. Günümüzde uzmanlar 'bebek ağladığında karnının tok, altının kuru olduğundan ve sancısının olmadığından eminseniz, yattığı odanın kapısını kapatıp yanından kararlı bir şekilde uzaklasın, bir süre sonra sesi kesilip uyuyacaktır' diyorlar.

Annelerin çocuklarını kitaplara bakarak büyütmeye çalıştıkları 20. yüzyılın son çeyreğinden önce doğan bebekler annelerinin kucaklarında, ayaklarında veya bir beşikte sallanıp uyutularak büyüdüler.

Bebeklerin sallanarak uyutulmalarına, bilim adamları 'vestibular uyan' adını veriyorlar. Gerçi anneler binlerce yıldır bebeklerini sallıyorlar ama konu araştırmacıların daha yeni ilgisini çekiyor. Anneler sallamanın bebeği sakinleştirdiğinden ve uyuttuğundan eminler ancak uzmanlar bunun ayrıca bebeğin gelişimine de çok faydalı olduğu hususunda dikkati çekiyorlar.

İç kulak, işitme ve denge organlarını içeren iki bölümden oluşur, işitmede hiçbir rol oynamayan ikinci bölüm yalnızca dengeyle ilgilidir. İçi sıvı dolu yarım daire biçiminde üç kanaldan oluşan bu bölüme 'vestibular labirent' denilir.

Buradaki hücreler, başın en küçük hareketi ile çalkalanan iç-kulak sıvısının çırpıntılarıyla uyarılarak başın açısal hareketini anında beyne iletirler. Görme duyusunun da yardımıyla dengenin sağlanmasına yardımcı olurlar. Çok hızla dönüp aniden durduğumuz zaman, iç kulak kanallarındaki sıvı hala dönmekte olduğundan baş dönmesi denilen durum meydana gelir.

Vücut sallanırken gözler sabit bir noktaya baktığında onlardan beyine hareket olmadığı sinyali gider. Bu iki sinyal arasındaki fark, araba tutmasında olduğu gibi bir çeşit baş dönmesi yaratır ve uyku getirir. Uykunun gelmesi vücut ihtiyacı olarak değil tamamen beyinde oluşur. Devamlı hareket halinde olan, başka şeyle meşgul olan bebeğin sallanarak uyutulması zordur.

Araştırmalar içkulak vestibular sistemi düzenli olarak uyarılan bebeklerin daha hızlı geliştiklerini, daha erken oturup, ayakta durabildiklerini gösterdiler. Salıncakta, kucakta veya ayakta sallanan bebeklerdeki reflekslerin uyarı almayan bebeklerden daha hızlı gelişmeleri araştırmacıları bir başka yöne, önemli bir çocuk sorununa yöneltti.

Hiperaktif denilen aşırı hareketli, sürekli hayal gören ve yeteneklerini geliştiremeyen çocukların vestibular sistemlerinde bazı bozukluklara rastlandı. Yapılan çalışmalar, mongoloid olan veya beyin felci geçirmiş olan çocukların vestibular uyarı ile daha iyi gelişebildiklerini gösterdiler.

Araştırmacıların daha yeni farkına vardıkları bebekleri sallayarak büyütmenin faydalarını anneler insanlığın ilk günlerinden itibaren annelik içgüdüleri ile hissetmişlerdi. Tabii burada bebeğin annesinin kucağında sallanırken, onun sesi ve kokusu ile duyduğu mutluluğun etkisini de unutmamak gerekir.

Sayfa: 1 ... 102 103 [104] 105 106 ... 118