16
Genel Kültür / Ynt: Kitle Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 07:02:11 ÖS »
Kitle Kültürünü Oluşturan Maddî Nedenler
Kitle kültürü, 19. yüzyılda, sanayileşme etkinliklerinin büyük boyutlara ulaşmasına, kentlerde emekçi kesimlerin yığınlar halinde yaygınlaşmasına bağlı olarak ortaya çıkmış; özellikle de, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, burjuva toplumlardaki karmaşık toplumsal bir olgu biçiminde belirginleşmiştir. Bu olgunun temelindeki gerçek, ileri gelişmiş kapitalist üretim biçimi ile kitlelerin kültürel gereksinimleri arasında yatan çelişkidir. Bu çelişki tarihsel gelişmenin içerdiği bir çelişkidir; başka bir deyişle, uygarlığın bütün gelişmesi zaten sürekli bir gelişme içinde var olagelmiştir; çünkü, üretimdeki her ilerleme, aynı zamanda, bu üretimin zenginliklerinden yararlanamayan kesimlerin, yani, büyük çoğunluğun durumunda bir gerileme olmuştur. Kapitalist toplum maddî üretimde ilerleme gösterdikçe, kitlelerin bu üretim zenginliklerinden yararlanamaması sonucu, kitlelerin kültürel düzeyinde bir gerileme göstermiş; maddî üretim zenginliklerinin gerçek üreticisi olan geniş emekçi kitleler kendilerini manevi alanda geliştirebilme olanağını bulamamışlardır. Bundan dolayı, kitle kültürü, aslında toplumsal maddî-teknik ilerlemenin değil, ama, kapitalist üretim biçiminin kendi çelişkin sonuçlarından biridir.
Öte yandan, kapitalizmin emperyalizm aşaması içine girmesiyle birlikte, kitle kültürü de uluslararası bir anlam kazanmıştır. Başka bir deyişle, ulusal burjuva kültürlerin emperyalist kültürlere dönüşmesi sonucu, uluslararası ölçekte maddî üretime egemen olmuşlar; başka ulusların kültürlerini baskı altında tuttukları kadar, gelişmelerini de önleyecek ve çarpıtacak biçimde, kitle kültürünü uygulamaya geçmişler; kendi maddî sömürülerini sürdürebilme amacıyla, maddî üretim biçimlerini kendilerine bağımlı kıldıkları ülkelerin kültürlerini, dayattıkları kitle kültürü içinde tutmaya çalışmışlardır. Böylece, kitle kültürü, tekelci kapitalizmin uluslararası niteliğinden ötürü, hem belli bir ülke içinde, hem bağımlı kılınan öbür ülkeler üzerinde uygulanabilme alanı bulmuştur.
Ülkemizde kitle kültürünün maddî tohumlarının atılışı 1950 yıllarına, yani, tekelci kapitalizmle ilişkiler içine girildiği yılara bağlayabiliriz. Hiç kuşkusuz, ülkemizde ilk sanayileşme etkinliklerine davetçiliğin ağır basması ve bu ilk sanayileşme süreci ve boyutlarının, kitle kültürünün Batı'da ortaya çıktığı Sanayi Dönemi'ne kıyasla çok daha düşük olması, yani, kapitalist üretim biçiminin kendi içinde taşıdığı çelişkilerin azgelişmişlik, ama, henüz dışa bağımlılık içinde bulunmayışı, kitle kültürünün o yıllara kadar ortaya çıkışını engellemiştir. Ama, 1950'den sonraki kapitalistleşme süreci, kapitalizmin ülkemizdeki iç çelişmelerini de gittikçe derinleştirmeye başlayarak, kitle kültürünün oluşmasına neden olmuştur.
Hiç kuşkusuz, bu olgunun toplumsal-ekonomik nedenlerinin başında, çarpık kapitalistleşme yatmaktadır. Gerek azgelişmişlik, gerekse dışa bağımlılık yüzünden, kapitalist yeniden üretimin önkoşullarını yaratmayan burjuvazimiz, kendi maddî ve manevî kültürünü de sonunda çarpık bir biçimde yaratmak zorunda kalmıştır. Özellikle, yurt dışına büyük ölçüde işçi göçü yanı sıra, kırlardan kentlere büyük ölçüde göç sonucu, kent nüfuslarının olağanüstü hızla artışı; "sanayileşme atılımı" gereği kentlerde yarı-emekçi ve gizli işsiz yığınlarının çoğalışı, aynı zamanda, toplumsal-sınıfsal konumunu yitirmiş kitlelerin yoğunlaşmasına yol açmış; genelde yoksullaşmış çarpık bir toplumsal-ekonomik yapıyı (bu anlamda "lumpen kültür"ü) oluşturmuştur. Hele kapitalistleşme sürecinde çelişkin yönelimler, yani, sanayileşme etkinliklerinden tarımsallaşma etkinliklerine, iç tüketim ekonomisinden dışsatım politikası ile liberalleşmeye dönüşümler; dönem dönem, ticarî burjuvazi ile sınaî burjuvazi, devletçilik ile malî oligarşi arasındaki iç çelişmeler, öte yandan, sürekli "enflasyon" ve "devalüasyon", kapitalist üretim biçimini tam bir "maddî kültür anarşisi" içine sokmuştur. Böylesine bir "maddî kültür anarşisi"nin "manevî kültür anarşisi"ne yol açmaması ya da böylesine bir üretim biçimi ile kitlelerin kültürel gereksinimleri arasındaki çelişkinin gittikçe derinleşmesi, hiç kuşkusuz, olanaksızdır. Nitekim, ülkemizde "lumpen kültür" olarak kitle kültürünün, tarihsel göreceliği içinde, en çok yaygınlaştığı dönemin, ülkemizin "70 sente muhtaç olduğu" dönem olması hiç de rastlantı değildir.
Ayrıca, bütün bu "maddî kültür anarşisi"nin ve "çarpık üretim biçimi"nin temel bir nedeninin dışa bağımlılık oluşu; yani, yukarıda değindiğimiz gibi, maddî ve manevi kültür emperyalizminin dayatması altında bulunuşumuz, hiç kuşkusuz, toplumumuzda kitle kültürüne bağlaşık başka bir olgunun, "montaj kültürü" ya da "aranjman kültür" diyebileceğimiz bir başka olgunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Uyumlu, bütünsel ve sürekli bir yeniden üretim koşullarının yaratılamaması, sonunda, (tıpkı ulusal sanayinin ya da "sanayileşme" etkinliklerinin yozlaştırılması örneğinde de görüldüğü gibi), üretimin yozlaşmasına ve ortada doğan boşluğun yabancı kitle kültürüyle doldurulmasına neden olmuştur. Onun için, "montaj" ya da "aranjman" kültür, toplumumuzun bu tür bir yozlaşmış üretim biçimine bağlı olarak, kitle kültürümüzün kendine özgü bir özelliği biçiminde ortaya çıkmıştır.
Öte yandan, kitle kültürünün, gerek ulusal, gerekse uluslararası boyutlarda varlık alanını genişletebilmesinin başlıca bir maddi nedeni de "kültür endüstrisi" ve "kitle iletişim araçlarına egemenlik"tir. ama burada önce kapitalizmin özünden bir çelişkisinden söz açmak gerekiyor. Şöyle ki, kapitalizm, kendi sistemi gereği ne denli toplumsal kötülüklere yol açıyorsa, kendi çıkarları uğruna bu kötülüklerden o denli yararlanmaya, bunları birer kâr mekanizmasına dönüştürmeye bakar; çünkü, toplumsal kötülüklerin varlığı kapitalizmin yine kendi çıkarıdır. (Söz gelişi, âhlaksızlık ne denli çok para getiriyorsa, daha çok kazanç için o denli çok âhlaksızlık yolları artar; ya da, çok çeşitli biçim ve kılıklarda, hırsızlık ne denli çok artarsa, onu önlemeye çalışan önlemlerin, örneğin, kilit, kasa, alarm sistemi vb. yapımı ve ticareti ile ona bağlı kurumların varlığı, örneğin, bankaları özel koruma polis sistemi, vergi denetim kurulları, kaçakçılık mahkemeleri artar.) Bu olgu, aynı zamanda, "paranın dönüştürücü gücü"ne, yani paranın iyi'yi kötü, güzel'i çirkin yapan olumsuz özelliğine bağlıdır.
İşte bu nedenle, kapitalizmin genel çelişkisine bağlı olarak, sermaye de özellikle son yüzyılda, bu yönde çoğalarak "kültür endüstrisi"nin ortaya çıkmasına yol açmış, kültür değerleri ve ürünlerinin birer ticarî meta olarak alım satımı özel bir kazanç sektörünü oluşturmuştur. Buysa, bir yandan "eğlence endüstrisi"ni, öte yandan da "sanat ticareti"ni doğurmuştur. Yukarıda verdiğimiz örnek doğrultusunda açıklarsak, kültür değerleri ve ürünleri kâr mekanizması içine sokuldukça kendi özlerine aykırılaşmaya, ama, kazanç oranını arttırmaya yaramışlardır.
Bu arada, ine son yüzyılda, sınai-teknik üretimdeki gelişmeler sonucu, kültür endüstrisi, kitle iletişim araçlarına egemenliği de getirmiş; kamu aracılığıyla kültürel iletişim zengin bir kazanç kaynağı olmuştur. Kendisinden de anlaşılacağı gibi, gerek kültür endüstrisi, gerekse ona bağlı kitle iletişim araçlarına egemenlik, hiç kuşkusuz, kitle kültürünün uluslararası ölçekte yaygınlaşması demek olmuştur.
Nitekim ülkemizde de, son yıllarda kendi çapında bir kültür endüstrisi doğmuştur. Gerek kültür ürünlerinin artık ülkemizde de kârlı bir duruma gelmiş olmasından ötürü kapitalizmin daha önce boş bıraktığı bu alana el atması, gerekse ülkemize özgü biçimde, "çok çabuk ve kolay kâr" mekanizmasının devreye girmesi, kültür endüstrisini hızlandırmıştır. Yine çarpık kapitalizmin belirgin bir sonucu olarak, "eğlence endüstrisi" ülke çapında boy atarken, "sanat ticareti" de büyük boyutlara ulaşmış; bu arada, kitle iletişim araçlarına sermayenin gitgide egemen olması sonunda, kitle kültürü geniş bir yaygınlık alanı kazanmıştır. Hiç kuşkusuz, burada, ülkemizdeki kitle üretim araçlarına egemenliğin, yine dışa, yani uluslararası kitle iletişim araçları tekellerine bağlı olduğunu unutmamak gerekir; çünkü ülkemizde kitle kültürünün yaygınlaşması büyük ölçüde bu yolla olmaktadır.
En önemlisi de, yukarıda belirttiğimiz nedenler dolayısıyla kitlelerin üretken emeklerinin ve üreticiliklerinin baskı altına alınması, çarpıtılması ve birer ticari metaya dönüştürülmesi sonunda, kitlelerin çarpık kültür ürünleri ve değerlerinin üreticisi kılınmasıyla, bir anlamda, edilgenliğe sürüklenmeleri, daha doğrusu, kendi özleri yabancılaştırılmış bir tüketim içine sokularak, gerçek yaratıcılıklarını yitirmeleridir. Hiç kuşkusuz, bunun genel toplumsal-ekonomik nedeni, kitlelerin "tüketim toplumları"nda, "tüketim kültürü" içinde tutulmalarıdır. Çünkü, bilineceği gibi, kültürün gelişmişlik düzeyi, insanın çevresini insanileştirmesinin bir göstergesi olduğu kadar; kültür ürünlerinin niteliği de, insanın yaratıcılık düzeyiyle ölçülüdür. Onun için, kültür, yalnızca insanın ürettiği maddi ve manevi değerleri bize göstermekle kalmaz, ama aynı zamanda, insanın yaratıcı etkinliğinin kendisini de içerir, yani, insanın yaratıcı etkinliği kültürel değerlerin tümünde kendi nesnelleşmesini bulur. Böyle aldığımızda, kültürel değerleri yaratıcı emeğin değil, ama paranın ve kârın oluşturduğu tüketim toplumlarında, kitleler açısından, genel bir kültürsüzleşme olgusunun da ortaya çıkmış olduğunu görürüz. Kültürel değerlerin üreticisi değil, ama geniş tüketimin aracısı durumuna indirgenen kitlelerin, dolayısıyla, kitle kültürü içine sokulmaları hiç de rastlantı değildir. Bu nedenle, kitle kültürünün, aynı zamanda, tüketim kültürü, yani, "kültürsüzleşme" olduğunu burada çok haklı olarak söyleyebiliriz.
Kitle kültürü, 19. yüzyılda, sanayileşme etkinliklerinin büyük boyutlara ulaşmasına, kentlerde emekçi kesimlerin yığınlar halinde yaygınlaşmasına bağlı olarak ortaya çıkmış; özellikle de, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, burjuva toplumlardaki karmaşık toplumsal bir olgu biçiminde belirginleşmiştir. Bu olgunun temelindeki gerçek, ileri gelişmiş kapitalist üretim biçimi ile kitlelerin kültürel gereksinimleri arasında yatan çelişkidir. Bu çelişki tarihsel gelişmenin içerdiği bir çelişkidir; başka bir deyişle, uygarlığın bütün gelişmesi zaten sürekli bir gelişme içinde var olagelmiştir; çünkü, üretimdeki her ilerleme, aynı zamanda, bu üretimin zenginliklerinden yararlanamayan kesimlerin, yani, büyük çoğunluğun durumunda bir gerileme olmuştur. Kapitalist toplum maddî üretimde ilerleme gösterdikçe, kitlelerin bu üretim zenginliklerinden yararlanamaması sonucu, kitlelerin kültürel düzeyinde bir gerileme göstermiş; maddî üretim zenginliklerinin gerçek üreticisi olan geniş emekçi kitleler kendilerini manevi alanda geliştirebilme olanağını bulamamışlardır. Bundan dolayı, kitle kültürü, aslında toplumsal maddî-teknik ilerlemenin değil, ama, kapitalist üretim biçiminin kendi çelişkin sonuçlarından biridir.
Öte yandan, kapitalizmin emperyalizm aşaması içine girmesiyle birlikte, kitle kültürü de uluslararası bir anlam kazanmıştır. Başka bir deyişle, ulusal burjuva kültürlerin emperyalist kültürlere dönüşmesi sonucu, uluslararası ölçekte maddî üretime egemen olmuşlar; başka ulusların kültürlerini baskı altında tuttukları kadar, gelişmelerini de önleyecek ve çarpıtacak biçimde, kitle kültürünü uygulamaya geçmişler; kendi maddî sömürülerini sürdürebilme amacıyla, maddî üretim biçimlerini kendilerine bağımlı kıldıkları ülkelerin kültürlerini, dayattıkları kitle kültürü içinde tutmaya çalışmışlardır. Böylece, kitle kültürü, tekelci kapitalizmin uluslararası niteliğinden ötürü, hem belli bir ülke içinde, hem bağımlı kılınan öbür ülkeler üzerinde uygulanabilme alanı bulmuştur.
Ülkemizde kitle kültürünün maddî tohumlarının atılışı 1950 yıllarına, yani, tekelci kapitalizmle ilişkiler içine girildiği yılara bağlayabiliriz. Hiç kuşkusuz, ülkemizde ilk sanayileşme etkinliklerine davetçiliğin ağır basması ve bu ilk sanayileşme süreci ve boyutlarının, kitle kültürünün Batı'da ortaya çıktığı Sanayi Dönemi'ne kıyasla çok daha düşük olması, yani, kapitalist üretim biçiminin kendi içinde taşıdığı çelişkilerin azgelişmişlik, ama, henüz dışa bağımlılık içinde bulunmayışı, kitle kültürünün o yıllara kadar ortaya çıkışını engellemiştir. Ama, 1950'den sonraki kapitalistleşme süreci, kapitalizmin ülkemizdeki iç çelişmelerini de gittikçe derinleştirmeye başlayarak, kitle kültürünün oluşmasına neden olmuştur.
Hiç kuşkusuz, bu olgunun toplumsal-ekonomik nedenlerinin başında, çarpık kapitalistleşme yatmaktadır. Gerek azgelişmişlik, gerekse dışa bağımlılık yüzünden, kapitalist yeniden üretimin önkoşullarını yaratmayan burjuvazimiz, kendi maddî ve manevî kültürünü de sonunda çarpık bir biçimde yaratmak zorunda kalmıştır. Özellikle, yurt dışına büyük ölçüde işçi göçü yanı sıra, kırlardan kentlere büyük ölçüde göç sonucu, kent nüfuslarının olağanüstü hızla artışı; "sanayileşme atılımı" gereği kentlerde yarı-emekçi ve gizli işsiz yığınlarının çoğalışı, aynı zamanda, toplumsal-sınıfsal konumunu yitirmiş kitlelerin yoğunlaşmasına yol açmış; genelde yoksullaşmış çarpık bir toplumsal-ekonomik yapıyı (bu anlamda "lumpen kültür"ü) oluşturmuştur. Hele kapitalistleşme sürecinde çelişkin yönelimler, yani, sanayileşme etkinliklerinden tarımsallaşma etkinliklerine, iç tüketim ekonomisinden dışsatım politikası ile liberalleşmeye dönüşümler; dönem dönem, ticarî burjuvazi ile sınaî burjuvazi, devletçilik ile malî oligarşi arasındaki iç çelişmeler, öte yandan, sürekli "enflasyon" ve "devalüasyon", kapitalist üretim biçimini tam bir "maddî kültür anarşisi" içine sokmuştur. Böylesine bir "maddî kültür anarşisi"nin "manevî kültür anarşisi"ne yol açmaması ya da böylesine bir üretim biçimi ile kitlelerin kültürel gereksinimleri arasındaki çelişkinin gittikçe derinleşmesi, hiç kuşkusuz, olanaksızdır. Nitekim, ülkemizde "lumpen kültür" olarak kitle kültürünün, tarihsel göreceliği içinde, en çok yaygınlaştığı dönemin, ülkemizin "70 sente muhtaç olduğu" dönem olması hiç de rastlantı değildir.
Ayrıca, bütün bu "maddî kültür anarşisi"nin ve "çarpık üretim biçimi"nin temel bir nedeninin dışa bağımlılık oluşu; yani, yukarıda değindiğimiz gibi, maddî ve manevi kültür emperyalizminin dayatması altında bulunuşumuz, hiç kuşkusuz, toplumumuzda kitle kültürüne bağlaşık başka bir olgunun, "montaj kültürü" ya da "aranjman kültür" diyebileceğimiz bir başka olgunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Uyumlu, bütünsel ve sürekli bir yeniden üretim koşullarının yaratılamaması, sonunda, (tıpkı ulusal sanayinin ya da "sanayileşme" etkinliklerinin yozlaştırılması örneğinde de görüldüğü gibi), üretimin yozlaşmasına ve ortada doğan boşluğun yabancı kitle kültürüyle doldurulmasına neden olmuştur. Onun için, "montaj" ya da "aranjman" kültür, toplumumuzun bu tür bir yozlaşmış üretim biçimine bağlı olarak, kitle kültürümüzün kendine özgü bir özelliği biçiminde ortaya çıkmıştır.
Öte yandan, kitle kültürünün, gerek ulusal, gerekse uluslararası boyutlarda varlık alanını genişletebilmesinin başlıca bir maddi nedeni de "kültür endüstrisi" ve "kitle iletişim araçlarına egemenlik"tir. ama burada önce kapitalizmin özünden bir çelişkisinden söz açmak gerekiyor. Şöyle ki, kapitalizm, kendi sistemi gereği ne denli toplumsal kötülüklere yol açıyorsa, kendi çıkarları uğruna bu kötülüklerden o denli yararlanmaya, bunları birer kâr mekanizmasına dönüştürmeye bakar; çünkü, toplumsal kötülüklerin varlığı kapitalizmin yine kendi çıkarıdır. (Söz gelişi, âhlaksızlık ne denli çok para getiriyorsa, daha çok kazanç için o denli çok âhlaksızlık yolları artar; ya da, çok çeşitli biçim ve kılıklarda, hırsızlık ne denli çok artarsa, onu önlemeye çalışan önlemlerin, örneğin, kilit, kasa, alarm sistemi vb. yapımı ve ticareti ile ona bağlı kurumların varlığı, örneğin, bankaları özel koruma polis sistemi, vergi denetim kurulları, kaçakçılık mahkemeleri artar.) Bu olgu, aynı zamanda, "paranın dönüştürücü gücü"ne, yani paranın iyi'yi kötü, güzel'i çirkin yapan olumsuz özelliğine bağlıdır.
İşte bu nedenle, kapitalizmin genel çelişkisine bağlı olarak, sermaye de özellikle son yüzyılda, bu yönde çoğalarak "kültür endüstrisi"nin ortaya çıkmasına yol açmış, kültür değerleri ve ürünlerinin birer ticarî meta olarak alım satımı özel bir kazanç sektörünü oluşturmuştur. Buysa, bir yandan "eğlence endüstrisi"ni, öte yandan da "sanat ticareti"ni doğurmuştur. Yukarıda verdiğimiz örnek doğrultusunda açıklarsak, kültür değerleri ve ürünleri kâr mekanizması içine sokuldukça kendi özlerine aykırılaşmaya, ama, kazanç oranını arttırmaya yaramışlardır.
Bu arada, ine son yüzyılda, sınai-teknik üretimdeki gelişmeler sonucu, kültür endüstrisi, kitle iletişim araçlarına egemenliği de getirmiş; kamu aracılığıyla kültürel iletişim zengin bir kazanç kaynağı olmuştur. Kendisinden de anlaşılacağı gibi, gerek kültür endüstrisi, gerekse ona bağlı kitle iletişim araçlarına egemenlik, hiç kuşkusuz, kitle kültürünün uluslararası ölçekte yaygınlaşması demek olmuştur.
Nitekim ülkemizde de, son yıllarda kendi çapında bir kültür endüstrisi doğmuştur. Gerek kültür ürünlerinin artık ülkemizde de kârlı bir duruma gelmiş olmasından ötürü kapitalizmin daha önce boş bıraktığı bu alana el atması, gerekse ülkemize özgü biçimde, "çok çabuk ve kolay kâr" mekanizmasının devreye girmesi, kültür endüstrisini hızlandırmıştır. Yine çarpık kapitalizmin belirgin bir sonucu olarak, "eğlence endüstrisi" ülke çapında boy atarken, "sanat ticareti" de büyük boyutlara ulaşmış; bu arada, kitle iletişim araçlarına sermayenin gitgide egemen olması sonunda, kitle kültürü geniş bir yaygınlık alanı kazanmıştır. Hiç kuşkusuz, burada, ülkemizdeki kitle üretim araçlarına egemenliğin, yine dışa, yani uluslararası kitle iletişim araçları tekellerine bağlı olduğunu unutmamak gerekir; çünkü ülkemizde kitle kültürünün yaygınlaşması büyük ölçüde bu yolla olmaktadır.
En önemlisi de, yukarıda belirttiğimiz nedenler dolayısıyla kitlelerin üretken emeklerinin ve üreticiliklerinin baskı altına alınması, çarpıtılması ve birer ticari metaya dönüştürülmesi sonunda, kitlelerin çarpık kültür ürünleri ve değerlerinin üreticisi kılınmasıyla, bir anlamda, edilgenliğe sürüklenmeleri, daha doğrusu, kendi özleri yabancılaştırılmış bir tüketim içine sokularak, gerçek yaratıcılıklarını yitirmeleridir. Hiç kuşkusuz, bunun genel toplumsal-ekonomik nedeni, kitlelerin "tüketim toplumları"nda, "tüketim kültürü" içinde tutulmalarıdır. Çünkü, bilineceği gibi, kültürün gelişmişlik düzeyi, insanın çevresini insanileştirmesinin bir göstergesi olduğu kadar; kültür ürünlerinin niteliği de, insanın yaratıcılık düzeyiyle ölçülüdür. Onun için, kültür, yalnızca insanın ürettiği maddi ve manevi değerleri bize göstermekle kalmaz, ama aynı zamanda, insanın yaratıcı etkinliğinin kendisini de içerir, yani, insanın yaratıcı etkinliği kültürel değerlerin tümünde kendi nesnelleşmesini bulur. Böyle aldığımızda, kültürel değerleri yaratıcı emeğin değil, ama paranın ve kârın oluşturduğu tüketim toplumlarında, kitleler açısından, genel bir kültürsüzleşme olgusunun da ortaya çıkmış olduğunu görürüz. Kültürel değerlerin üreticisi değil, ama geniş tüketimin aracısı durumuna indirgenen kitlelerin, dolayısıyla, kitle kültürü içine sokulmaları hiç de rastlantı değildir. Bu nedenle, kitle kültürünün, aynı zamanda, tüketim kültürü, yani, "kültürsüzleşme" olduğunu burada çok haklı olarak söyleyebiliriz.