İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - P.u.S.u

Sayfa: [1] 2 3 ... 7
1
Genel Kültür / Bilim Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 07:10:27 ÖS »
Bilim Kültürü

Bilim kültürü yeni bir kavram olarak son yıllarda sıkça kullanılmakta olup, ancak içeriği konusunda tam bir netlik görünmemektedir. İlk bakışta bu kavram insana bilim ve kültürün birleşmesinden oluşmuş izlenimi veriyor olabilir. Bilim ve kültür denilince insanların akılına neler gelir; ya da gelmeli? Bilim kültürü deyince de öyle!... Asıl sorun neyi, nasıl anlamalıyız, bilim kültürü deyince beklentimiz ne olabilir. Aslında bu soruların yanıtını kimse tam olarak bilmiyor. Bilinmeyeni bilmek için belli kurallar ve ölçütler doğrultusunda yapılan faaliyetlerin tümüne bilim diyebilir miyiz? Ünlü düşünür Bertrand Russel‘a göre “bilim, gözlem yoluyla ve bu gözlem üzerine kurulmuş akıl yürütmeyle, önce dünya ile ilgili belirli olguları sonra da bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma ve geleceğin önceden kestirilmesini olanaklı kılma girişimidir”. Ünlü bilim tarihçisi Adnan Adıvar diyor ki “bilim, gerçeklikler arasındaki bağıntının tümüdür”. Bütün bu tanımlardan çıkan ortak görüş, bilimin evrende olup biteni öğrenme gereksinim ve isteğinden doğduğudur. Amacı da, olup bitenlerin iç yüzünü, yani gerçeği bulmak, ortaya çıkarmak ve geleceğe ilişkin kimi varsayımlarda bulunabilmektir. Bilimle ilgili olarak daha birçok tanımlamalar yapılmıştır ve herkes tarafından kabul edilmiş tek bir tanımı yoktur. Bilim felsefecileri neyin bilim olup olmadığı konusunda tartışmalarını sürdürmektedirler. Kültür de öyle!...

Araştırmacılar kültür için yüzlerce tanımın yapıldığını ortaya koymuş bulunuyorlar. Türk dil kurumu sözlüğünde kültürün tanımı şöyle verilmektedir: “bir topluluğun bütün fertlerinin sahip olduğu, olayları ve meseleleri karşılayan, duyuş, düşünüş şekilleriyle tarih içinde meydana gelen fikir ve sanat verimleri ve değer hükümlerinin bütünü”. Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi adlı kitabında kültürün tanımını şöyle veriyor: “kültür, bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü dil, duygu, düşünce, inanç, sanat ve yaşayış öğelerinin tümüdür. B. Malinowski’ye göre ise “kültür, insan gereksinimlerinin karşılanması için doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak çalışan araç ve gereçler ile gelenek-görenekler ve bedensel veya düşünceyle ilişkili alışkanlıkların tümüdür”.

Dikkat edilirse bütün bu tanımlarda bilim ve kültür iki bağımsız kavram olarak geçmektedir ve aralarında nasıl bir ilişki olduğu açık değildir. O halde bilim ve kültür deyince ne anlıyoruz. Buradan yola çıkarak bilim kültürünü nasıl tanımlayabiliriz.

Bilim, bilgi temeline yani bilmek istek ve yeteneğine dayanan bir istem, bir gerçekler ve değerler topluluğudur. Kültür de öncelikle onu bilmekle edinilen ve sürdürülebilen bir bütün olduğuna göre, bilgi/bilim, kültürün ayrılmaz bir parçası demektir. Kültürü oluşturan öğelerden biri olan bilgi/bilim aynı zamanda onun yapılmasını öngördüğü ya da yasakladığı etkinlikleri, eylemleri yönlendirmeye yarayan düşünsel bir davranıştır. Bu nedenledir ki bilim/kültür ilişkilerini inceleyen B. Malinowski gibi düşünürler, bilimsel davranışlardan ve bunu değerlendirme yeteneğinden yoksun kalan toplumların, kültürlerini, dolayısıyla da kendi varlıklarını devam ettiremeyeceklerini öne sürmüşlerdir.

Gerçekte insanlar bir bakıma alışkanlıklarının ve geleneklerinin tutsaklarıdırlar. Kişi, zorunlu olmadıkça alıştığı şeylerden kolayca vazgeçemez. Bireylerden oluşan toplumlarda da bu eğilim ve davranış sezilir. İşte bilimin etkisi ya da gücü burada belirmektedir. Bilim felsefecimiz Aydın Sayılı’nın deyimi ile “bilim, toplumların durağanlaşma, canlılığını yitirme eğilimlerini önleyen, onlara canlılık getiren bir etmen olarak ortaya çıkmaktadır”.

Uygarlığın temel öğelerinden biri olan kendini yenileyebilme, kendini aşabilme yetisi belli oranda kültür için de geçerlidir. Toplum hayatındaki en büyük gelişmeler bilimden kaynaklanan, bilime dayananlardır. Bilim, biryandan teknolojinin yol açtığı maddi değişme ve dönüşümleri büyük ölçüde temellendirirken, öte yandan da görgü ve kavrayış ufkumuzun gelişmesini, manevi hayatımızın sağlam düşünce temelleri üzerine oturmasını sağlar ve böylelikle de manevi hayatımıza, tinsel yaşam ve yaşantımıza, değer yargılarımıza yön vermeye yarar. Böylece bilim, insan hayatı için de güven verici bir kılavuz yerine geçer. Bunun sonucunda insanlar “bilimle düşünmek” alışkanlığını kazanır. Bu gerçekleştiği taktirde insanların bir bilim kültürüne sahip olduğu söylenebilir.

Bilim kültürü; insanların bilimin önemine inanması, bilimle ilgilenmesi, bilime destek vermesi, bilimin dışında yol gösterici aramaması için çok gerekli olan yüce bir kazanımdır. Bilim kültürü gelişmeyen toplumlarda bilmin gelişmesi ve ürüne dönüşmesi pek mümkün olamaz. Bilim kültürü olmayan uluslar bilgi üretemez, yaşamını değiştiren bir şey yapamaz. İnsanın yaşamını kolaylaştıran, değiştiren, geliştiren önemli buluşlar bilim üretmenin sonuçlarıdır. İnsanın hayatını değiştirmeyen ve etkilemeyen, pratik hayata uygulanamayan hiçbir buluş, buluş değildir.

Konuya bu açıdan bakıldığında toplumumuzun bilim kültürünü yükseltebilmemiz için daha çok büyük işler yapmamız gerektiğini görüyoruz. İnanıyoruz ki gerekli ortam ve destek verildiği ve eğitimimizi şimdiki klasik ezberci eğitim sisteminden kurtardığımız takdirde Türk ulusunun özünde var olan o yüksek kültür açığa çıkacaktır. Türk ulusu büyük bilimsel buluşlarını gerçekleştirecek, çağdaş medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır!...


Prof. Dr. Süleyman BOZDEMİR

2
Genel Kültür / Aşçılık ve Mutfak Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 07:04:29 ÖS »
AŞÇILIK, besinlerin yemek için hazırlanması demektir. Besinleri pişirmenin birkaç nedeni vardır. Pişirildikleri zaman besinlerde oluşan değişiklikler, bazılarının yenme ve sindirilme­sini kolaylaştırır. Pişirmenin ayrıca besinlere iyi bir tat kazandırdığına inanırsak da, aslında bu genellikle belirli besinleri pişirerek yeme­ye alışık olduğumuz ve çiğ yeme düşüncesin­den hoşlanmadığımız içindir.
Besinleri pişirmenin başka bir nedeni de onları bozulmadan saklamaktır. Pişirme, be­sinlerde bulunabilecek birtakım parazit ya da bakterileri öldürür ya da etkilerini geciktirir. Bu amaçla kurutma, isleme, dondurma ya da salamura yapma gibi başka yöntemler de uygulanabilir (bak. gıda teknolojisi). "Aşçı­lık" terimi bu yöntemlerin tümünü ve aynı zamanda çiğ besinin yemek için hazırlanması işlemini de kapsar.

Aşçılık yalnızca zorunluluk nedeniyle yapıl­maz. Gerek kendisi, ailesi ve dostları için yemek pişiren pek çok kişi, gerek bu işi bir geçim kaynağı olarak yapanlar, yemek pişir­mekten zevk duyarlar. Aşçılık bilgi gerektirir. Aynı zamanda bir sanat dalı da sayılabilece­ğinden, yemekleri iştah açıcı bir biçimde sunmak, aşçılık sanatının bir bölümüdür. İskoç yazar James Boswell, öteki canlılar arasında yalnızca insanın yemek pişirebildiği­ne ve iştah açıcı bir sofra kurabildiğine dikkati çekerek "kendi yediğine çeşni katan herkes az çok bir aşçıdır" demiştir.

Her ülkenin kendine özgü, geleneksel bir aşçılığı vardır. Bu, o ülkede bulunan besinle­re, tarihin farklı dönemlerinde yaşamış olan insanlara, iklime, din ve görenekler gibi birçok etmene bağlı olarak değişir.
17. yüzyıldan beri, Fransız mutfağı batı dünyasının mutfağını etkilemiştir. Bu neden­le, aşçılıkta genellikle Fransızca terimler kul­lanılır. Bununla birlikte, artık dünyada farklı aşçılık üsluplarının kaynaşmaya başladığı da görülmektedir.


Eski Çağlarda Aşçılık
Toprak altından çıkarılan, tarihöncesi dö­nemlerden kalma çanak çömlek parçalan, çakmaktaşı, hayvan kemikleri gibi buluntu­lardan, insanların nasıl yemek pişirdiklerini biliyoruz. Besinleri pişirme olanağından yok­sun olan ilk insanlar, hayvan avlar, böğürtlen, meyve, yaprak, kök toplar ve bunları doğada buldukları gibi, çiğ olarak yerlerdi. Aynca, besinleri nasıl bozulmadan saklayabilecekleri­ni de bilmedikleri için, her gün yiyecek aramak zorundaydılar. Ateş yakmayı bulduk­ları zaman ısınma ve vahşi hayvanları uzaklaş­tırma olanağına kavuştular. Besinlerin ateşte pişirilince daha lezzetli olduğunu, belki de bir rastlantı sonucu buldular.

İlk insanlar için pişirmenin en basit yolu, eti bir sopaya geçirip ateşin üzerinde kızartmak­tı. Sonraları, kızgın taşlar üstünde pişirmeyi öğrendiler ve belki de yapraklara sardıkları yiyecekleri közde pişirdiler. Tahıllar lapa haline getirildikten sonra, bir tür basit ekmek yapmak üzere, kızgın taşlarda pişiriliyordu. İlk fırınlar taş ve kızgın korların döşendiği çukurlardı.

Bir sonraki aşamada, çukur yerine toprağın üstünde, biri dumanın çıkmasına olanak ve­ren, biri de havalandırma sağlayan iki deliği olan, sıcaklığı içerde tutmak için önüne bir taş kapak koyulan fınnlar yapılı'ı. İnsanlar içine büyük bir hayvan postu döşedikleri çukurlar­da, yiyecekleri haşlamayı da öğrendiler. Bu çukurlar suyla dolduruluyor ve ateşte kızdırıl­mış taşlarla, kaynama derecesine kadar ısıtılı­yordu. Kamış sepetleri, balçık sıvayarak sert­leştirmeyi de öğrenen insanlar bu "tencerele­ri", suyla doldurarak ya da susuz olarak ateşin üzerine yerleştiriyorlardı. Böylece, aşçılığın iki ana yöntemi geliştirilmiş oldu: Kuru ola­rak fırınlama ve sulu olarak haşlama ya da buğulama.
Toprak fırınlar, dünyanın bazı yerlerinde hâlâ kullanılmaktadır. Örneğin, Papua Yeni Gine'de yaşayan Wola halkı iki tür toprak fırın kullanır: Bunlardan birinde az sayıda kişi için sebze pişirilir; uzun bir çukurdan oluşan öteki fırın ise domuz avından sonra, çok sayıda kişiye domuz eti pişirmek içindir.

Yunan ve Roma Mutfakları
Epeyce örgütlenmiş olan Yunan ve İtalyan toplumlarında, işlerin çoğunu köleler yapar­dı. Aşçıbaşı da bir köleydi, ama emrinde çalışan birçok işçi vardı ve ev hizmetlerine bakan öteki kölelere, yani fırıncılara, kasap­lara, ateşçilere, şaraplardan sorumlu kilerciye ve yemeklerin zehirli olmadığından emin ol­mayı sağlayan çeşnicibaşıya bir efendi gibi hükmederdi. Demirden ve topraktan tencere­ler, tavalar ve tabaklar kullanılırdı. Kaşık vardı, ama yiyecekleri bıçakla kestikten sonra herhalde elleriyle yiyorlardı. Onların yemek­lerinin çoğurun tadı bize tuhaf gelebilir. Et ya da balığı genellikle bal ya da meyve ile pişiriyorlardı. Ziyafetlerde, yemekleri bazen inci ya da değerli taşlarla süslüyorlardı. Sürp­riz yapmayı da seviyorlardı. Bir Roma ziya­fetinde, çörekten yapılmış büyük bir "yumur­ta" açıldığında, yumurta sarısının içinden minicik pişmiş bir kuş çıkmıştı. Romalılar besi hayvanlarının yanı sıra deve ve fil eti de yerlerdi.

3
Genel Kültür / Eskimolar
« : Haziran 05, 2009, 07:03:25 ÖS »
Kanada, Sibirya, Grönland, Alaska gibi Kuzey Kutup Bölgesi'ne yakın kesimlerde yaşayan insanlara verilen addır. Bazı Amerika Yerlileri Eskimo sözcüğünü "yabancı" anlamında da kullanır. Bugün yer­yüzünde Grönland'da 40 bin, Kuzey Kanada'da 23.500, Alaska'da 35 bin ve SSCB'de 1.500 olmak üzere 100 bin dolayında Eskimo yaşamaktadır.

Geleneksel Eskimo Toplumu

Eskimolar'ın ataları, bundan 10-15 bin yıl kadar önce Sibirya ile Alaska'nın birleşik olduğu dönemde, Asya'dan Kuzey Amerika' ya göç etmişlerdi. Eskimolar binlerce yıl boyunca, hiçbir bitkinin yetişmediği soğuk bölgelerde balıkçılık, avcılık ve toplayıcılıkla geçindiler. Rengeyiği, fok, balina ve balık avlamak için oradan oraya dolaşmak zorun­daydılar. Avlarını zıpkın, mızrak ve okla yakalarlardı. Eskimolar'ın kendilerine özgü ilginç avlanma yöntemleri vardı. Örneğin, buz altında yüzen fokların soluk almak için bir hava deliğine gereksinmesi olduğunu bilir­lerdi. Fokun soluğuyla ısıtarak buz tabaka­sında açtığı deliği bulan avcı deliğin kenarın­da bekler ve hava almak için deliğin altına gelen foku mızrağını saplayarak öldürürdü. Yazları ağ ve zıpkınlarla avlanan Eskimolar, kışın deniz donduğunda buzda delikler açıp oltalarını suya sarkıtırlardı.
Eskimolar avladıkları hayvanın etini kuru­tarak ya da dondurarak saklar ve çoğunlukla çiğ olarak yerlerdi. Derisinden giysi ve çadır; kas kirişlerinden dikiş ipliği; kemiklerinden iğne ve zıpkın kancası yapar; yağını da aydın­lanma ve ısınmada kullanırlardı. Giysileri fok derisinden olur, hava durumuna göre kürkün ya içini ya dışını kullanırlardı. Oyarak biçim­lendirdikleri kemiklerden ve mors dişlerin­den küçük heykelcikler ve takılar yaparlardı.
Katı kar bloklarından kubbe biçiminde olan Eskimo evlerinin duvarları derilerle kap­lanır; evlere, rüzgârı kesmek için yapılan, dönemeçli bir koridordan girilirdi. Irmak ağızlarında ya da sıcak su akıntılarından etkilenen yerlerde ise deri çadırlarda ya da ahşap kulübelerde yaşarlardı.
Kuzey Kutbu'nda ağaç, yakılamayacak ka­dar değerli olduğundan Eskimolar balina ve fok gibi hayvanların yağını yakacak olarak kullanırlardı. Uzun kış gecelerinde eskiden yağ kandilleri, sonraları gezginlerin getirdiği gaz lambalarını kullandılar.
Eskimolar karada, köpeklerin çektiği kı­zaklarla yolculuk ederler; denizde ise hayvan derisinden yapılmış, kanoya benzeyen kayık­lar kullanırlardı {bak. Kano). Batı Grönland' da ve öteki yerleşim bölgelerinde, balina avlamada ve taşıyıcılıkta daha geniş kayıklar­dan yararlanırlardı. Eskimolar yaşamlarını sürdürmek için, bulundukları bölgenin sert iklimine uyum sağlamakta çok başarılı olmuş­lardır.

Günümüz Eskimo Toplumu

Son yüzyılda Eskimolar'ın yaşamında oldukça önemli değişiklikler oldu. Eskimolar'ın yerle­şim bölgelerine gelen Avrupalı tüccarlar ve misyonerler gelenek ve göreneklerini de birlikte getirdiler. Eskimolar avladıkları hay­vanların postlarını Avrupalılar'ın getirdiği ye­ni ürünlerle takas etmeye, tüfek ve tahta ka­yıklar kullanmaya başladılar. Eskimolar ara­sında Hıristiyanlık dinini yaymaya çalışan mis­yonerler, Eskimo dilini yazıya dökerek özel bir alfabe geliştirdiler. Bu alfabe bugün Kana-da'daki Eskimo gazetelerinde kullanılmak­tadır. Kanada'nın kuzeyinde yaşayan Eskimolar'ı Kanada yönetimi yerleşik bir yaşama özendirmeye çalışmıştır.
Avrupalılar'ın etkisiyle gelenek ve göre­neklerinin çoğunu yitiren Eskimolar'ın bir bölümü bugün çağdaş mobilya ve gereçlerle donattıkları prefabrik evlerde yaşıyor, köpek­lerin çektiği kızaklar yerine kar otosu, motor­lu kızak ve motorlu kayıklar kullanıyorlar. Yalnızca yemek için avlanıyor, hayvan postla­rı yerine hazır giysiler giyiyorlar. Bütün bunlan satın almak için paraya gereksinim duyan Eskimolar, eskisi gibi avcılık, balıkçılık yapa­cak yerde artık petrol rafinerilerinde ve ma­denlerde işçi olarak çalışıyorlar.

Eskimolar'ın Kimlik Arayışı

Bununla birlikte Grönland ve Labrador'da yaşayan Eskimolar arasında morina, fok ve mors avcılığı hâlâ sürüyor. Kuzey Alaska'da yaşayan Eskimolar 54 tonluk balinaları avla­makla ünlüler. Günümüzde Avrupalılar'ın getirdiği yeni yaşam biçimine ve kentlere uyum sağlamakta güçlük çeken Eskimolar arasında içki bağımlılarının sayısının gittikçe arttığı gözleniyor. Avrupalılarla kurulan iliş­kiler, kızamık ve grip gibi bulaşıcı ve ölümcül hastalıkları da beraberinde getirdi. Tüm olumsuzluklara karşın Eskimolar gelenek ve göreneklerini korumaya çalışıyorlar. Dani­marka'ya bağlı bir ada olan Grönland'da ya­şayanlar ise kendi parlamentolarını kurarak içişlerinde özerk olmayı başarmışlardır.

Avrupa dillerinden çok farklı olan Eskimo dili, birçok yerel lehçeyi içerir. Bu nedenle başka başka yerlerde oturan Eskimolar bir­birlerini anlamakta güçlük çekerler. Ne var ki, Avrupalılarla olan ilişkiler Eskimo diline Avrupa dillerinden birçok yeni sözcüğün gir­mesine yol açmıştır. Bugün kullandığımız anorak gibi sözcükler ise Eskimo dilinden batıya geçmiştir. Eskimolar çocuklarını Avru­pa dillerinde eğitim veren okullara gönder­mekle birlikte, kimliklerini korumak için ken­di dillerinin kullanılmasında ısrarlıdırlar. Ge­lenek ve göreneklerinin korunması Eskimolar için önemlidir. Bu nedenle erkek çocuklara, bugün de avcılıkta konaklama yeri olarak kul­lanılan eski Eskimo evleri gibi barınakların nasıl yapıldığı, avlanacak hayvanların ne gibi alışkanlıkları olduğu öğretilir. Kızlar ise hay­van postlarından giysi dikmeyi ve güzel doku­malar yapmayı öğrenirler.

4
Genel Kültür / Kitle Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 07:01:30 ÖS »
KİTLE KÜLTÜRÜ

Kitle kültürü, öncelikle, toplumlardaki "kültürel çöküşme"nin bir gösterimidir. Bu kültürel çöküşme, bize aynı zamanda, toplumlardaki "Kültür bunalımı"nı gösterir. Bu kültür bunalımı ve kültürel çöküşmenin temelinde de, burjuva insanlık idealleriyle toplum düzeninin buna elvermezliği arasındaki derin çelişki yer alır. Buysa, burjuvanın ideal ve çıkarlarının tüm toplumun ideal ve çıkarlarıyla uyumlu hale getirilememiş olması demektir; çünkü, kapitalist üretim biçimi, yabancılaştırma özelliğinden ötürü, üretimi dolayısıyla kültürü insani kılamamakta, dolayısıyla, insanın çevresini insanileştirmesi demek olan kültürü topluma yerleştirememektedir. Çünkü, insanın çevresini saran dünyanın öylesine düzenlenmesi gerekir ki, insan bu çevrenin içinde gerçekten insani olan şeylerin deneyini edinebilsin; yani, eğer insanı biçimlendiren kendi çevresiyse, çevresinin insanileştirilmesi gerekir. Oysa, kapitalist üretim biçimi, insanın çevresini kendisine insani kılamayışıyla, yani, kültürü insani olmaktan çıkarışıyla belirgin özelliğini kazanmaktadır. Bu durumda çevrenin (toplumun) salt kapitalist tüketim kültürüne göre düzenlenişi demek, kültürün "para kültürü"ne göre kâr mekanizmasına göre düzenlenmesi, tüketen kitle kültürünün sonunda yaratılması demektir ki, bunun genel maddi-manevi nedenlerini daha önce görmüş bulunuyoruz. O zaman şunu söyleyebiliriz ki, kitle kültürü'nün başlıca özelliği, kültürün insana, "yabancılaşması"nın, yani, "kültürsüzleşme"nin, "kültürün kendi özüne aykırılaşması"nın bir anlatımı olarak, "insani olmayışlık"tır; yani, "gayri-insani kültür"dür kitle kültürü.

Bunun doğal bir sonucu olarak, ikinci başlıca özelliği, "soysuzlaşma", ya da "çarpıklaşma", "gitgide bozulma", "niteliksizleşme"dir. Burada, daha önce açıklamaya çalıştığımız, kitle kültürünün oluşmasına yol açan maddi-manevi nedenlerin büyük etkisini görmemek olanaksızdır. Örneğin maddi kültür anarşisine bağlı olarak manevi kültür anarşisi'nin, değer karmaşası'nın getirdiği çarpıklık; lumpenleşme, sınıf-yitirme olgusunun yol açtığı niteliksizleşme; özellikle kültür emperyalizmi sonucu soysuzlaşma, tüketim ekonomisinin sanatsal-kültürde yol açtığı bozulma; bir de tüm bunların birbirleriyle karşılıklı ve içiçe etkileşmesi!

Hele bu yönde ülkemize baktığımızda, kitle kültürünün ne denli tehlikeli boyutlara ulaşmış olduğunu görürüz. Çünkü, şunu hemen anımsatalım, kitle kültürü yalnızca yoksul kitlelerin değil, ama tüm toplumsal kesimlerin tüketimine ve etkilenme alanlarına uzandırılmış bir kültür olup, ülkemizde burjuvazinin kendisini de derinden etkilemektedir. Bunun başlıca bir nedeni, burjuvazimizin güçsüzlüğü olduğu kadar; "çabuk zenginleşme" sonucu, egemen kesimlerin kendilerinin de kesin bir kültür bunalımı içinde oldukları, kültür emperyalizmi öğelerini olduğu kadar, feodal kültür öğelerini de bir arada yaşamaları, dolayısıyla, soysuzlaşma'ya, çarpıklaşma'ya, niteliksizleşme'ye zaten açık oluşlarıdır. (Bu anlamda, örneğin, sosyetede verilen "Dallas partileri" ile sokaktaki "Dallas kebapçısı" arasında bir fark yoktur). Dışa bağımlı az gelişmiş, çarpık kapitalizmin, hiç kuşkusuz, kaçınılmaz sonuçlarıdır bunlar. Nitekim, bizim vurgulamak istediğimiz şey de, ülkemizdeki kitle kültüründe görülen olumsuz özelliklerin, burjuvazinin kültür özelliklerinin yalnızca sonuçları değil, ama onun nedenleri de oluşudur. Bu nedenle kaygımız, kitle kültürü'nün neredeyse tüm bir toplum kültürü haline gittikçe dönüşmesidir, çünkü, yeniden üretimi, gerçek ilerlemeye yönelik üretimi elinden alınmış burjuva kültürümüzü sanırız gittikçe daha çok "kültürsüzleşme"den, "aranjlaşma"dan başka bir son beklemiyordur. (Kitlelerin "dolmuş müziği"nin aynı zamanda burjuvanın "gazino müziği" oluşu, "ulusal kültür"ün bir belirtisi değildir her halde).

O zaman şunu da söyleyebiliriz ki, "kitle kültürü"nün yukarıdaki nedenlere doğal bağlantısı sonucu bir başka özelliği de "kişiliksizleşme"dir. Ülkemizde herhangi bir sanatsal-kültürel olgu, ne denli kişiliksizleşiyorsa o denli kitle kültürü içinde yer alıyordur, ya da tam tersi, kitle kültürü toplum içinde ne denli yaygınlık kazanıyorsa, toplum da o denli kişiliksizleşiyordur. "Kültür bunalımı" içinde yaşayan toplumlarda, "kültür kişiliği" aramamız doğal olacak. zaten kitle kültürünün herkese uygun düşecek (yani, herkesin insani kişiliğine aykırı düşecek) hale getirilmesinin nedeni de budur. Öyle ki, çarpık üretimin, tüketim ekonomisinin, kendisini oluşturan maddi-manevi nedenlerin tüm sonuçlarının gücüne bağlı olarak, kitle kültürü ortada nitelikli olan ne varsa onu niteliksizleştirmekte, soysuzlaştırmakta, "gayri-insani" hale getirmektedir. Kişilerin estetiksel beğenilerinin düzeyini en aşağısına indirgemekte, herkesin en diplerdeki ortak paydada buluşacağı estetiksel beğeniyi oluşturmaktadır.

Tüm yukarıda sözünü ettiğimiz özellikle birleşecek biçimde, onların ayrılmaz bir parçası olarak, kitle kültürünün bir başka özelliği de, çöküşmüş burjuva ideolojisi'ni yansılamasıdır. Bunun en belirgin yanıysa "gerçeklikten kopma"dır. Bir "ikame kültür" olarak, bir "bilinçsizleştirme", "zihniyetsizleştirme" olarak kitle kültürünün çöküşmüş burjuva ideolojisini gündelik bilinç içinde kendinde taşıyışını göz önüne alırsak, onun bütün gerçeklikten kaçma özelliklerini de birlikte görürüz. Bunun başlıca belirtisi, toplumsal ham hayallerin, aldatmacaların, yanılsamaların yaratılmasıdır; gerçekleştirilemeyen insanlık ideallerinin yerine ham hayallerin ikame edilmesi, çöküşmüş burjuva ideolojisi için kaçınılmazdır. "İnsanın değişmez doğası!" gibi sunulan bu "gayri-insani" insan özellikleri tüm kitle kültürünün en ağır basan yanıdır. Bu nedenle, kitle kültürü sanatı, toplumsal gerçeklikten kaçma, ya da sahte-gerçeklikler üstüne kurulmalarla doludur. Yanılsamalara dayanan, kadercilik, kötümserlik, umutsuzluk; zorbalık, vurdu-kırdı, suç dünyası; bilim-kurgu, doğa yıkımları, savaşlar; tüm bu "burjuva yaşamı cehennemi"nin karşıtını oluşturan "burjuva yaşamı cenneti", yani, açık saçıklık, kadın pazarı, serüvencilik; bir başka deyişle, toplumsal yaşamın yapısına "kötülük" olarak ekilmiş ne varsa, hepsi kaçınılmaz, günün "ampirik gerçeği", "insanlık durumu" olarak ortaya konur; bütün bu "cehennemi" yaratan, ama aynı zamanda onun "cenneti"nden yararlanan kapitalist toplum kahramanları (yani, "Süpermen"ler, "James Bond"lar, "J.R"lar, vs.) ise, "idoller" olarak verilir, ki burada da kitle kültürünün "bireycilik" özelliğini apaçık görürüz. Tabi, ne yazık ki, bu tür insanları ortaya çıkaramayan ülkemizde ise, "toplumsal kahraman ancak "Şaban tipinde nesnelleştirilir oysa, herkesin "kahraman" olacağı bir toplumda hiç kimsenin kahraman olamayacağı çok açıktır; tıpkı "her mahallede bir milyoner"in herkesin yoksullaşmasını gösterdiği gibi. İşte, bu anlamda, kitle kültürü,. Yukarıda da değindiğimiz gibi, kitlelerin varlıksızlaşmalarını amaçlayan "bireyciliğin propagandası"nı yapar. "Köşeyi dönme" en büyük insani amaç haline gelir; üstelik bu, herkese tanınmış bir eşitlik hakkıdır, çünkü, "talih kuşu herkesin başına konabilir"! Yeter ki insan bu çarpık düzenin nimetlerini kavramış, "uyanık" kişi olsun! Görüldüğü gibi, kitle kültürü aynı zamanda kendi içinde "zıtların birliği"ni de taşımaktadır. Yani, hem büyük "ütopyalar", hem büyük "kadercilik"; hem büyük "kahramanlar", hem küçülmüş insanlar; hem zenginleşme ideali, hem yoksullaşma; hem saldırganlık, hem boyun eğme; hem terör, hem çilecilik; yani, "insani olmayan" tüm birbirine karşıt, ama birbirleriyle bütünleşen insan özellikleri bir araya gelmiştir kitle kültüründe.

İçeriğinde, özünde çöküşmüş, biçiminde niteliksiz; üstelik tüm nitelikli sanatları ve insani nitelikleri kendisiyle birlikte soysuzlaştıran bir kültür-sanat. İşte burjuvazinin "son harikası"! Bütün bu yöndeki kitle iletişim araçlarından bunu "taksitle" satın alabilirsiniz. (Yalnız burada önemli bir yanılgıya da dikkati çekelim, kitle sanatının yaygınlaşmasını sağlayan şey kitle iletişim araçlarının varlığı değil, kitle iletişim araçlarının kullanılma biçimleridir; yani, tıpkı kitle kültürünü oluşturan şeyin teknik-sınai gelişme değil, çelişkin üretim biçiminin kendisi olması gibi).

5
Genel Kültür / Nargile Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 07:00:32 ÖS »
Nargile Tarihçesi

İlk olarak milattan önce, ibadet amacıyla yakılan tütün yapraklarının verdigi keyf ile fark edilip, hayatımızın vazgeçilmezlerinden oldu. Tarih boyunca pipo oldu, puro oldu, sigara oldu, ağızlarda çiğnendi. Ancak hiçbir şekil, tütünle "nargile" kadar bütünleşmedi.
Hindistan cevizinin dışındaki tütün benzeri tabakayı yakan ve cevizin içine soktukları kamışla keyif yapan Hintliler, asırlar sürecek olan nargile geleneğini de başlatmış oldular. Zaten ismi de Farsçada "Hindistan Cevizli" anlamına gelen "Nargil" kelimesinden geliyor. Ve nargile aradan geçen yüzyıllar sonunda bir kültür haline dönüştü.
Hindistan Cevizi zamanla yerini ilk önce kabaga ardından da porselen ve bronz gövdeli nargilelere bıraktı ve bunlarıçini, gümüş cam gövdeliler izledi. Önce iranlılar sonra da Araplar arasında yaygınlaştı.
Osmanlı ise tütünü 16. yüzyılda tanıdı. Tiryakilerin bir anda çoğalması üzerine dönemin din uleması tütün kullanımına karşı fetva çıkardı. Fetva üzerine de Padişah I. Ahmet tütün içmenin yasaklanması hususunda bir ferman yayınladı. Ancak, I. Ahmet'ten sonra tahta geçen Sultan Mustafa ve II. Osman devirlerinde tütün yasağının önemli bir etkisi olmadı.
Araplar ''sisa'', iranlilar ''kalyan'' adını verir.

Dünya'da Nargile

Nargile, Yakın ve OrtaDoğu'da, Arap Yarımadası'nda, bazı Afrika ülkelerinde, Türkiye ve Yunanistan'da gayet iyi tanınıyor ve de çok seviliyor. Böylesine rağbet gören nargileyi elbette artık Amerikalılar da görmezden gelemiyorlar. Ancak ABD ve Fransa'daki sıkı tütün kanunları özel nargile tütünlerinin ithalatına zorlaştırsa da yine de bir yol bulunup bu ülkelerde de benzeri nargile keyifleri yakalanabiliyor. İster nargile kahvesi, ister neo-orientalist kafe densin, netice itibariyla nargile içilen her yer muhabbet ve huzurun merkezi olarak büyük rağbet görüyor.
Lübnan
Günümüzde kadınlarla erkeklerin birlikte kahvelerde içtikleri nargile, ülkenin yakın geçmisteki savaş döneminde halkın, sığınaklarda bir araya gelerek sohbet etmesinde önemli bir araç olmuş. O karanlık günler biraz da nargilenin desteğiyle aşılabilmiş.
Suriye
Bu ülkede nargile içicileri daha çok yaşlı erkekler. Diğer ülkelerdekilerin aksine buradaki kahvelerde sohbet yerine daha çok gazete okumak tavla, dama ya da satranç oynamak tercih ediliyor. Suriye'nin diğer bir özelliğiyse önemli bir nargile ihracatçısı olması.
Ürdün
Ürdün'de yol kenarlarında uygun yer olsa dahi, nargile kahvelerinin teraslarda olması tercih edilmiş. Bu kahvelerde koyu sohbetlerin yanında tavla ve kağıt oynamak da son derece popüler.
Yunanistan
Özellikle Türkiye'den giden Rumlar arasında son derece yaygın olarak içilen nargile, Yunanlılar tarafından da seviliyor. Bu ülkede nargile Türk kahvesi eşliğinde içiliyor.
Mısır
Bu ülkede nargile on yedinci yüzyılın başından itibaren içiliyor. Mısır'da nargile o kadar popüler ki, her sokakta, her köşe başında nargile içenlere rastlamak olası. Genellikle yirmi dört saat açık olan nargile kahvelerinde hafif yemek servisleri de yapılıyor.
Libya
Libya'ya tütünün ulaştığı on yedinci yüzyıldan bu yana nargile içiliyor. Büyük palmiye ağaçlarının gölgesindeki lokantalarda yemek yendikten sonra kadınlı-erkekli aileler oturup nargile keyfi yapıyorlar. Libya'da nargile severlerin kendi tütünlerini içmek istemeleri olağan karşılanıyor.
Tunus
Küçük kentlerde rastlanmasa da büyük ve orta ölçekli Tunus şehirlerinde nargile içiliyor. Bu ülkede özellikle turistler nargileye büyük ilgi gösteriyorlar.
Yemen
Yemen'de de nargile oldukça yaygın bir biçimde içiliyor. Ancak Sözcük olarak "nargile" kullanılmıyor, kendi yerel dillerindeki adı tercih ediliyor.
İran
Nargile İran'ın olmazsa olmazlarından bir tanesi. Günlük yaşamda nargile bu kadar önemli olduğunda bazı ayrıcalıkları da hak ediyor. Sıkı dini kuralların uygulandığı ülkede iş nargileye geldiginde bu kurallar hafifliyor ve de kadınlar nargile kahvelerine eşleri ya da annelerinin eşliğinde gidebiliyorlar.
Hindistan
Nargilenin anavatanı Hindistan elbette bu geleneğini sürdürüyor. Bazı Hintliler nargileye o kadar düşkünler ki, seyahate çıktıklarında dahi nargilelerini yanlarında götürüyorlar.
Afganistan
Afganistan'da nargile daha çok yaşlılar tarafından içiliyor, gençler sigarayı tercih ediyorlar. Afganistan'daki nargileler alışılagelmiş görüntüden biraz farklılar, marpuç bölümü bir boru değil onun yerine kamış kullanılıyor.
Çin
Çin'deki nargile şekli de alışılagelenin son derece dışında. Daha çok büyük bir çakmağı andırıyor. Gövde bambudan ya da gümüşten yapılıyor. Gümüş üzerinde de ahşap süslemeler bulunuyor.
Fransa
Nargile salonları ilk olarak Marseilles ve Lyon'da açılmış. Bunlara daha çok "kültürel kafe" deniyor ama netice itibariyla buralarda sadece nargile içiliyor. Elbette Paris'te de bu kahvelerden bol bol bulunuyor. Bu tür kahvelerin resmi adıysa neo-orientalist kafeler.
Amerika
Amerikalılar arasında nargileyle tanışıp da onu sevmeyen yok. Bu ülkede tütün karşıtı pek çok yasa bulunmasına karşın nargileseverler buna pek aldırmıyorlar, her geçen gün nargile içilen mekan sayısı artıyor.

Nargile Kültürü

Masa - Meşe - Köşe - Ayşe
Çok eski bir keyif olduğu için zaman içinde nargileyle ilgili özlü sözler de üretilmis. ''Masa, Meşe, Köşe, Ayşe'' bunlardan bir tanesi.

Masa, içeceğinizi koyacağınız yer.
Meşe, ateşi yakmakta kullanılan odunu meşe kömürünü anlatmaktadır. Bu da yalnızca meşenin ''pirnav'' adı verilen türünden elde ediliyor.
Köşe, bu keyfin ortalık yerde yapılamayacağını,
Ayşe ise servis yapan garsonları ve servisin kalitesini anlatan kelimeler.

Nargile içmenin adabı Bir kere sigara içer gibi içilmiyor nargile. Havayı nefes alır gibi çekmelisiniz ki şişedeki su fokurdasın ve tütün yansın. Havayı ağzınıza çok yavaşça ve hafifa bir havada sürekli çekmelisiniz. Nargilenin marpuçu ağzınızda durmalı ve nargilenin fokurdadığını duymalısınız.
Tömbeki lüleye yerleştirildikten sonra üzerine odun kömürü ateşi konur. Ateşi söndürmeden, tömbekiyi devirmeden içmek maharet istiyor. Nargilenin en büyük keyfi muhabbeti, çünkü tek başına içilen nargile tiryakilere göre bir sey ifade etmiyor. İşte hem muhabbet ihtiyacından hem dumanına katlanmak zor olduğundan, nargileciler nargile kahvelerine gidiyorlar.

Muhabbet özelliği, sigaradan kurtulmanın ve nargile tiryakisi olmanın en önemli nedenidir. Eğer nargile bilerek içilirse, sigaradan çok daha az zararlı. Doğru içim dumanı içe çekmeden yapılıyor. Bir doldurum en az bir buçuk saat sürüyor, ehli olanlar bu süreyi dört saate kadar çıkarabiliyor.
İçilmesi çok zaman alan nargile acelesi olmayanların, hayatı daha bir ferah içinde yaşayanların gözdesi olarak kabul ediliyor. Sigarayı ise hayata biraz daha hirçin yaklaşanların kullandığı düşünülüyor. Bu nedenle nargile içicileri sigara içenleri kendilerine çok uzak görüyorlar, hele bir de çakmağı olmayan sigara düşkünlerinden hiç hoşlanmıyorlar. Çünkü nargilenin kömürüyle sigaralarını yakmaya kalktıklarında, nargileseverler közün doğal gidişatının bozulduguna inanıyorlar.

Nargile İçmenin Raconu :
- Nargile içimi sigara gibi değildir. Havayı nefes alır gibi çekmelisiniz ki şişedeki su fokurdasın ve tütün yansın.
- Nargile şişeinin içindeki suyun üzerinde bir hava boşluğu var ve siz marpuçtan nefes çektiğinizde gelen duman, bu hava boşluğundan geliyor. Sonra hava çıkacak başka bir yeri olmadığı için sudan vakum yapıyor ve gelen duman suyun içinde süzülerek ve soğuyarak size ulaşıyor. Sigarayla en büyük farkı da dumanın soğuk olması.
- Nargile havadar ve sakin mekanlarda içilir. Gürültülü konuşmak, etrafın sukunetini bozmak raconu da bozar.
- Asla nargile ateşinden sigaranızı yakmayın.
- Nargilenizi asla yüksek bir yere koymayınız.
- Eğer nargileyi biriyle ortak içiyorsanız, marpucunuzu direk partnerinizin eline vermeyin. Masaya bırakın oradan alsın.
- Ve asla nargilede tütüne ek başka birşey içmeyin.

6
Genel Kültür / Boşnak Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 06:52:56 ÖS »
Boşnaklar,
Osmanlı devleti döneminin ümmetçi yapısından 1960'lar Yugoslavya'sına kadar, farklı şekillerde de olsa, yüzyıllarca dine dayalı bir kimlik tanımı içinde yer almışlar, Bosna-Hersek ve Sancak'ta yaşayan Ortodoks veya Katolik Güney Slavları ise Sırp veya Hırvat milletlerinin bu bölgelerdeki uzantıları kabul edilmiştir. 1963'de Yugoslavya'nın SosyalistFederalCumhuriyet tanımına geçişi ile birlikte Bosna-Hersek Sosyalist Cumhuriyeti yönetiminde Sırpların egemen konumunun zayıflamaya başlaması Boşnaklar için yeni bir milli kimlik tanımının yolunu açmıştır. 1961'de ortaya atılan "Etnik Müslüman" terimi ile Boşnaklar bu isim altında Bosna-Hersek'in yönetiminde Sırpların ve Hırvatların yanısıra söz sahibi hale gelmişlerdir. 1968'de Müslüman milleti, dini mensubiyeti ifade eden müslüman (küçük harfle) teriminden farklı bir anlam içerecek şekilde Yugoslavya anayasasına girmiştir. (Bu anlama göre, örneğin, Yugoslavya Arnavutları, (ekseri) müslüman olup, Müslüman değildiler.). Bosna-Hersek'in bağımsızlığını kazanmasından sonra ise, Boşnak terimi milli bir anlam kazanmış olup, evrimini halen sürdürmektedir.
Bu anlamda Sırbistan-Karadağ2002 ve 2003 nüfus sayımı verilerine ve bireylerin kendi tanımlamalarına göre önemli bir Boşnak nüfus bulunmaktadır. Sözkonusu veriler şu şekildedir:
Sancak'ta; Boşnaklar 193,026 kişi (toplam nüfusun % 45.31'i), Sırplar 156,852 kişi (toplam nüfusun 36.82%), Karadağlılar 29,892 kişi (toplam nüfusun % 7.02'i), Müslüman milleti 27,047 kişiye (toplam nüfusun % 6.35'i);
Karadağ'da; Karadağlılar 267,669 kişi (toplam nüfusun % 43.16'i), Sırplar 198,414 kişi (toplam nüfusun % 31.99'i), Boşnaklar 48,184 kişi (toplam nüfusun % 7.77'i), Arnavutlar 31,163 kişi (toplam nüfusun % 5.03'i), Müslüman milleti 24,625 kişi (toplam nüfusun % 3.97'i), Hırvatlar 6,811 kişi (toplam nüfusun % 1.1'i).
Ayrıca, Sırbistan, Hırvatistan ve Makedonya'da % 1'ler civarında küçük bir Boşnak nüfus yaşamakta, işgücü göçü nedeniyle başta Almanya gelmek üzere Batı Avrupa ülkelerine yerleşmiş Boşnaklar da bulunmaktadır.

Tarih
Boşnak toplumunun en eski kökleri,21 bin yıl önce Last Glacial Maximum u takiben Balkanlar' da genişleyen antik topluma dayanabilir.Fatih Sultan Mehmed,Fatih Sultan Mehmed Bosna'yı aldığı zaman sedece Katolik' lere değil Bogomill mezhebindeki Bosna Hıristiyan'larına da çok müsamaha göstermiş ve onların devlet hizmetinde yetişmelerini sağlamıştır.İsa'yı Allah'ın kulu olarak kabul etmeleri ve Muhammed'i tanımalarından dolayı Bogomiller Müslüman'lara daha yakın görünüyorlardı.Türk'lerin vicdan hürriyetine hürmet göstermeleri,bir kaç asır Katolik klisesi ile bu mezhep krallarının ve Macar'ların zülmüne uğrayan Bogomill Boşnaklar sırp ve bulgarların zulmüne uğrayanPomakların.da toplu olarak islamiyeti kabul etmelerine sebeb olmuştur.Bogomill mezhebine bağlı olan Boşnaklar,savaş kabiliyetleri,Macar'ları iyi tanımaları sebebiyle Macaristan ile yapılan savaşlarda etkin bir rol oynamışlardır.Müslüman Boşnaklar her zaman Osmanlı Devleti'nin kuzeybatı hududunu yalnız başlarına savunmuşlardır.Boşnaklar İslamiyet'i kabul etmeleri,devlete bağlılıklarını kanıtlamaları sayesinde Osmanlı Devleti'nin çeşitli kademelerinde görev yapmışlardır,hatta defterdar,kaptan-ı derya ve sadrazam dahi olmuşlardır.Hersekzade Ahmed Paşa (1497-1516) beş kez sadrazamlığa getirilmiştir.


==K ü l t ü r==

===Folklor===
Boşnak folklorü 15.nci yüzyıla tarihlenen uzun bir geleneğe sahiptir. Boşnak kültüründeki pekçok unsur gibi onların folklörleri Slavik karışımı ve Doğu etkisindedir. Tipik olarak 19.ncı yüzyıldan önce yer alır.
Boşnak folkloründe iki popüler karakter, '''düzenbaz''' ve '''kahraman''' görülür. Muhtemelen ilkinin en meşhur örneği [[Nasreddin Hoca]], yerel folklor Boşnak kompozisyonunda çeşitli fıkralara sahiptir. Diğer düzenbazlar akıllı bilge adamı içerir. Sözde,bir yerel memur yere yapılacak olan bir kilise için onun bir hayvan derisinden büyük olmamasını talep etmekteydi. Bilge adam, o zaman hayvan derisini ince şerit halinde keser ve onu toprağın üzerine bir kilisenin yapılmasına elverişli olacak şekilde dizerek kilise için bir sınır oluşturur.

===Dil===
Boşnaklar,[[Boşnakça]] konuşurlar.Türkiyede pomaklar ile bu dil hemen hemen şive farkı hariç aynıdır yalnız pomaklar kril alfabesini kullanır ve güney Rusça.ya daha yakın olarak kabul edilir.Bu lisan [[Sırpça]] ve [[Hırvatça]] 'dan yazım ve gramer bakımından biraz deişiktir.Boşnak dili,[[Almanca]]'da olduğu kadar diğer komşu lisanlarda kullanılmayan çok sayıda doğusallık içerir.
Boşnakça ayrıca kendine özgü iki yazılış biçimine sahipti.Bunların ilk '''Begovica''( ayrıca Bosansika olarak da söylenir) [[Kiril abecesi]];ikincisi ise Arab abecesidir.Bugün, bu iki kullanım da hemen hemen ölmek üzeredir.Çünkü,günümüzde bu kullanımın [[okur yazar]] sayısı oldukça azdır.

===Din===
Boşnakların çoğu Müslüman olsa da, bazıları [[Ateizm]] ,[[Agnostisizm]] ve [[Deizm]]'e inanır.Bundan dolayı '''Secular Hümanizm''' '''Dünya Görüşü''' ''Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'' zamanı boyunca yaygındı.Geçmişte ülkede [[Sufilik]]'in büyük bir rol oynamasına karşın ,[[Bosna-Hersek]] ' te çoğu Müslüman İslam'ın [[Sunni]] [[mezheb]]ine bağlıdır.

Boşnak Türkleri
Bosna Beyliği; Atillah Hun'un Avrupa'yı haraca bağladığı günden bugüne kadar, hep Sırbistan Krallığı'nın başının belası olmuştur. Boşnaklar da Yugoslav kökenlidir ve hala Yugoslavca konuşurlar. Tarih boyunca Yugoslav Krallığı’na karşı kim savaştı ise, onlarla bir olmuşlardır. 13. yüzyılda Osmanlıların Balkanları işgal etmeye başlaması ile birlikte, Osmanlılarla birlikte olmuşlar ve Hristiyanlık dinini terk ederek Müslüman olmuşlardır.
29 Osmanlı Padişahından sadece Ertuğrul Gazi'nin annesi Anadoluludur. Diğer Osmanlı saray kadınlarının ezici çoğunluğu Yugoslav'dır. Yani Boşnak'tır. Her ne kadar Yeniçeri Ocağının devşirme Hristiyan çocuklarından oluştuğu söylense de, bu doğru değildir. Yeniçeri Ocağı; Boşnak saray kadınlarının, kendi akrabalarını getirip Osmanlı yatılı mekteplerinde okutarak, Osmanlıya yönetici yapıyorlardı. Osmanlı saray entrikalarının çoğu da bu Boşnakların sarayı yönetme arzularından kaynaklanıyordu. Kısacası, Afgan kökenli Osmanoğulları'nın yöneticileri hep Boşnaklardan oluşmuştur. Günümüzde de bu aynen devam ediyor.
Her ne kadar 1825'te, 4.Murat döneminde Yeniçeri Ocağı dağıtıldı ise de, Yeniçeriler Osmanlı ordusunu ve yöneticiliğini sürdürmeye devam ettiler. Birinci dünya savaşında, cephede mağlup olan Osmanlı Paşaları, cepheyi terk ederek soluğu İstanbul'da aldılar. Cephe kaçağı paşalara İstanbul dar gelmeye başladı. Hatta bunlardan bazıları, başka cephelere atanmasına rağmen, görev yerlerine gitmiyorlardı. Sonunda, bu yeniçeri torunları, son bir kez daha Osmanlıya karşı kazan kaldırdılar ve Osmanlı Hilafetini ve Hanedanlığını devirdiler. O günden beri de devleti aracısız, direkt kendileri yönetiyorlar. Osmanlı, Balkanlardan çekilmeye başlamasıyla birlikte, yerli işbirlikçileri de Balkanları terk etti ve Anadolu'yu büyük bir muhacir dalgası sardı. Bunların çoğunluğunu da Boşnaklar oluşturuyordu. Yeniçeri Ocağının dağıtılması, bunlara arazi dağıtılması ve evlenme izninin çıkmasıyla, Anadolu'da çoktan bir Boşnak kolonisi oluşmuştu. Daha sonra gelenler de bu akrabalarıyla çabuk kaynaştılar.
İkinci Boşnak göçü, ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra oldu. 1942'de Alman Nazi Orduları, Yugoslavya'ya saldırdılar. Boşnaklar, hemen Nazilerle bir oldular. Naziler Yugoslavya'yı işgal ettiğinde, Hırvat kökenli Tito, Kızıl Yıldız isimli gizli bir örgüt kurdu ve Nazi işgaline karşı özgürlük mücadelesine başladı. Naziler, Boşnaklardan oluşan Müslüman SS birliklerini kurarak, Tito'nun Kızıl Yıldız Örgütüne karşı acımasız bir mücadele başlattılar. Ancak, Naziler savaşı kaybedip geri çekilince, iktidara gelen Tito yönetimi döneminde, Müslüman SS birliklerini oluşturan Müslüman Boşnakların önemli bir kesimi, Türkiye'ye göç etmek mecburiyetinde kaldı. Bugün Türkiye'de oluşan asker-sivil yönetim erki, bu muhacirlerin çocuklarından oluşuyor. Mesela, Tansu Çiller'in babası, Müslüman SS birliklerinde bir komutandı. Türkiye 'ye geldiğinde Türkçe bilmiyordu. Yıllar sonra, Türkçeyi öğrenince de vali oldu.
Günümüzde Boşnak kökenli Osmanlı saray kadınlarının çocukları ve akrabaları Ergenekon'dan çıkıp Anadolu'ya Asena isimli dişi kurdun peşine takılarak geldiklerini iddia ediyorlar. İri kemikli, sarı saçlı ve yeşil gözlü tiplerine baktığımızda, hemen de Ortaasyalı oldukları anlaşılıyor.
Her ne kadar, Yeniçeri Ocağı mensuplarının Bektaşi, dolayısıyla da Alevi oldukları söylense de, bu tamamen tarihi gerçekleri çarpıtan görüşlerdir. Çünkü Yeniçeriler Müslüman Boşnak çocuklarından oluşuyordu. Ayrıca, 300 yıl boyunca Alevilere karşı yapılan katliamları Yeniçeriler yapıyordu. Nasıl oluyor da bir alevi asker ocağı, sadece suçu Alevi olmak olan insanlara karşı katliamlar uyguluyor? Aslında Haçlı Avrupa Hıristiyanlığına sahip Boşnaklar, hiçbir zaman tam anlamıyla Müslüman olmadılar. Sadece, İslamımsı bir İslam'ı benimsediler. Günümüzde bunu laiklik dinine dönüştürdüler. Kendileri gibi olmayan bütün Müslümanlığa karşılar. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya gelen Boşnak muhacirlerin tamamı, sadece yeminli bir Alevi düşmanı değil, aynı zamanda Anadolu'daki yerli bütün Hıristiyanlara karşı kin ve nefret doludurlar. Bunlar, Avrupa'daki Hıristiyanlardan gördükleri baskıları, Anadolu'daki yerli Hıristiyanların üzerine kin ve nefret olarak kustular. Pontus Rumları, Ermeniler ve Süryaniler bunlardan bazılarıdır. Bu baskılar sonucu, bunlar ya yok oldu ya da Müslüman Boşnaklara uyum sağlamak zorunda kaldılar. Müslüman Boşnak ve Kürd ilişkilerine gelince; bunlar Kürdlerden nefret ederler. Kürd varlığını tamamen red ettikleri gibi, Kürdleri; ehlileştirilmesi gereken dağ Türkleri olarak görürler. Sadece cumhuriyet döneminde, 22 sefer Kürdlere karşı katliam uyguladıklarını kendileri itiraf ediyorlar. Böylece de bunlar, hemen şimdiden 23. Kürd katliamı için hazırlıklara başlanması gerektiğini de düşünüyorlar.(!)
Cephe kaçkını Boşnak kökenli Osmanlı paşalarının kurduğu Türkiye Cumhuriyetini günümüzde de, bu paşaların torunları yönetiyor. Günümüzde devlet yöneticilerinin tamamına yakını Müslüman Boşnaklardan oluşuyor. Bir kere İçişleri, Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarında görev alabilmek için, kırmızı kaplı Anayasaya göre, Boşnak kökenli olmak gerekiyor. Bunlara göre, herkes devlet düşmanı ve haindir. Zaman zaman kışlalarına çekilseler bile, devlet yönetim erki hep bunların elinde olmuştur. Bazen kendileri Anayasayı tamamen rafa kaldırmalarına rağmen, aynı Anayasayı ihlal ettikleri gerekçesiyle, insanları idam ettiler. Müslüman Boşnaklar, Türk ırkçılığında hep baş rol oyuncusu oldular.
Türkiye'deki yönetici Boşnak Türklerinin kimliklerini teker teker yazmaya kalkışsak, buna ne zaman ve ne de kağıt kalem yeter. Celal Bayar, Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve Tansu Çiller bunlardan bazılarıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi, devlet yönetiminin tamamına yakını bunların elindedir. Zaten, 600 yıllık Osmanlı ve 83 yıllık cumhuriyet döneminde, hiçbir zaman Ortaasya kökenli Türkmen yönetici olmamıştır.
Boşnak kökenli saray kadınlarının torunları, devlet yönetimini ellerinde tuttukları gibi, medya, sanat ve ekonomi de bunların tekelindedir. Ekonomik alanda bunların görüşlerine ters düşen birileri olursa, derhal ya yok olur ya da iflas eder. Çünkü devlet bankaları bunların denetimindedir. Sadece ekonomik alanda değil, sosyal ve siyasal yaşamın hiç bir alanında, bunların görüşlerinin aksi olamaz. Şayet olursa, o insanların hali haraptır. Bunların İslamımsı inançlarına uydurmaya çalıştıkları laiklik dinine ters düşen irticacıdır. Velhasıl, bunların borazanının dışında, Türkiye'de hiç kimse ıslık bile çalamaz. Şayet böyle bir aksilik olur da, birleri ıslık çalmaya kalkışırsa, ya ilkel bir darbe olur ya da post modern bir darbe. Ergenekon'dan gelen Yugoslav muhacirlerini kimse kızdırmaya kalkışmasın.

7
Genel Kültür / Alman (Avrupa) Kültür Tarihi
« : Haziran 05, 2009, 06:51:56 ÖS »
Alman Kültür Tarihi
Vikipedi, özgür ansiklopedi


Türkiye'de kullandığımız Alman Kültür Tarihi kavramı Almanca "Deutsche Kulturgeschichte" kavramından biraz farklıdır. Bu kavram Almanya'da daha çok "düşünce tarihi" olarak anlaşılırken bizde Almanca eğitim veren yüksek öğrenim kurumlarında Türk tarihini bilen öğrencilere Alman edebiyatı ve Alman dili öğretilirken tarih boyutu ön plana çıktığı için Alman tarihini öğretmenin bir aracı olarak işlev görmüştür ve görmektedir.
Almanların Kültür Tarihini Avrupa'nın kültür tarihinden ayırmak oldukça güçtür. Çünkü Avrupa'nın merkezinde bulunan bu ülke, tarih boyunca İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya ile birlikte Avrupa'nın, dolayısıyla dünyanın kaderini belirleyen ülkelerden birisi olmuştur. Ayrıca, herhangi bir Avrupa ülkesini (kültür) tarihi ancak diğer ülkelerle ilişkisi içinde anlaşılabilir. Bu nedenle burada anlatılanlar Avrupa Kültür Tarihi olarak da görülebilir.
Aslında Alman Kültür Tarihi bugünkü Almanya'nın siyası sınırları tarafından belirlenen alandan çok daha büyük bir alanı kapsar. Düşünce tarihi açısından Almanca konuşulan ülkeler olarak Almanya, Avusturya ve İsviçre birbirleriyle çok yakın ilişkiler içindedir. Ayrıca, Almancanın Avrupa'nın diğer ülkelerinde yaşayan birçok azınlık tarafından da kullanıldığı göz önüne alındığında "Alman Kültür Tarihi" kavramının neredeyse bütün Avrupa'yı kapsadığı ileri sürülebilir. Bu nedenle bu maddede kullanılan "Alman" kavramı Almanca konuşulan bütün ülkeleri ve azınlıkları kapsamaktadır.

Alman Kültürünün Tarihsel Kökenleri

Antik Kültür
Batı kültürünün, dolayasıyla Alman kültürünün de ilk kaynağı Antik kültürdür. Antik dönem ise Yunanistan ve Roma Dönemlerini kapsar. Yunanistan düşünsel ve felsefi açıdan belirleyiciyken Roma Dönemi hukuk ve devlet yönetimi açısında belirleyici olur.

Yunanistan
Yunan kültürünün ilk kaynakları Homer'e kadar uzanır (M.Ö. 800). Homer yazdığı Ilyada ve Odisse adlı destanlarında Antik Yunan kültürünü oluşturur. Homer, dönemin insanları tarafından da bir öğretmen olarak görülür. Kültürel gelişmenin bu ilk aşaması aristokrat tavır tarafından belirlenir. Destanlardan sonraki aşamada trajedi öne çıkar. Aichilos, Sophokles ve Euripides tarafından yazılan oyunlar aracılığıyla siyasal ve dinsel dünya düzeni kavranmaya çalışılır. Avrupa kültürünün temelini oluşturan felsefe işte bu koşullar altında ortaya çıkar. Yunan filozofların en önemlililerinden birisi de Sokrat'tır ve gerçeğe ulaşmak için "sorgulama" yöntemini kullanır. Dönemin önemli filozoflarından Aristoteles (Aristo) ve Platon (Eflatun) da kendi anlayışlarınca düşünsel dünya düzenini kavramak isterler. Platon'un diyalogları sayesinde düşünce, özgürlük, ölümsüzlük, akıl, eros, yasa ve siyasal düzen gibi felsefenin temel kavramları şekillenir. Aristoteles ise varlık alanlarını gözönüne almak suretiyle felsefeyi sistematik hale getirir. Yunan felsefesi insan aklının önemini keşfeder ve bilimin insan için öneminin farkına varır.
Felsefeyle birlikte, hatta onunla içiçe gelişen bir diğer alan da Sofistlerin retorikPolislerdir. Polis, bütün kültür, edebiyat, bilim ve siyaset sanatının merkezidir. Polisler arasında ise Atina özellikle Perikles döneminde öne çıkar. Atina'nın tarihinde neredeyse bütün siyasal sistemler ortaya çıkar, hatta günümüz eşit haklara sahip vatandaşlık anlayışının (demokrasi) temel ilkeleri de orada oluşmuştur. sanatıdır. Hitabet sanatı olan retorik, kamu yararına olmak üzere gençlere bilgi ve deneyimlerin aktarılma bir aracı olarak kullanılır. Eğlencelerde, toplantılarda ya da mahkemelerde yapılan konuşmalarda demokratik yaşam biçimlerinin izleri görülür. Toplumsal ve kültürel faaliyetler yeri

Roma
Antik Roma Döneminde düşünsel alanlardan çok uygulama alanlarında önemli gelişmeler yaşanır. Romalılar dünyayı kavramaktan çok, geniş kapsamlı bir devlet düzeni oluşturmayı düşünce sistemlerinin merkezine yerleştirmişlerdir. Bu nedenle Batı dünyasındaki hukuk ve adalet kavramları zamanla Roma döneminde oluşmuştur.
Dönemin düşünsel ve kültürel merkezi, tarihi çok eskilere dayandığı için "Roma aeterna" (ebedi Roma) diye adlandırılan Roma kentidir. Roma giderek büyüyen bir dünya imparatorluğunun merkezi olmuştur. Böylece, tarihsel gelişimin belirleyicisi olarak kavimler ya da kentler ya da ülkelerin ötesinde, bünyesinde birçok topluluğuimparatorluk düşüncesi ortaya çıkmıştır. barındıran
Romalıların devlet yönetimindeki becerisi sayesinde ticaret ve ekonomi gelişmiş, düşünsel alanda yapılan karşılık alışverişler sonucunda Antik uygarlığın geniş çerçevesi oluşmuştur. Bugün bile Roma kentlerinde Romalıların caddelerin ve su yollarının ne kadar başarıyla inşa edildiğini görmek mümkündür. Limanlar ve deniz fenerleri ile deniz ulaşımının güvenliği sağlanmaya çalışılmıştır. Gümüş ve altının değişim aracı olarak kullanılması pazar ekonomisinin gelişmesini sağlamıştır.
Böylesine büyük bir imparatorluğun ayakta kalabilmesi için belirli siyasal ve dinsel kuralların uygulanması gerekir. Uzunca bir süre Roma vatandaşları kırsal özellikler tarafından belirlenmiştir. Ama Roma vatandaşları kendilerini res publika (toplum) içinde özgür bireyler olarak görür ve Antik Kültür kapsamındaki dünyada içsel ve dışsal barışı (pax Romana) korumayı en önemli görevi sayar. İşte bu düşünce bütün çalkantılı Roma dönemi boyunca sabit kalmış ve kültürel gelişmede sürekliliği sağlamıştır.
Roma kültürü Yunan kültürü üzerinde şekillenir, hatta öyle ki Helenistik dönemde Roma'da Latince yerine Yunanca konuşulmaya başlanmıştır. Ama daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan Vergil, Cicero, Tacitus gibi büyük şair, yazar ve tarihçiler Latinceyi sanatsal düzeye yükseltmiştir.

    Bu nedenle: vatandaş toplumunun en önemli bağı yasa olduğuna göre, hukuk ise yasalarda eşitlik anlamına geldiğine göre, vatandaşların koşulları eşit değise vatandaş toplumu hangi hukukla sağlanabilir? Eğer vatandaşların varlıkları eşitlenmek istenmiyorsa, vatandaşların yetenekleri birbirine eşit olamayacağına göre, aynı topluluğa ait vatandaşların en azından hakları birbirine eşit olmalıdır. Eğer vatandaşların hukuksal birliği değilse devlet nedir o halde? (Cicero, De re publica)

Hıristiyanlık
Avrupa kültürünü derinden etkileyen bir din olarak Hıristiyanlık tarihsel olarak kendisinden önce gelen Musevilik ile birlikte kavranmalıdır, çünkü Eski Akit'i de içinde barındırır. Avrupalılar Hıristiyanlık ile Antik kültürden çok farklı bir dünya anlayışıyla karşılaşır. İnsanın kaderinin tanrının elinde olduğu bilinci... Bütün tek tanrılı dinler gibi Hıristiyanlık da insanlığın tarihinde tanrının müdahalesini görür; yani tarih suçlar ve bağışlamalardan ibarettir.
Kutsal kitaplardan oluşan ve Eski Akit'i de kapsayan Yeni Akit kitapların kitabı, yani İncil olarak adlandırılır. İncil, kutsal kitaplardan birisi olmasının yanı sıra kültür tarihi açısından dünya edebiyatının önemli belgelerinden birisi olarak da görülebilir. Nazaretli İsa'nın hayatı ve yaptıkları Hıristiyanlık için din anlayışında önemli bir dönüm noktasıdır. Hıristiyanlar İsa için sadece bir peygamber değildir, hakkındaki bilgiler din hakkındaki bilgilerin aktarılmasını sağlamıştır. Bu nedenle, İsa hakkındaki bilgiler artıkça yorumlar da çoğalır ve tanrının oğlundan sosyal devrimciliğe kadar uzanan farklı yorumlar getirilir.
Hıristiyan tanrı anlayışındaki ödünsüzlük mutlaklık ve evrensellik düşüncelerini engeller. Hıristiyanlığın dünya anlayışı, dünya üzerindeki olaylardan insanları sorumlu tutar. Bu nedenle Hıristiyanlık kendi anlayışına uygun olarak dünyayı biçimlendirmeye çalışır ve mevcut otoriteye teslim olmadıkları için Hıristiyanlar ilk başlarda Roma İmparatorluğunda takibe uğramışlardır.
Hangi tabakadan olursa olsun diğer insanlara duyulması gereken sevgi, topluluk oluşturmada itici güç olmuştur. Antik kültürün aksine acı ve ölüm düşüncesi, İsa'nın çarmıha gerilmesi ile etkisinin son bulmadığı göz önüne alınarak kutsanma ve kurtuluş olarak görülür. Bu nedenle ilk yüzyılda ortaya çıkan ve bugün de kutlanan Hıristiyan bayramları (Noel, Paskalya, Pantkot) İsa'nın yaşamı ile ilgilidir.

Cermen Kültürü
Cermenler hakkındaki ilk bilgilerimiz bize bir Roma tarihçisi olan Publius Cornelius Tacitus tarafından verilmiştir. Tacitus yazdığı Germania adlı eserde Germenlerin yaşayış biçimlerine ve Avrupa'daki nerede yaşadıklarına dair zengin bilgiler vermektedir.
Bugünkü Almanların dedeleri olan Germenler, bundan 2000 yıl önce Ren Nehrinin batısında yaşıyordu. Germenler, savaşçı ve barbar bir kavimdi. Genellikle avcılık ve basit ziraatla geçinirlerdi. O çağda Romalılar Orta Avrupa'ya düzenli ordular göndererek buraları istila etmek istiyorlardı. Germenler Romalıların bu istila hareketlerini durdurabilmek için onlarla bir çok savaşlar yaptılar ve Romalıları yenerek Orta Avrupa'yı almalarını önlediler. Daha sonra Romalılar zayıflamaya yüz tutunca, Germen kabileleri sel gibi Roma'ya akmaya başladılar. Bunun bir sebebi de Hunların Avrupa'ya yayılmaya başlamalarıdır. Roma İmparatorluğu topraklarını işgal eden Germen kabileleleri Romalıların geleneklerini, kültürlerini ve hatta dinlerini benimsediler. Yalnız Ren ile Elbe nehirleri arasına yerleşmiş olan asıl Germenler kendi dillerini geleneklerini koruyabildiler. Büyük Karl (Şarlman) zamanında Saksonlar, Büyük Karl'ın 800 yılında papa tarafından Roma İmparatoru ilan edilmesiyle zorla Hıristiyan yapıldılar.
Cermenler, Kavimler Göçü sonucu İ.S.6.yy.'a kadar Almanya'nın ilk sakinleri olan Keltlerle, Ortaçağ boyunca da Doğu Almanya'daki Slavlar ile karışarak Alman halkını oluşturmuşlardır.

Başlangıç Dönemi (1150'ye kadar)

Romalılar Dönemi
Roma’nın sınırlarını belirlemesinden sonra ticaret ve kültür ilişkileri de en az çatışmalar kadar önem kazandı. Güçlü kalelerle korunmasına karşın sınır hiçbir zaman ticareti ve insanları engellemedi. İS 50’de Ren kıyılarındaki kabileler Roma parasını kullanmayı öğrendi.Seramik, cam ve metal işi gibi lüks Roma malları Germen zenginlerine, kehribar, deri gibi hammaddelerle pek çok köle de Roma’ya ulaşmaya başladı. Roma ordularında Germen askerleri yer aldı. Sınır çatışmalarıysa zaman zaman büyük hareketlere dönüştü. 150’de Germen kabilelerinden Markomanlar güneye, Orta Tuna boylarına, ilerlediler; hatta 167’de İtalya’ya akın ettiler. Bu hareket tekil değildi. 150-200 yılları arasında Germen kabileleri akın akın Orta ve Doğu Avrupa’ya ilerlediler ve 3. yüzyılda sınır boyunda yıkıma yol açtılar. Galya Tuna bölgesini yağmaladılar, hatta 251’de İmparator Decius’u öldürdüler. Yaklaşık 280’de Ren ve Tuna havzalarında yeniden istikrar sağlandı. Roma ordusu ve başını Frankların, Almanların ve Gotların çektiği bir Germen ittifakı yaklaşık 370’e kadar sınırını korudu. Bu arada Germen dünyası dönüşüme uğruyordu. Avrupa’daki güç dengeleri açısından bu gelişmelerin en önemli yanı, daha büyük ve tutarlı Germen siyasal birimlerinin ortaya çıkmasıydı. Roma’yla savaşlar Germenlere büyük toplulukların yaşama şansının daha fazla olduğunu öğretmişti. 4. yüzyılda iki güçlü Germen konfederasyonu vardı: Ren boylarında Almanlar ve Tuna boylarında Gotlar. Bunları ayakta tutan savaşçı sınıfın kabile üzerindeki denetimi gittikçe artıyordu. 3. yüzyılda Germenler Romalılardan yeni tarım teknikleri ve çömlekçi çarkını öğrendiler. Germen edebiyat dillerinin eskisi olan Got dili, yaklaşık 350’de Ulfilas’ın çalışmalarıyla ortaya çıktı. Roma’nın desteklediği bir misyoner olan Ulfilas Kitabı Mukaddes’in Got diline çevirisini yaptı. Hunların batıya doğru hareketinin yol açtığı Kavimler Göçü Germen kabilelerini dalgalar halinde Roma imparatorluğuna itti. İlk kez 376’da İmparator Valens, isteksizce de olsa Vizigotlara sığınma hakkı tanıdı, ama çok geçmeden aralarında çatışma çıktı. 378’de Vizigotlar Adrianopolis’te (Edirne) kesin bir zafer kazanarak Valens’i öldürdülerse de izleyen dört yıl içinde Roma’ya boyun eğmek zorunda kaldılar. Hunlar batıya ilerledikçe Roma sınırları Germenlerin ve başka halkların artan baskısı altında kaldı; 386, 395, 405 ve 406 yıllarında büyük akınlar yaşandı. Germen halklarından Vandallar ve Suevler İspanya ve Kuzey Afrika’da güçlendiler. Karışıklıktan yararlanan Vizigotlar ayaklandılar; İtalya’ya yürüyerek daha iyi koşullarda anlaşma istediler ve istekleri yerine getirilmeyince 24 Ağustos 410’da Roma’yı yağmaladılar. Roma İmparatorluğu’nun hala Avrupa’da önemli bir güç olması Hunlardan kaçan Germenleri barış istemeye yöneltti; 418’de Vizigotlar bile Galya’ya yerleştirilmeyi kabul etti. Bu dönemde Germen kabilelerinde bir ‘ulus’ bilinci yoktu; dolayısıyla da birbirlerine karşı kullanılabiliniyorlardı.Yaklaşık 450’ye kadar Hun korkusu Roma’nın hiç değilse Vizigotları, Frankları ve bu 439’da Galya’ya yerleştirilen Burgonları kendi savunması için seferber etmesine olanak verdi. 435’te Attila’nın ölmesinden ve Hun imparatorluğu’nun parçalanmasından sonra ise Roma bu diplomatik silahını yitirdi. Ayrıca toprak kayıplarıyla gelirleri azaldı. Koşulların yardım ettiği Germenler zamanla Roma’dan bağımsızlaştı. 470’lerde Galya’nın güneybatısında Vizigot, güneydoğusunda Burgonya krallıkları kuruldu. Kuzey’de Clovis Frank Krallığı ‘nı kurdu, Kuzey Afrika Vandalların, İspanya’nın bir bölümü Suevlerin denetimindeydi. 489-493 arasında Ostrogotlar İtalya’yı fethetti. Tuna boylarına Gepid ve Lombard krallıkları egemen oldu. Böylece Batı Roma İmparatorluğu ortadan kalktı. Roma ve Hun imparatorlukları karşısında Germen siyasal birimleri daha da büyümüştü. Ayrıca Roma İmparatorluğu güçsüzleştikçe eyalet halkları çoğu kez oralara yeni yerleşen Germenlerin korumasına sığınmış, bu arada Germenler de egemen oldukları Romalı nüfusun etkisinde kalmaya başlamıştı. Romalıların eğitim düzeyi Germen krallarının düzenli vergi toplamasına ve yasal iktidarlarını genişletmesine olanak verdi. Böylece Batı Roma İmparatorluğu’nun yerini alan Germen askeri gücüyle Roma eyaletlerindeki soylu sınıfın yönetim bilgilerinin birleştiği siyasal birimler oldu. Germen askeri sınıfıyla Romalı eyalet seçkinleri arasındaki evlilikler de dönüşüm sürecini tamamlayarak ortaçağ Avrupa’sını biçimlendirecek yeni bit aristokrasinin doğmasını sağladı.

Karolinler İmparatorluğu
476’ da Batı Roma İmparatorluğu yıkıldığında Ren’in batısındaki Germen toplulukları arasında siyasal bir birlik yoktu. Ama bu Germen kabileleri ortak bir dilin lehçelerini konuşuyor,aynı siyasal ve toplumsal geleneği paylaşıyorlardı. Yüzyıllarca Roma dünyasıyla ilişki içinde yaşamaları geleneklerini etkilemişti. İmparatorluğa bağlı kabilelerde güçlü askeri yapılı, başında kral ya da dük denen bir komutanın yer aldığı toplumsal örgütlenme ortaya çkmış,bu yapı imparatorluk sınırlarının dışındaki Germen kabileleri arasında da yaygınlaşmıştı. Benzer biçimde İtalya’daki Ostrogot kralları da Alpler’in kuzeyinde kalan Germen topraklarının büyük bölümünü etkileri altına almıştı. Romalılaşmış Galya ve Batı Almanya’da yerleşmiş bulunan Franklar Ostrogotların liderliğini tanımayarak krallıklarını doğuya doğru genişletmeye başladılar. Clovis’in Otodoks Hıristiyanlığı benimsemesi hem doğudaki hem de güneydeki Vizigotlara açıkça meydan okuyan bir tutumu yansıtıyordu. Clovis ve ardılları, özellikle de I.Theodebert daha sonra Almanya’yı oluşturacak toprakların büyük bölümü üzerinde Frank denetimini kurmayı başardı; Orta Almanya’daki Thüringlilerle güneydeki Alman ve Bavyeralılar gibi çeşitli topluluklara üstünlük sağladı.Bu toplulukları yöneten yerel dükler Frank kralını temsil ediyor, ama merkezi iktidarın iç savaş ve çekişmelerle zayıfladığı dönemlerde büyük ölçüde özerk davranabiliyorlardı. Örneğin İtalya’daki Lombard kraliyet ailesiyle yakın akraba olan Bavyeralı yöneticiler 8. yüzyıla gelindiğinde krallar kadar başına buyruktu. Kuzey’de Frizler ve Saksonlar 8. yüzyılın başlarına kadar Frank denetiminin dışında kaldılar; siyasal ve toplumsal yapılarını korudukları gibi, genellikle Hıristiyanlığı da benimsediler. Frank bölgesinde ise Hıristiyanlık İrlandalı misyonerlerin, Alpler’de yerli Raetialıların ve manastır kuruluşlarını destekleyen Frank soylularının etkisiyle yaygınlaştı.

Frank-Cermen İmparatorluğu ve Büyük Karl (Şarlman)
Şarlman (Karl I.Grosse) Frank ve Lombard kralıdır. Kutsal Roma Germen İmparatorluğunun kurucusu olarak kabul edilir. Şarlman'ın babası Frankların kralıydı. Öldüğünde krallığın topraklarını iki oğlu arasında paylaştırdı. Şarlman kardeşinin ölümüyle krallığın tek hakimi oldu. Ayrıca Lombardiya ve Saksonya'yı da kattı. Batıda Endülüslerle doğuda ise Avar ve Macarlar'la çarpışarak ülkesinin sınırlarını genişletmiştir. Şarlman 800 yılının noel günü Papa III. Leon tarafından Roma İmparatoru ilan edilmiştir. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, 843 yılında Verdun Anlaşması ile Almanya, İtalya ve Burgonya'da kurulan ve 1806 yılında Napolyon Savaşları ile yıkılan Orta Avrupa'da 963 yıl hüküm sürmüş olan bir imparatorluktur. Bu imparatorluk en geniş sınırlarına ulaştığında Almanya, İsviçre, Liechtenstein, Lüxemburg, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Avusturya, Hırvatistan, Belçika, Hollanda'nın tamamını ve Polonya, Fransa ile İtalya'nın bir kısmını kapsıyordu. İmparatorluk çöküş dönemine girdiğinde Voltaire "Kutsal Roma İmparatorluğu artık ne kutsaldır, ne Romalıdır ne de imparatorluktur." demiştir. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun yöneticilerinin hepsi Almandı. Bütün Kutsal Roma İmparatorları katolikti. Ama soylu aileler ve üst seviyelerdeki devlet görevlilerinin çoğu Almanca konuşmayan ırklara mensuptu. Ülkede sadece Almanca] değil Slav dilleri, Fransızca, Flemenkçe ve İtalyanca da konuşuluyordu. Büyük sayılarda dini azınlık gruplar bulunmaktaydı. Bunlar; Yahudiler ve Ortodokslardı. Ayrıca imparatorluk Protestanlığın ortaya çıktığı ülkedir. Büyük Otto'nun 2 Şubat 962'de taç giymesinden sonra, bu imparatorluk Batı Roma İmparatorluğu'nun mirasını resmen devralmış oluyordu; "Romanorum İmperium" terimi ancak Konrad II döneminde kullanılmaya başlandı. Friedrich I, imparatorluk unvanının Sancta Ecclesia karşısındaki kutsal niteliğini vurgulamak amacıyla "Sacrum İmperium" kavramını getirdiyse de (Besançon diyeti,1157), bu terim krallık belgelerine ancak 1254'te girdi. Nihayet, "Nationis Germanicae" nitelemesi, Almanların imparatorluk üzerindeki ulusal haklarını belirtmek için 15. yüzyılda kondu, ama tam anlamıyla 17. yüzyılda yaygınlık kazandı.

Kronolojik olarak:

    * I. Alman İmparatorluğunun Kuruluşu
    * Orta Çağda Almanya (1150-1450)
    * Yeni Çağa Geçiş (1450-1648)
    * Mutlakiyet ve Barok Dönemi (1648-1770)
    * Aydınlanma, Devrimler ve Alman Milliyetçiliğinin Doğuşu (1770-1850)
    * Ulusal Alman Devletinin Oluşması (1850-1871)
    * II. Alman İmparatorluğu (1871-1918)
    * 1. Dünya Savaşı (1914-1918)
    * Weimar Cumhuriyeti (1918-1933)
    * III. Alman İmparatorluğu ve Faşizm (1933-1945)
    * 2. Dünya Savaşı (1939-1945)
    * Savaş Sonrası (1945-1989)
    * Almanya Federal Cumhuriyeti
    * Demokratik Alman Cumhuriyeti
    * Yeniden Birleşme (1990)
    * Bugünkü Almanya (1990'dan beri)

8
Genel Kültür / Popüler Kültür
« : Haziran 05, 2009, 06:50:01 ÖS »
Popüler Kültür

Popüler kültür, kitle kültürünün somut şekillerinden biridir. Kitle kültürü tekelci kapitalizmin hem mal hem de imajlar satışını yapan, uluslararası pazarın değişmelerine ve ihtiyaçlarına göre biçimlenip değişen, önceden yapılmış, önceden kesilip biçilmiş, paketlenip sunulmuş bir kültürdür. Kapitalizmin kendi için üretirken ve gasp ederken, bu amaçla, kitleleri ücretli köle olarak kullanarak “kitleler için” yaptığı üretim ve bu üretimle gelen “yaşamı yapma yoludur.”
Bu anlamda, popüler kültür pazar tarafindan pazarda tüketim için “sipariş edilen, ısmarlama” kitle kültüründe, en popüler ürünleri ve tüketimleri anlatır.
Popüler kültürde, son zamanların en popülerleri, siyasal ve ekonomik yönetim alanında, örneğin özelleştirme, demokratikleştirme, post-modernlik ve deregulasyondur. Bu tür popülerlik kalıcılık ve süreklilik arayan bir karaktere sahiptir. Popüler kültürde, aynı zamanda, sürekli kalıcılıkla değıl, sürekli değişimle süreklilik aranır.
Popüler kültür kullanım ve tüketim kültürüdür: Kullanım ve tüketim popülerin üretiminin ilk safhasından son kullanım safhasına kadar her safhada vardır. Popülerin yaratılmasında, diğer popülerler kullanılır.
Sosyal, kültürel ve ekonomik çöküntülerin yaşandığı dönemlerde gemilerinin batmaya başladığını hissedenler, sıklıkla popüler kültüre yönelirler.

9
Genel Kültür / Çerkez Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 06:19:07 ÖS »
Çerkez Kültürü

Kafdağı´nin Kanatları
Murat Papşu
(Atlas Dergi Atlas Dergi / Çerkesler NO: 2003/03)
Çerkeslerin efsanevi yoldaşıydı at. Atcılık da binlerce yıllık geçmişten süzülerek gelen bir uğraş. Ancak, yüz yıldan fazla süren yıkıcı Kafkas- Rus Savaşı ve sürgün zamanlarında Çerkes at cinslerinin hemen tamamı kayboldu. Bu eşsiz atlardan geriye sadece tek bir cins kaldı.
Her Çerkes, ata özel bir bağıllık, sınırsız bir sevgi duyar. Onu kardeş sayar, özenle korur. Ata duydukları bu yakınlık ona verdikleri isme de yansır. Çerkesler, ata " şı " der; ki bu aynı zamanda erkek kardeş anlamındadır. Öyle ki Çerkesler, mahmuzu ilk gördüklerinde ne işe yaradığını anlamamışlar ve ata acı vereceği gerekçesiyle benimsememişler. Yine aynı nedenle Çerkes, yumuşak deri uçlu kamçısyıla atına nadiren vurur. Onlar kamçıyı sadece bir simge olarak taşır. Kamçı genç kızın sevgilisine verceceği güzel bir hediye veya atlı oyunlarda ödül olabilir ancak.
Nitekin atla ilgili gelenekler Çerkeslerin yaşamında önemli yer tutar. Örneğin, misafir olunan bir yerden ayrılırken at, başı eve doğru bakacak şekilde durdurulur ve öyle bilinir. Sağdan dönerek avludan çıkmak gerekir, keza at kesinlikle kamçılanmaz. Aksi şekilde davranmak ev sahibinin konukseverliğinden memnun kalınmadığını gösterir. Çerkes geleneklerine göre bir kadının veya yaşlının önünden atla geçmek büyük ayıptır. Atlı 30-40 metre kala atından iner, karşılaştığı kişi yürüyorsa saygılı bir şekilde durur ve sağ tarafından geçmesini bekler. Karşılaştığı kişi yerinde duruyorsa atının dizginlerinden tutarak yanından geçmesi gerekir. Atlının karşıdan gelen bir kadına veya yaşlı bir adama rastladığında atından inerek gideceği yere kadar ya da izin verilinceye kadar ona eşlik etmesi gerekir. Atlıya yaya karşılaştığında önce atlı selam verir. Atlı olarak bir yere gidilirken herkesin konumuna göre bulunması gereken yer belidir. Yaşça küçük olan, „thamade“ nın (yaşlı) solunda yerini alır. Thamadeye birden fazla atlı eşlik ediyorsa büyük olan solunda, daha genç olan sağında yer alır. Ölüm haberi getiren atlı atın ters tarafından, yani sağından iner. Bunun dışında atın sağından inmek uğursuzluk sayılır.
En ünlü Çerkes atı cinsleri Şoloh ve Beçkan´dı. Şoloh, Bestav´da ve Zelençuk vadilerinde, Beçkan ise Adigey topraklarında yaygındı. bu cinslerin Kirim pazarlarında yerli koşu atlarından 25 kat fazla fiyat verilirdi. Şoloh cinsi atların özelliği, toynakların bardak biçiminde olmasi ve arka tırnakların olmamasıydı; bunun için nala ihtiyaç duymuyorlardı. Beçkan, özellikleri açısından eşsiz bir binek atıydı. Çok sabırlı ve dayanıklı, Çerkeslerin yasamının ayrilmaz parçası olan biniciligin bütün gereklerine son derece uygundu. Gerektiğinde yemsiz 3-4 günlük yola dayanabiliyordu. Halk arasındaki tarifiyle Beçkan; „Boynu düzgün, sagrısı mantara benzer, geyiğinki gibi dik baldırları vardır. Kasığı dardır, genişliği üç parmağı geçmez. Bir kaburgası fazladır ve dolaysıyla gücü de fazladır “.
Kundeyt cinsi ise 7-9 yaşına kadar genellikle özelliklerini göztermez. Bu cinsin kısrağını iki yaşına kadar basit bir cinsten ayırmak zordur; cok tüylü ve gösterişsizdir. Ama iki yaşından sonra değişmeye başlar. Tüyleri düzelir, karnı toplanır, kulakları sivrilir, asıl görünümünü almaya başlar.
Bu cinslerden baska Zelençuk vadilerinde prenslerin adlariyala anilan Alheskir, Hağundoko, Hatohşoko cinsleri ve Yecebukay´da Yivuan cinsi atlar biliniyordu. Bu cinsler mükemmel binek atı nitelikleriyle ve prenslerin özel damgalarıyla tanınıyordu. Çerkesler atı sadece binmek için yetistirirler ve sadece aygırlara ve iğdiş edilmiş atlara binerlerdi. Kisrak süreleri sadece üreme amacıyla tutulurdu.
En varlıklı ve nüfuzlu at yetiştiricisi olan Çerkes prenslerinin süreleri hiçbir zaman 150-200 kısrağı geçmezdi. Kendi damgası olan her prens kendi at cinsine sahip olabiliyordu. Çerkesler ayrıca donlarına göre atların nitelikleri olduğuna inanırlardı. Tarihçi ve etnograf A. H. Zafes´in yazdığına göre tercihleri demir kırı ve doru idi, alacalı at hiç yetiştirmezlerdi.
Rus- Kafkas Savaşı ve sürgün zamanlarında Çerkes at cinslerinin hemen tamamı kayboldu. Kalan cinsler de Rusya´daki iç savaş yıllarında yok oldu. Son Şoloh cinsi atlar da Birinci Süvari Ordusu´nun birlikleri için dağlardaki otlaklarından indirildi ve kaybolup gittiler. Kafkasya´da Sovyet iktidarıyla birlikte Çerkes atcılığının da sonu geldi. Çerkeslere at sahibi olmaları yasaklandı. Zelençuk vadilerinde kalan cins atlar da ilk Sovyet haraları kurulunca diğer cinslerle karıştı. Böylece 25-35 Çerkes atı cinsinden bugüne sadece Şağdiy kalabildi. Kalan bu tek Çerkes atı cinsi, dünya atçılık literatüründe “ Kaberdey “ (Kabardian) cinsi olarak bilinir. En iyi dağ atlarından biri kabul edilir. Kaygan dağ patikalarında yürümek, nehir gecmek, derin karda ilerlemek konusunda inanilmaz yetenekleri vardır. Dik kayalık patikalarda dengesini çok iyi korur. Ani ısı değişikliğinde ve hava basıncına karşı dayanıklıdır. Ayrıca karanlıkta ve yoğun siste yollarını bulmalarını sağlayan şaşmaz yön duygularına sahiptir. Yüz elli kilogram yükle günde 100 kilometre yol kat edebilirler. 1935-36´da Kafkas Dağları´nda yapılan bir trialde Kaberdey atları üç bin kilometrelik mesafeye kötü hava ve arazi koşullarında 37 günde tamamladılar. Bu konudaki rekor “ Aza “ adında bir kısrağa ait: Dağ eyeriyle ve tam yüklü olarak 100 kilometreyi dört saat 25 dakikada kat etti.
Kaberdey atları genellikle cinslerini doğal olarak sürdürürler, yılkı halinde dolaşırlar. Rivayete göre soyu Cengiz Han´ ın en gözde aygırından gelmektedir. Son derece sakin ve itaatkâr huylu oldugu icin tercih edilir. Kaberdey atından çaprazlama sonucu dört yeni nesil elde edildi. Bunlardan İngiliz- Kaberdey atı, cins olarak 1966´da resmen kabul edildi.
En iyi Kaberdey atları Karaçay- Çerkes Cumhuriyeti´nde Malokaraçayev ve Malkin, Kaberdey- Balkar Cumhuriyeti´nde Guaran haralarında yetiştiriliyor. Bu haralarda atlar yazın yüksek yaylalarda, kışın dağ yamaçlarında tutuluyor. İki yaşına geldiklerinde koşu performansları deneniyor. Kaberdey atı diğer koşu atları kadar hızlı olmasa da diğer atçılık sporları icin son derece uygun özelliklere sahip.

10
Genel Kültür / Uygarlık veya Medeniyet Nedir?
« : Haziran 05, 2009, 06:15:06 ÖS »
Uygarlık
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Uygarlık veya medeniyet, bir ülke veya toplumun veya diğer zeki canlı türlerinin, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder. Uygar kelimesi, yerleşik hayata ilk geçen Türk kavimi olan Uygurlardan gelmektedir.
Medeniyet ve uygarlık kavramları çoğunlukla aynı anlamda kullanılmakla birlikte, uygarlığın daha geniş bir anlam taşıdığını ifade etmek mümkündür.
Medeniyetin, belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları değerlerle sınırlı olmasına karşı; uygarlık kavramının, binlerce yıl devam eden gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojisinin katkısı ile ortaya çıkan ve tüm insanlığın eseri ve malı olan evrenselliği sözkonusudur. Uygarlığın doğuşuna ve yükselişine Çin'den Uygur ve Orta Asya Türklerine; Hindistan'dan ve Mezopotamya medeniyetinden eski Mısır medeniyetine; Ege kıyılarındaki antik çağ sitelerinden Roma'ya; Batı Avrupa'da aydınlatma çağını yaratan, sanayi inkılabını gerçekleştiren milletlere ve nihayet Amerika ve Uzak Doğu'daki Japonlar'a kadar, tarih boyunca sayılamayacak kadar çok ülkenin ve ulusun katkısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

11
Genel Kültür / Kültür Nedir?
« : Haziran 05, 2009, 06:12:12 ÖS »
Kültür Nedir?

Kültür kavramını en başta sözlük anlamıyla tanımlayabiliriz: Bir toplumun duyuş düşünüş birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce, dil ve sanat varlıklarının topu, belli bir konuda edinilmiş geniş ve sistemli bilgi. Bir başka tanımlaması ise şöyledir: Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan her türlü değerlerle bunları kullanmada, sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümü. Üçüncü sözlük tanımı şu şekildedir: Akıl yürütme, eleştirme ve beğeni yeteneklerinin öğrenim, deney ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi.
Kültür latince kökenli bir kelime olup dilimize Amerikanca ve Fransızca'dan girmiştir. Latince cultura, toprağa birşeyler ekip ürün almak, üretmek anlamında kullanılıyordu. Voltaire Fransız Devrimi öncesinde Culture’ü insan zekasının oluşumunu ve gelişmesini belirleyen bir terim olarak kullanınca sözcük değişik bir anlam kazanmıştır. Fransızca’dan Almanca’ya cultur biçiminde geçen sözcük daha sonra tüm Avrupa dillerine yayılmıştır. Fransızca’da kültürün karşılığı irfandır. İrfan kelimesinin sözlük anlamı ise; anlama, bilme, gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziştir. Daha çok tinsel ve manevi değerleri içermiştir. Amerikanca’da kültürün karşılığı medeniyettir. Medeniyet ise uygarlık yani insanların doğaya egemen olma, toplum olarak daha iyi bir yaşama ulaşma çabalarından çıkan sonuçların, bilim, teknik, sanat ve kültürün tümünü kapsar. Sonuç olarak bilim ve tekniğin, sanat ve kültürün gelişmesi, ilerlemesiyle yaratılan yaşama koşullarının, yaşama biçiminin incelmesi, yetkinleşmesi durumudur. Dolayısıyla Amerikanca kültürün karşılığına maddi kültür daha denk düşer.
Medeniyet, insanlığın çalışarak ortaya koyduğu teknik eserlerin bütününden ibarettir. Kültür ise, bir toplumu kendi tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümlerinin bütünüdür. Bunlar ilim, sanat, ahlak ve dine ait değerlerdir. Medeniyet, kültür yaratan düzendir. Bu durumda kültür ve medeniyet kavramlarını birbirinden ayırdıktan sonra kültürün oluşumuna etken olan değerler, durumlar ve vs. önem kazanır. Her toplumun kendi kültürü vardır ve kültürün yükselmesi, ilerlemesi ve gelişmesi medeniyetin doğuşunu sağlar. Sosyolojik çerçevede en geniş sınırlarına ulaşan kültür kavramı ‘bir yaşama biçimidir.’ Bu yaklaşımda bir toplumda bulunan ve bulunmayan bütün ifade ve etkileşim biçimleri önem kazanır. Bu anlamda kültür, insan olarak belli bir toplumda öğrendiklerimizle, davranış, düşünce sistemimizin toplamı sayılabilir. Bir bakıma ne yediğimiz, ne içtiğimiz, ne okuduğumuz, nelere sempati ile yaklaşırken, nelere tepki duyduğumuz, ait olunan grup, küme ya da toplumu karakterize eder. Günümüzde iletişimin son derece hızlı yapılabilmesi kültürel ve bilimsel gelişmelerin, anında yayılmasına olanak sağlamıştır. Bu durum kültürlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin ve etkileşimlerinin üzerine düşünülmesi gereğini çıkarmıştır.
Aslında sosyal bilimciler 166 farklı tanımı olan kültür kavramı için ‘bir kavramın bu kadar çok tanımı varsa, onun tanımlanamayacağını kabul etmek gerekir’ diyebiliyorlar. Kültür tarihçileri insanoğlunun gelişme ve ilerleme göstererek hayatta kalma ve varlığını sürdürme savaşındaki başarısını, kültürel bir varlık oluşuna yani öğrendiklerini birikiminde saklayıp yeni nesillere aktarma yeteneği ile becerisine bağlar.
Kültür gelişim sürecinde önce sözlü kültür doğmuş, daha sonra yazılı kültür oluşmuştur. Bugün yazılı kültür ile beraber sözlü kültür de devinim ve gelişimine devam etmektedir. Sözlü kültür de yazar yoktur, anonimdir, doğaldır, metinsizdir, ezbere dayalıdır, çeşitlenebilir, sürekli akış, dolaşım ve dolayısı ile değişim içindedir. Bu kültür de çözümleme ve inceleme yoktur. Yazılı kültür yazılıdır, metne bağlıdır, okuru değişebilse bile metin değişmez, üreten yalnızdır, anlatıya istenilen sıklıkta dönülebilir, çözümleme ve inceleme yapılabilir.

Aydın ve Aydınlanma

Aydın kişi genellikle öğrenim görmüş, çok okumuş, kültürlü, bilgili, görgülü, ileri ve açık düşünceli, kendisi aydınlanmış olduğu için çevresinide aydınlatabilecek nitelikte münevver, entellektüel kişidir. Sosyal posizyonları itibariyle sosyal tabakalarda herhangi bir sınıfa net özellikler göstermeyip, ancak toplumsal ortalamanın çok üzerinde ileri bir eğitime, akla ve yeteneğe sahip bir zümreya entelektüeller denilebilir. Entelektüeller aklın, zekanın, yeteneğin ve bilginin toplamıyla yeni düşüncelere, görüşlere ve sonuçlara giderler. Dilimizde entelektüel sözcüğü ‘Aydın, Münevver’ kelimeleriyle karşılanmaktadır. ‘Aydınlatılmış, ışıklı’ anlamına gelen münevver kelimesi ilahi kökenli bir ışık olan ‘nur’ kökünden türetilmiştir. Aydınlığın yani bilgi donanmanın, sadece akılla değil, duygu, sezgi, kalp gibi diğer faktörlerin de katılarak sağlanabilmesi anlamını vurgulaktadır. Aydın insan içinde yaşadığı toplumun ve dünyanın dünü, bugünü ve yarını üzerinde düşünen, sorgulayan ve insanoğlunun iyiliğine ve kötülüğüne olan halleri bağımsız olarak irdeleyen bir yapıda olmalıdır. Gerektiğinde muhalif olmaktan çekinmeyen, körü körüne inanmayı, bağlanmayı reddeten, kutsallaştırılanı sorgulayan, ezberleri bozan düşüncededir. Yapısı gereği düşünen, kuşku duyan, gerektiğinde tüm bunları dile getiren, tabulara karşı eleştirel görüşler geliştirebilen, bağlantıları, geçişleri ve farklılıkları gören kişidir.
Aydın kişi içine doğduğu kültürün özelliklerini, değerlerini, eğitimini olduğu ve sunulduğu üzere kabul etmek yerine irdeler, eleştirir ve katkıda bulunur. Gelenekleri ve alışkanlıkları başka türlü düşünerek sürekli bir üst gerçeği sorgular, bilinenle tatmin olmaz. Kişisel sorumluluklarının içine toplumsal sorumluluğu dahil eder ve böylece etrafındakilere ışık saçmaya başlamış olur. Aydın kişi toplumsal konularda uyaran, ortaya koyan ve çözüm yolları öneren kişi olmalıdır. Tüm bunları yapabilmesi için aydın kişi gerçekten özgür olmalı ve inandığı doğruları ifade ederken herhangi bir grubun, kurumun, toplumun veya herhangi bir birimin menfaatlerini gözetmemelidir. İnandığı doğrular da dahil tek bir fikre veya akıma bağlı olmak yerine her fikre ve düşünceye açık olmalı fakat sorgulamayı asla bırakmamalıdır.
Herkes aydın olabilir mi sorusuna bazıları iki farklı yaklaşım ve görüş geliştirmiştir:
Birinci görüş; aydınlanma dönüşümünün aslında tüm insanlarda doğuştan var olan bir yetenek olduğunu ama bazılarının bu yeteneği kullanmaması veya kullanabilecek şartlarda olmaması yüzünden aydınlanma sürecine girilemediğini savunanlardır.
Diğer yaklaşım ise, aydınlanmanın ancak insan evriminin belirli bir döneminden sonra oluşabileceği yönündedir.
Birince görüşe göre aydınlanma sürecinin başlaması için zaten siz de var olanı fark etmeniz, keşfetmeniz yeterlidir. İkinci yaklaşımda ise herkes aydınlanmaya aday değildir. Aydınlanmaya aday olabilecek bireyler bu yetiyi bir şekilde (şans) kazanmış kişilerdir. Bir bakıma seçilmişlerdir. Bu kişiler gelecekte ‘kozmik bilince’ ulaşmış insan türünün öncüleridir. Bu yetiye sahip kişiler için gerekli olan ön koşullar zaten var olmuştur. Aslında neden, niçin, ne zaman, seçen ve seçilenler kim gibi aydın kişinin sormaktan vazgeçmeyeceği sorular ikinci durumda boşlukta kalmaktadır. Aydınlanma varoluşun anlamını arayan, ben kimim, neredeyim, neden soruları ile birlikte toplumsal konuları da aynı şekilde sorgular. Aydınlanma yolu, bu sorulara cevap aramaktan bıkmadan, yorulmadan çıkılan bir yolculuktur. Avrupa’da Rönesans’tan sonra gelen usun ve bilimin gelişip egemen olduğu aydınlanma çağından itibaren birinci görüşteki aydınlanma akla daha yakın görünmektedir. Aydınlanma özünde kolaycılığa teslim olmayan, klişelere, sloganlara sığınmayan akıl yoludur. Aydınları sonuç olarak, toplumu değiştirmek için gerekli özel şart ve yeteneklerle donanmış bir kesim olarak ele almak gerekir. Ancak unutulmamalı ki, aydınları bir sınıf olarak değerlendirmek tartışmalı sonuçlar getirir çünkü en azından sosyolojideki klasik ölçülere göre net bir sınıf teşkil etmedikleri yönünde görüş birliği vardır. Zaten duruma, ülkeye ve zamana göre değişse bile günümüzde aydınlar önce özgür bir birey olarak hep beraber hareket edecek şekilde bir sınıf şuuru taşımazlar ve başta da belirtildiği üzere çok özel şartlar için gerekli olmadığı sürece kişiselliğini ve bireyselliğini korumalıdırlar.


Kaynak: sanattasarim.iku.edu.tr
[/color]

12
Genel Kültür / Kültür ve Uygarlık
« : Haziran 05, 2009, 06:08:43 ÖS »
Kültür ve Medeniyet

Bilim adamlarının üzerinde en çok durduğu konulardan bir tanesi Kültür, medeniyet ve uygarlık kavramlarıdır. Birbiriyle ilişkili olan bu kavramlar gündemdeki yerini her zaman korumuş, kitap, makale, deneme ve hatta şiirlerin esas teması olarak işlenmiştir.
Bilimsel olarak kültür kavramını anlatabilmek için yıllarca çalışılmış, üzerinde düşünülmüş yanlışa sapmamak için gayret gösterilmiştir. Zira konu sadece bir ferdi değil, tüm toplumu ilgilendirmektedir. Toplumu ilgilendiren hususlarda ise hassasiyet gösterilmesi gerekir.
Öyleyse üzerinde yıllarca çalışılan, düşünülen, yazılan, çizilen kültür ne demektir?
Sözlük anlamının dışında, kavram itibariyle yaklaşık olarak 166 adet tanımı vardır.
Bu tanımların esasında bir milletin hayat tarzı ifade edilmektedir. Bu ifadeleri kimileri hars, kimileri ekin, kimileri ise varlıklar şeklinde dile getirmişlerdir.
Güney Afrikalı bir düşünür yapılan tüm tanımlamanın genel anlamda özetini çıkararak kültürü şöyle tanımlamaktadır. “Kültür; bir milletin, tarih boyunca elde etmiş olduğu maddî ve manevî değerlerin tümüdür.”
Görüldüğü gibi “ekin” demekle toplumların yaptıkları, hasat demekle yapılanların neticeleri, varlık demekle insanların yaşam tarzı ile kazanımları dile getirilmiştir.
Bozkurt Güvenç “Eğitim yol ise, kültür, yolcunun hayatı boyunca yaşayarak öğrendiklerinin tümüdür.” Şeklinde tanımlamaktadır.
Kültür; bir milletin hayat tarzını ifade ederken, tarih sahnesine çıkışından günümüze kadar elde ettiği birikimlerdir. Bu birikimler gerek maddî anlamda, binaları, çarşıları, evleri, evlerin içerisinde kullandıkları, camileri, okulları, cadde ve sokakları, parkları, bahçeleri ve gerekse manevî hayatta ibadetleri, arkadaşlıkları, komşuluk ilişkileri, misafir karşılama ve uğurlamaları, ikramları, beklentileri, anne-baba-evlat ilişkileri, sanatı, edebiyatı kısaca hayatta vuku bulan tüm hadiselerdir.
Antropologlar kültürü 4 temel kavram üzerinde yoğunlaştırarak açıklamaktadır.
1- Kültür, bir toplumun, ya da bütün toplumların uygarlık birikimidir.
2- Kültür, belli bir toplumun kendisidir.
3- Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir.
4- Kültür, bir insan ve toplum kavramıdır. Toplumsal bellek olarak da kabul edilebilir.
Toplumsal bir olgu olan kültür oluşturulurken ne tarafa doğru yönlendiğimiz çok önemlidir. Zira bugünün hayatı yarının kültür birikimidir.
Belki fert olarak sokakta yürüyüşümüz, tanıdığımıza selam verişimiz, ondan selam alışımız bir şey ifade etmeye bilir. Ancak bu fertler bir araya gelip toplumu oluşturdukları zaman selamlaşmanın ve şeklinin büyük önemi vardır.
Cemil Meriç’e göre kültür, insanı insan yapan bilim, iman ve terbiyeden oluşan “irfandan” çok daha fakir bir kavramdır.
İngiliz tarihçi ve kültürolog Arnold Toynbee “Uygarlıktan insan toplumlarının, Batı, İslam, Uzakdoğu ve Hint-Uygarlığı diye sınıflandırılmasını anlıyoruz. Bu isimler aklımıza; din, mimarî, üslup ve gelenek açısından farklı şeyler çağrıştırmaktadır.”
Uygarlık anlamında batı Avrupa dillerinde kullanılan sözcük civilisation, doğu İslam dünyasında ise medeniyettir. Arapça olan medeniyet bir Medine’de yani kentte oturanların yaşam biçimlerini ve düzeyini belirten bir sözcüktür.
Uygarlık antropolojik olarak “bir toplumun ya da toplumların birikimli kültürü” şeklinde ifade edilebilir.
Öyleyse uygarlık ve medeniyet aynı anlama gelmekle beraber toplumların kültürel birikimleridir. “Uygar” ya da “medeni” olmak için öncelikle bir toplumun mensubu bulunmak gerekir. O toplum değerlerini benimseyip günlük hayatta uygulamak lazımdır.
Toynbee’nin ifadesi bir anlamda dünya uygarlığını dört temel esasa ayırmaktır. Batı, İslam, Uzakdoğu ve Hint uygarlığı olarak sınıflandırması bunlar arasında bariz farklılıkların olduğunu vurgulamaktadır. Bu farklılığı ise inanışlar, yaşam tarzı, gelenekleri ortaya koymaktadır.
Her canlı varlık gibi hareketli ve değişken olan kültür, buna bağlı olarak etkileşim içindedir.
Toplumlar arasında iletişim olduğu sürece kültürel etkileşimde devam edecektir. Özellikle 21.yüzyılda kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, haber alma ve bilgi edinme kolaylığının görülmesi bu etkileşimi hızlandırmıştır. İngiliz Antropolog Taylor her ne kadar kültürü 3’e ayırarak “batı kültürü”nü en üst seviyeye taşımışsa da, yirminci yüzyılda bu tezin yanlış olduğu diğer antropologlar tarafından tespit edilmiş, teknolojik üstünlüğün bir kültür üstünlüğü anlamına gelmeyeceği vurgulanmıştır.
Toplumların yaşayışından, kullandığı teknolojiden dolayı üstünlüğünden bahsetmek yerine, ahlak, iman, inanç ve kutsal değerlere olan saygınlığı, bağlılığı ile değerlendirmek gerekir.
Kültürler arası iletişim her zaman var olan bir durumdur. Bunun önüne geçmekte mümkün değildir. Ancak toplumlar kendi kültürlerine ne kadar bağlı ise birlik ve beraberlikleri de o derece sağlamdır. Zira ferdleri birbirine bağlayan kan bağından sonra yaşayış tarzıdır, tarih birliğidir, anlayış biçimidir. Temel konularda aynı anlayışa sahip fertler arasında ayrımcılığın olması söz konusu değildir.
Tarihte bir çok millet kendi kültürlerine sahip oldukları ve geçmişlerini unutmadıkları için yeniden bir araya gelme şansına sahip olmuşlardır.
Günümüzde kuşaklar arası çatışmadan söz edilmesinin ve tartışma konusu olmasının başlıca sebeblerinden bir tanesi geçmişe olan bağın zayıflığıdır.
Torun, dedeyi anlamakta güçlük çekerse; dede ile torun arasında sorun baş gösterir.
Çocuk; yazılı tarihini, edebiyatını, sanatını anlayamaz ve bir çok fraksiyonların peşinden koşarsa kimliğini tanımakta zorluk çeker.
Toplum olarak köklü bir geçmişe sahibiz. Bu sebeple kültür birikimimiz hayli yüklüdür. Bu birikimin her bir parçası çok kıymetlidir. Çünkü, kültürümüzü oluşturan yapının temelinde insan ve iman vardır.
Yani bizim kültürümüzün temelinde insan vardır. Allah ve ahiret inancı vardır.
Fert olarak bir şey yapılacaksa insan ve iman göz önünde bulundurulmuş, fertlerin böyle düşünmesiyle toplumun değer yargıları ortaya çıkmıştır. Temelinde insan ve iman olan değerlerin oluşturduğu yapı sağlam bir zemin üzerine oturmuştur.
Ancak günümüzde bu değerlerden uzaklaştırılıp, özellikle gençlerimiz ve çocuklarımız bir takım sapma kültürlerin peşine sürüklenmek istenmektedir. Bunun için de en yaygın kitle iletişim aracı olan televizyonlar, basın yayın organları kullanılmaktadır.
Kültürler ve değerler aile, okul ve arkadaş çevresinde oluşturulurken şimdilerde bunlar arasına daha etkin olarak kitle iletişim araçları girmiştir.
Bilinçli kullanılmayan bu araçlar gelecek neslin çok farklı yapıya bürünmesine neden olabilecektir. Zira dede ile torun arasındaki uçurum gün geçtikçe artmakta birbirlerini anlamakta güçlük çekmektedirler.

Ferruh Sünger

13
Ünlüler Galerisi / Alona Bondarenko
« : Haziran 05, 2009, 06:03:34 ÖS »




14
Ünlüler Galerisi / Sania Mirza
« : Haziran 05, 2009, 05:59:22 ÖS »


15
Ünlüler Galerisi / Maria Sharapova
« : Haziran 05, 2009, 05:54:25 ÖS »













Sayfa: [1] 2 3 ... 7