İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - OĞUZHAN

Sayfa: 1 ... 29 30 [31] 32 33 ... 37
451
Genel Kültür / Ütü Nasıl Düzleştirir
« : Nisan 25, 2009, 01:06:01 ÖS »


Kumaşlar yan yana uzanan ve gözle görülmeyen liflerden, yani bir çeşit tellerden meydana gelmişlerdir. Liflerin molekülleri ince-uzun olup birbirlerine gevşekçe zincirleme bağlıdırlar. Bu bağlar çözülüp açıldıklarında ve düzensiz şekilde oluştuklarında, liflerin de düzgünlüğü bozulmuş dolayısı ile kumaş buruşmuş olur.

Pamuklu kumaşlar selüloz moleküllerinden oluşurlar. Bu moleküller birbirlerine hidrojen bağlan ile bağlıdırlar ve bu bağlar da yeterli ısı ve çok az miktarda su ile kırılabilirler. Su ile şişen liflerin kırılan molekül bağları, ütü kumaşın üzerindeyken düzgün bir şekilde tekrar bağlanırlar ve ütü kaldırıldığında kumaşta düzgün ve pürüzsüz bir yüzey oluştururlar.

Görüldüğü gibi ütülemede ısı ve su, kumaşın moleküllerindeki bağların şişerek kırılmalarını, ütünün ağırlığı da onların preslenip tekrar düzgün bir şekilde bağlanmalarını sağlıyor. Bu nedenle pantolonu yatağın altına koymak gibi susuz ve ısısız yöntemler kumaşın ütülemede olduğu gibi düzleşmesini sağlayamaz. Kuru bir pamuklu kumaştaki buruşuklukları soğuk bir ütü ile asla düzeltemezsiniz.

Pamuklunun dışındaki kumaşlarda uzun-zincir moleküllerin birbirlerine bağlanış şekilleri farklı da olsa ütülemenin etkisi aynıdır. Örneğin, yünlü kumaşlarda ortak bağlar çapraz şekildedirler. Bazı kimyasalları kullanarak, bu bağları kırıp sonra ütü ile şekillendirmek suretiyle, kumaş kalıcı olarak pilili yani kıvrımlı veya büzgülü hale getirilebilir.

Naylon, polyester ve benzeri esaslı kumaşların yapıları ise ısıya hassastırlar. Onları ütülerken ısının kontrollü uygulanması gerekir.

452
Genel Kültür / Orkestra Şefleri Ne Yapar
« : Nisan 25, 2009, 01:02:25 ÖS »


Günümüzde müzik icra eden her gruba, sayısına ve çalgılara bakılmaksızın orkestra deniliyor ancak her çalgı topluluğu bir orkestra oluşturmaz. Bir orkestrada belli sayıda yaylı, üflemeli ve vurmalı sazların belirli bir düzen oluşturacak şekilde bir araya gelmesi ve her çalgı türü için bir parti yazılmış olması gerekir.

Bir orkestrada bütün işleri müzisyenler yaparlar ama alkışları orkestra şefi toplar. Peki, nedir bu orkestra şeflerinin özellikleri? Kemanı birinci kemandan, piyanoyu bir virtüözden daha iyi çalabilirler mi? Onlar olmazsa orkestra elemanları notalara bakarak bir eseri çalamazlar mı?

Orkestra, on yedinci yüzyılda ortaya çıkmıştır ve zaman içinde yapısı pek çok değişiklik geçirmiştir. Orkestra şefleri orkestra ile birlikte ortaya çıkmamış, çok daha sonra sahnede yerlerini almışlardır. Ancak bu, orkestra şefinin olmadığı dönemlerde orkestranın yönetilmediği anlamına gelmez.

Orkestralar ilk zamanlarında sadece kraliyet ailesi ve asil sınıfın önünde konser veriyorlardı. Kimse krala ve yanındakilere arkasını dönemeyeceği için bir şefin bugünkü gibi orkestrayı idare etmesi zaten düşünülemezdi. Tempoyu önceleri klavsen, sonraları da en önde oturan baş kemancı ayaklarını yere vurarak, başını veya elindeki yayı sallayarak ayarlıyordu.

Saray orkestralarının gittikçe artan müzisyen sayısı elli-altmışa varınca, Fransız ihtilalinden sonra halk konserleri de başlayıp yaygınlaştıkça, orkestradan bir müzisyenin şefliği de üstlenmesi imkansız hale geldi. Bu işi sadece müziğin idaresine konsantre olacak, geniş müzik kültürü olan kişiler başarabilirdi. Böylece besteciler konserlere katılmaya, kendi eserlerini yönetmeye başladılar.

On dokuzuncu yüzyılda eserlerin bestecileri yavaş yavaş hayattan çekilmeye başlayınca, profesyonel orkestra şefleri ortaya çıktılar. Orkestra şefliği bir meslek haline geldi. Şeflerin ortak özellikleri, hemen hepsinin erkek olmaları, beyaz saçlı, asabi ve karizmatik olmaları, mükemmel bir kulağa ve hafızaya sahip olmalarıdır. Genellikle eserleri, hem de her bir çalgı için ayrı ayrı ezberden yönetebilirler.

Orkestra şeflerinin işlerinin yüzde 95'i provalardadır. Sesleri en çok 'yanlış çalıyorsunuz', 'çok hızlı', 'daha yavaş' şeklinde provalarda duyulur. İyi prova çalışmaları yapmış bir orkestra şefsiz çalabilir ama iyi bir provayı şefsiz yapamaz.

Orkestra şefleri bir spor takımının antrenörü gibidirler. Takımın nasıl oynayacağı, oyuncular arasında uyumun nasıl sağlanacağı antrenmanlarda tespit edilir. Maça çıkınca da asıl iş oyunculara düşer. Kuralları basit olan futbol oyununda bile on bir kişinin ahengi çok önemli iken son derecede karmaşık eserleri icra eden altmışı aşkın müzisyenin uyumu şüphesiz tartışılmaz. Monako'nun ulusal orkestra kadrosunun, ordu kadrosundan daha geniş olduğunu biliyor muydunuz?

Bir orkestrada çoğu zaman on veya on iki çalgı aynı anda farklı notalar çalarlar. Bu kaos içinde yönetimin bir an bile yitirilmemesi gerekir. Bir orkestra şefi aynı anda farklı yirmi sekiz çalgının seslerini ayırt edebilir, dilediği sese konsantre olarak onun hatasını görürken, orkestrayı idare etmeye devam edebilir.

Orkestra şefinin en önemli enstrümanı seyircinin göremediği bakışlarıdır. Bakışlar şefin bagetinden bile önemlidir. Şefin baget tutan eli müziği bölümleyip ölçüleri belirtir yani gerçek anlamda müziği yönetir. Sol el ise duygu elidir. Örneğin, şef sol elin işaret parmağını dudaklarına götürdüğünde sesin hafiflemesi gerektiğini belirtmiş olur.

Sesin artması gereken yerlerde elini kürek gibi hareket ettirir. Göğse bastırılan sol el, havada daireler çizen baget, öne uzanmış kollar, kapalı gözler ve şefe özel bir takım hareketler müzisyenlere mutlaka birer mesaj iletirler. Kısacası orkestra şefleri bir esere ruh ve kişilik kazandırırlar.

453
Genel Kültür / Balerinlerin Dans Stili
« : Nisan 25, 2009, 01:01:56 ÖS »


Kadın ve erkeğin birlikte gösteri yaptıkları dans eserlerinde (buz pateni de dahil) genellikle erkekler iri ve atletik yapılı, kadınlar zayıf ve hafiftirler. Kadınların parmaklarının ucunda dans etmeleri daha uzun boylu görünmek, aradaki fizik farkını kapatmak kaygısından ileri gelmez. Amaç sadece estetik görünümdür. Erkekler de isteseler bu şekilde dans edebilirler. Ayak yapıları, ağırlıkları bir mani teşkil etmez. Kafkas halk danslarında erkekler parmak uçları üzerinde rahatlıkla dans ederler.

1581 yılının sonbaharında, IV. Henri zamanında, Fransız kraliçesi Loise'in kız kardeşi, Joyeuse dükü ile evlenecekti. Kralın annesi bu düğünün uzun yıllar unutulmayacak bir festival haline getirilmesini istedi. Zamanın ünlü müzisyeni ve dans ustası Baltazarini di Belgioioso'ya organizasyon görevini verdi. O da ana kraliçeyi hayal kırıklığına uğratmadı.

Louvre sarayında sahnelenen ve altı saat süren 'Ballet comique de la Reine' isimli, pantomim, şiir, dans karışımı eser dans tarihçileri tarafından balenin doğum tarihi olarak kabul edilir.

Eserin ünü ana kraliçenin de teşviki ile tüm Avrupa'ya yayıldı. Benzer eserler üretildi. Ne var ki 1600'lü yılların sonlarına kadar bale dansı ile gösteri dansı aynı temeller üzerine oturtuldu. Amatörler, sarayda yetişmiş dansçılar ve meydan soytarıları, saray sahnelerinde yan yana dans ediyorlardı.

1713'te Fransa'da Paris Operası ile birlikte ilk dans okulu kuruldu. O güne kadar danslar erkek dansörler üzerine kurulmuş ve geliştirilmişti. Okulla beraber kadın dansçılar da ortaya çıkmaya başladılar. Ancak, uzun, ağır giysileri ve ayakkabıları erkekler gibi serbestçe dans etmelerine imkan vermiyordu.

Sazlı, sözlü, şiirli, atlamalı, sıçramalı bir gösteri olan bale, 1700'lü yıllarda romantik şarkıların bulunmadığı, dansın temel unsur olarak kullanıldığı bir sanata dönüştü. Ağır kostümler, peruklar, maskeler, yüksek topuklu ayakkabılar yavaş yavaş terk edildi.

Romantizm, baleyi 1800'lü yılların başında etkisi altına aldı. Hareketlerde giderek artan akıcılığa, havagazı ile ışıklandırmanın getirdiği kolaylıkların da eklenmesiyle koreografilerde gerçekdışı, gerçeküstü öyküleri, düşleri, hayalleri, hayali yaratıkları, uzak ülkeleri, büyük aşkları sahneye yansıtma imkanı doğdu. Dans daha saf, daha kadınsı bir sanata dönüştü. Sanatçılar zaman zaman bu koreografilere çok uygun gelen parmak ucunda dansı denediler ama bale pabuçları henüz bu tekniğe imkan verecek kadar yumuşak değillerdi.

1827'de Paris Operası'nda muhteşem bir genç kadın, Marie Taglioni ortaya çıktı ve baledeki dans anlayışını, yeni stili ile önemli derecede etkiledi. Taglioni'nin parmak üzerindeki dans stili, dansa daha ruhani, tül kadar hafif, sanki bir başka dünyaya aitmiş gibi, o güne kadar görülmemiş bir hava kattı.

Taglioni bütün Avrupa'da yirmi yıl boyunca dans elti ve dansın kraliçesi olarak kabul edildi. Nazlı görünümü ve olağanüstü dans yeteneğiyle erkek dansçılar karşısında üstünlük sağlayarak 'baş kadın dansçı' kavramının doğmasına neden olan bu ünlü balerin, beyaz tülden giysileri ve ayaklarının ucunda uçarcasına dans edişiyle balede yeni bir çığır açtı. Romantik balede kadın dansçı, beyaz kısa eteği ile tüy gibi havalanan bir varlık oldu.

Yine de o günlerde hiçbir balerin Taglioni gibi parmak ucunda dansetmeyi başaramıyordu. Bale pabuçları ipek ve satendendi. Uçları da pamuk ve ipekle destekleniyordu ama bu dansçılara parmak ucunda dans edebilme kolaylığını vermiyordu. Bu işe uygun ilk pabuçlar 1800'lü yılların sonlarında İtalya'da yapıldı. Başlangıçta erkekler bu ayakkabıları giymeyi ve parmaklarının ucunda dans etmeyi kadınsı buldular. Sonucunda da belli bazı hareketleri tek başına yapamayan balerinlerin yardımcısı rolünü kabullenen erkek dansçılar giderek ikinci plana düştüler.

454
Genel Kültür / Ağaç Çatalla Su Bulmak
« : Nisan 25, 2009, 01:01:33 ÖS »


Yer kabuğu yalnızca birkaç kilometre delinebildiği için altımızda nelerin olduğu örnekler alınarak açıklanamıyor. 70 kilometreye ulaşan yer kabuğundan sonra 2.900 kilometre kalınlığında katı bir tabaka, daha sonra da 2.300 kilometre kalınlığında ergimiş çekirdek tabakası olduğu biliniyor.

İnsanoğlu gözünü hep gökyüzüne diktiğinden yer altındaki faaliyetler ve bunların kendi yaşamına etkileri hakkında biraz ilgisiz. Arada sırada bir yanardağ lav püskürtünce aşağıda da bir takım şeylerin olduğunun farkına varıyor. Aslında ayaklarımızın altında sıvıları, gazlan, radyoaktiviteleri, manyetik kuvvetleri; eriyen, kırılan, dalgalanan tabakaları ile esrarengiz bir dünya gizlidir.

Jeologların yüksek teknoloji ürünü aletleriyle bile saptayamadıkları yer altındaki bazı oluşumları insanların hissedebildikleri, yerin derinliklerinden gelen ışınların pek çok hastalığın sebebi olabileceği konulan artık ciddi olarak tartışılmaktadır.

Yerin altı ile fizik ötesi bir ilişki kurabildiklerini iddia edenlerin başında su arayıcıları gelir. Su arayıcılarının en çok kullandıkları 'Y' harfi şeklindeki ağaç çubuklardır. 'Y'nin iki ucunu ellerinde tutup, bacağını da ileriye uzatıp kollarını gererler. Su kaynağına yaklaştıkça ağaç çatal titremeye ve aşağıya, suyun bulunduğu yere doğru dönmeye başlar. Bu işte tercih edilen ağaçlar fındık, karaağaç ve meşedir.

Çin'de milattan önce 2200 yıllarından beri kullanılan bu tekniği uygulayan su arayıcılarına göre, iki su damarının kesiştikleri yerden çok güçlü bir ışın yayılmaktadır. Bu ışın evlerin duvarlarından bile geçebilmekte, insanlar mikrodalga seviyesindeki bu ışınları hissedebilmektedirler. Ancak özel bir duyarlılığa sahip insanların algılayabileceği söz konusu ışınların var olup olmadıklarını ve insan sağlığı üzerindeki etkilerini kanıtlamak üzere Münih Üniversitesi bir çalışma başlatmıştır.

Çalışmalar kapsamında yapılan deneylerde su arayıcı kişilerin yüzde 95 isabetle suyun yerini tespit edebildikleri görülmüştür. La Roche firması adına su arayan ünlü Peter Treadwell, Avustralya'dan Hindistan'a kadar dünyanın hemen her yerinde aradığını bulmuştur. Yer altı oluşumlarının insanlara bir şekilde etki ettikleri artık kabul edilmektedir. Ancak bu işte kullanılan ağaç çatalın yer altı sularından nasıl etkilendiğinin ve bu işteki rolünün hala bilimsel bir izahı yoktur.

455
Genel Kültür / Çivi Üstünde Yatmak
« : Nisan 25, 2009, 12:59:54 ÖS »


Aslında hiçbir çivinin ucu tam olarak sivri değildir. İmal ediliş tekniği bakımından da bu mümkün değildir. Belki gözle pek fark edilemez ama büyüteçle bakıldığında sivri uçta imal sırasındaki kesilme yeri olan minik düzlük görülebilir. Tabii bu, çivinin tahtaya, tuğlaya girmesine mani teşkil etmez ama kafasına çekiçle kuvvetlice vurmak şartıyla. Yoksa elle iterek veya zayıf bir kuvvet uygulayarak bir çiviyi hiçbir yere sokamazsınız.

Eğer bir çiviyi elinize alır, sivri ucuna parmağınızla hafifçe bastırırsanız parmağınızı delmediğini göreceksiniz. Siz parmağınızla çiviye bir itme kuvveti uygularken aksini de parmağınıza çivi uygular ama bu derinizi delecek güçte bir kuvvet değildir.

Şimdi iki ayrı parmağınızla, iki ayrı çiviye öncekinin iki misli kuvvetle bastırın. Uyguladığınız kuvvet iki parmağınıza bölünecek, her bir çiviye olan itme gücü yine aynı olacak dolayısıyla çiviler parmak derinizi yine delemeyeceklerdir.

Eğer 100 adet çivi üzerine yatarsanız, vücudunuzun ağırlığı bu 100 çiviye bölüneceğinden, her bir çivi, vücudunuzun 100 farklı noktasına parmağınıza yaptığından daha fazla bir aksi kuvvet uygulayamayacak, sonuçta yine derimizi delemeyecektir.

Çivilerden yapılmış bir yatağın üstüne yatmanın teknik olarak izahı budur. Hatta çivi sayısı ne kadar çok olursa tehlike o kadar azalır. Yeter ki vücut ağırlığı ile çivi sayısını ayarlayın, vücut ağırlığınız çiviler üzerine olduğunca eşit gelecek şekilde yatın. Çiviler iz bırakabilirler ama delip geçemezler, çok acı da vermezler.

Aslında çok gizemli gibi görünen, seyredenleri şaşırtan ve heyecanlandıran, manevi duygularla ilişkili olduğu imajı verilen bu gibi birçok gösterinin arkasında küçük teknik hileler yatar. Ne var ki bu hileleri yapmada bile ön hazırlıklar, bilinçli ve dikkatli uygulamalar gerekir. Sakın bunu evde denemeyin!

456
Genel Kültür / Cemre Düşmesi Nedir
« : Nisan 25, 2009, 12:59:13 ÖS »


Cemrenin kelime anlamı 'kor halindeki ateş'tir. İlkbahar başlamadan önce birer hafta aralıklarla havaya, suya ve toprağa düştüğüne ve onları ısıttığına inanılır. Eskiler 365 günlük yılı 'kasım' ve 'hızır' günleri olarak ikiye ayırmışlardı. Kasım 179, hızır ise 186 gündü. Yılın kasım kısmı yani kış devresi 8 kasımda başlar, 6 mayısa kadar sürerdi. 6 mayısta da hıdırellez ile birlikte yaz devresi, hızır günleri başlardı. Kasım ayına kasım dememiz oldukça yenidir. 1945 yılında ilgili kanun yürürlüğe girene kadar, kasım ayma 'teşrinisani' denilirdi. Kasım adı Arapça 'bölen' anlamındadır. Yılı böldüğü için bu ad verilmiş olabilir.

Kasımın kırk altısında, kırk gün anlamına gelen 'erbain', seksen altısında da elli gün anlamına gelen 'hamsin' başlar, böylece kışın en soğuk zamanları olan doksan günlük süre geçmiş olurdu. Kasım günlerinin ortasını geçip yüz gün arkada kalınca halk arasında zorlu kış günlerini arkada bırakmanın bir ifadesi olarak 'geldik yüze, çıktık düze' denilirdi.

Kasımın yüz beşinde (19-20 şubat) birinci cemrenin havaya, yüz on ikisinde (26-27 şubat) ikincisinin suya, yüz on dokuzunda da (5-6 mart) üçüncü cemrenin toprağa düştüğüne ve yedi günlük aralıklarla buraları ısıttıklarına inanılırdı. Cemrelerin düşüş sıralamasında önce hava ısınıyormuş gibi görünse de hava doğrudan güneş ışınları ile ısınmaz.

Güneş'ten gelen ışınlar önce yeri ısıtırlar, yerden yansıyan ışınlar havayı ısıtırlar. Aksi olsaydı, yükseldikçe, dağların tepesine çıktıkça, Güneş'e yaklaşıldığı için hava gittikçe ısınırdı.

Meteorolojik olarak ısınma sıralaması toprak - hava- su şeklindedir. Cemre her ne kadar folklorik bir inanış olsa da, cemreler arasındaki günlerde hava sıcaklığında az da olsa düşüşler yaşansa da, özellikle Marmara bölgesine ait istatistiklere göre, cemre tarihlerinde yüzde 80'e varan oranda ısınma meydana gelmektedir. Cemreler Türk dünyasının kültür ve edebiyatına da konu olmuşlardır. Örneğin, divan şairlerinin cemre zamanlan, baharın yaklaşması dolayısıyla önemli kişiler için yazdıkları övgü şiirlerine 'Cemreviye' denilirdi.

457
OYUN / NFS Underground 2
« : Nisan 25, 2009, 12:57:32 ÖS »
NFS Underground 2 sıkıştırılmış değildir Full'dür.


Resimler:








LİNKLER

PART 1:   




PART 2:   



PART 3:   







458
OYUN / The Punİsher !!!tek Lİnk!!!FULL
« : Nisan 25, 2009, 12:40:25 ÖS »



The Punisher, Marvel çizgi romanlarını takip edenlerin yakından tanıyacağı bir isim. İlk olarak Örümcek Adam çizgi romanında kendini gösteren, iyilik adına çalışıyor olsa da sert tavrı ve düşmanlarına karşı fazlasıyla acımasız davranması nedeniyle iyi mi yoksa kötü mü tam olarak anlaşılmamıştır. Yine de kendine hatırı sayılır hayran kitlesi oluşturmuş olacak ki, kısa zaman sonra kendi çizgi romanı piyasaya sürülmeye başlanmıştır.



Punisher, ailesi ve çocukları serseriler tarafından öldürülmüş eski bir polistir. Yaşadığı trajik olay tarafından öyle etkilenmiş ve suç çetelerine öyle kin bürümüştür ki, yaşamının geri kalanını tüm suç işleyen sokak serserilerini öldürmeye adamıştır. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan her kahraman gibi yollara düşer ve çeteleri bir bir çökertmeye girişir. Ancak hikayenin gelişimi hiç de düşündüğümüz gibi gitmez. Çünkü Punisher sadece karşısına çıkanı öldüren bir kanun koruyucusu değildir. Karşılaştığı kötü insanlara en akıl almaz yollarla işkence etmekten hoşlanan, onu konuşturmak için türlü metotlar kullanan son derece acımasız bir insandır. Karşısında yalvarmak ya da af dilemek onu yumuşatmaz. Punisher ile karşılaşan her kötü insan tek bir şey ister; acısız bir ölüm…







İstenen En Düşük Sistem Gereksinimi





1 GHz Pentium III or AMD Athlon XP processor,

128 MB RAM, 64MB DirectX 8.1 compatible AGP card with hardware T&L,

2G free hard drive space,

DirectX 8.1 compatible sound card



BOYUT:249mb sıkıştırılmış hali



DİREK RARI AÇ SETUP.BAT TAN KUR YADA UNPAK VARDIR

OYUN %100 ÇALIŞIYO



http://www.filefactory.com/file/a60fb8/



rar şifresi :lordaremin



the whole build process will take 30 mins.."yazısı hata değildir(error demiyor wait diyor) sadece beklemenizi söylüyor uharc yada unpatı kendi kapanmadığı sürece yada "devam etmek için bir tuşa basın" yazısı gelmediği sürece kapamayın




not:alıntıdır                                                                      Yorumlarınızı Bekliyorum ....

459
Genel Kültür / Kadeh Tokuşturma Adeti
« : Nisan 24, 2009, 08:46:00 ÖS »


Bu konuda daha güncel ve romantik bir hikaye var. Biliyorsunuz insanda beş ana duyu var: Dokunma, görme, koklama, tat alma ve işitme. Yemeğe gidilen bir restoranda şarap ısmarlanırsa, garson şarabı getirdikten sonra bardağa bir parmak koyar ve kontrol etmesi için doğrudan erkeğe uzatır. Hiç bir kadının da itiraz etmediği bu durum gerçekten anlaşılmazdır. Çünkü dünyadaki aroma ve tat alma uzmanlarının çoğu kadındır.

Neyse biz gelelim restorana... Kadehin soğuk temasıyla dokunma duyusu tatmin edildikten sonra kadeh havalı bir şekilde göz hizasına kadar kaldırılıp şarabın rengine bakılır. Görme duyusu kontrolünden sonra kadeh burun hizasından bir sağa bir sola gezdirilerek koklanır.

Minik bir yudum alarak tadını da algıladınız. Zaten şaraptan pek anlamıyorsunuz. Garsonun da mantarını açtığı şarabı kendisi içmezse başka birine verecek hali yok. Mecburen 'mükemmel' diyorsunuz. Ama hala bir duyu kaldı, işitme duyusu. İşte o duyuyu da kadehleri tokuşturup, 'çınnn' sesini duyduktan sonra tatmin ediyoruz.

Hikaye gerçekten romantik ama işin aslı biraz değişik. Antik çağlarda bir insanın düşmanını yemeğe davet edip, onu ortadan kaldırmak için zehirli bir içki sunması görülmemiş bir şey değildi. Ev sahibi içkisinin zehirsiz olduğunu ispat etmek için kendi içkisini havaya kaldırır ve misafirin içkisinden bir miktarını kendi bardağına dökmesine müsaade ederdi. Her iki kişi de içkilerini aynı anda içerek birbirlerine olan güvenlerini gösterirlerdi.

Misafir ev sahibine olan güveninin çok fazla olduğunu göstermek için bardaklar havada yan yana geldiğinde, kendi içkisinden onun bardağına bir şey dökmez, bardağını yavaşça onun bardağına vururdu. Duyulan 'çın' sesi gerçek bir güvenin ifadesi idi.

460
Genel Kültür / Doğum Günü Pastası
« : Nisan 24, 2009, 08:44:46 ÖS »


Düğünlerde pasta kesmek adetinin, yeni evlilere bereket, doğurganlık ve mutluluk dileklerinin iletilmesinin zaman içinde gelişmiş bir şekli olduğundan bahsetmiştik. Doğum günlerinde pasta kesmek adetinin ise tarihi kökeni ve amacı değişiktir. Zaten tek kat olan şekli ve üzerindeki mumlar nedeniyle pasta görünüş olarak da düğün pastasından farklıdır.

Pasta sözcüğünü hep günümüzdeki anlamı ile kullanıyoruz. Aslında tarihi gelişimi içinde 'kek' demek daha doğru olur. Doğum günü pastasının bilinen tarihi Helen uygarlıklarına kadar uzanır. Bir kutlama amacı ile ortaya çıkması ise Ortaçağda Almanya'da olmuştur. 13. yüzyılda Almanya'da çocuklara gösterilen ilgi belki bugünkünden bile fazlaydı. Doğum günleri bir festival şeklinde kutlanıyordu.

Doğum günü kutlaması sabaha karşı, şafakta, gün ağarırken başlıyordu. Üstü yanar mumlarla süslenmiş pasta (kek) eve getirildiğinde çocuk uyandırılıyor, pastanın üstündeki mumların ise yemek vakti gelene kadar devamlı değiştirilerek sürekli yanar halde kalmaları sağlanıyordu. Yemeğin başında çocuk mumları üfleyerek söndürüyor ve şölen başlıyordu.

Pastanın üzerindeki mumların sayısı çocuğun yaşından bir fazla oluyordu. Bu bir fazla mum, bir gün sönecek hayatın ışığını simgeliyordu. Ayrıca çocuğa bir çok hediyeler getiriliyor, o gün istediği, sevdiği yiyecekler hazırlanıyordu. Yani o zamanlarda doğum günü kutlamaları çocuklara yönelikti.

Günümüzde her yaştan insanın kutladığı doğum günü ve kesilen pasta işte o zamanların bir adetinin devamıdır. Doğum günü pastasının üstündeki mumları bir üfleyişte söndürmek, bu arada bir dilek tutmak, eğer dilek gerçekleşirse bunu kimseye söylememek adetleri de o günlerden kalmadır.

461
Genel Kültür / Düğünlerde Pasta Kesme
« : Nisan 24, 2009, 08:44:18 ÖS »


Günümüzde düğüne, evlenen çift tarafından bir pastanın kesilmesiyle başlanılması vazgeçilmez bir adet haline gelmiştir. Pastanın kat kat yüksekliği biraz da sosyal statü olarak görüldüğünden gelin ile damat, boylarını aşan bu pastaları, kılıç gibi uzun bir bıçak kullanarak ancak kesebiliyorlar.

Buğday, tarih boyunca bereket, doğurganlık ve mutluluğun sembolü olduğundan başlangıçta, düğün törenlerinde, iyi temenniler gelinin başına buğday dökülerek sunuluyordu. Evlenmemiş veya evlenmeyi bekleyen genç kızlar, kısmetleri açılsın diye bu buğday duşunun kendilerinin de başlarına isabet etmesi için uğraşırlardı. Tıpkı günümüzde, gelinin elindeki buketten fırlattığı çiçekleri aynı inanışla yakalamaya çalışan genç kızlar gibi.

Romalılar devrinin başlangıcında aşçılar çok saygın bir meslek grubunu oluşturuyorlardı ve bu aşçılar milattan yaklaşık 100 yıl önce adeti biraz değiştirdiler. Bu buğdaylarla küçük, tatlı kekler yaptılar. Kekler şüphesiz gelinin başına atmak için değil, yemek içindi, ama bir şey atmayı alışkanlık haline getirenler bu tatlı kekleri de gelinin başına atmaya devam ettiler.

Daha sonraları bu adetin devamı olarak, düğüne getirilen keklerin bereket getirmesi için gelinin başı üstünde ufalanması, ardından da evlenen çiftin bu kek kırıntılarını birlikte yemesi gibi bir adet başladı. Zaman geçtikçe misafirler de evlerinden getirdikleri fındık, fıstık, kurutulmuş meyveler ve bala bulanmış bademlerle düğün törenine katkıda bulunmaya başladılar.

Adet hızla Avrupa'nın batısına, oradan da İngiltere'ye geçti. İngiliz aşçılar kekleri bir çeşit biraya batırıp kendilerine has düğün pastalarını yarattılar. Ortaçağın başlarında ise bu adet bir süre unutuldu. Gelinin başına buğday ve pirinç dökülmesi tekrar moda oldu.

Ne zaman ki, dekoratif ve süslü bisküviler, yağlı çörekler ortaya çıktı, adet yine değişti. Misafirler bunları evlerinde yapıp düğüne getirmeye başladılar. İngiltere'de ise bu getirilenler üst üste yığılmaya başlandı. Yiyecek yığını ne kadar yüksekse o kadar iyi, o kadar çok bereket habercisi idi. Evlenen çift bu yığının üzerinden birbirlerini öptükten sonra öncelik gelinde olmak üzere yiyecek tepeciğinin yenilmesine başlanıyordu.

İngiliz ve Fransız aşçılar arasındaki yaratıcılık, en iyi, en dekoratif ve en lezzetli pastayı yapma yarışı süreci içinde düğün pastası adeti de yayıldıkça yayıldı, düğün törenlerinin olmazsa olmazları arasına girdi.

462
Genel Kültür / Niçin Tespih Çekiyoruz
« : Nisan 24, 2009, 08:43:33 ÖS »


Boncuk, kemik, taş gibi küçük parçaların bir ipe dizilmesi insanlık tarihi kadar eskidir. İlk insanlar avladıkları avın parçalarını ip benzeri şeylere dizer, bir sonraki avda başarı getirmesi için üzerlerine takarlardı. Daha sonraları bu tip takılar kötülüklerden ve düşmanlardan koruması için savaşlarda da takılmaya başlandı. Bugün bile bazı taşların özel uğurlar getirdiklerine inananlar vardır.

Boncukların dini amaçla ve duaları saymada kullanılmasına ilk olarak Hindistan'da, Hindu inanışında rastlanıyor. Tespihin ataları Hindistan'dan doğuya, sonra Ortadoğu'ya, en sonunda da Avrupa'ya yayılıyor. Tespihin kullanış amacı Müslümanlık, Hıristiyanlık (Katolik), Hinduizm ve Budizm'de aynı olup hepsinde de duaları ve dualar arası bölümleri saymada kullanılır.

Tespihin İslam dünyasında ne zamandan beri kullanıldığı kesin olarak belli değildir. Hz. Muhammed'in tespih taşıdığına dair bir kayıt yoktur. Hatta belki Osman Gazi, belki de Fatih Sultan Mehmet'de tespih kullanmadılar. Arşivlerde tespih ile ilgili bilgilere ancak 16. yüzyılın sonlarına doğru rastlanmaktadır.

Ne var ki, Hz. Muhammed zamanında namaz ve dua sırasında hurma çekirdeği veya çakıl taşı kullanıldığı bazı hadislerden anlaşılmaktadır. İslam'da Peygamber'in namaz kılarken sünneti olan 'Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahüekber' kelimelerini 33'er defa tekrarlamanın hangi tarihte başlayıp, yayıldığı da bilinmiyor.

Yüce Yaratıcı'ya 99 ayrı isim veren İslami anlayış, onu anarken, her isim için bir işaret olmak üzere ipe dizdiği bu 99 taneli şeye de 'tespih' adını vermiştir. Çeşitli malzemelerden yapılan tespihteki tane sayısı 33, 99, 500 veya 1000 olabilir.

500 ve 1000'lik tespihler daha ziyade tekkeler ve dergahlarda zikr için kullanılırlardı. Tekke şeyhleri, hastaları veya bir muradı olanları, iyileşmeleri veya muratlarının olması için bu tespihlerin içinden geçirirlerdi.

Tespih çekmek, tespih tanelerini birer birer işaret parmağı ile baş parmak arasından geçirmektir. Ancak günümüzde tespihi bir oyuncak veya el alışkanlığı olarak kullananlara, sallayarak veya çeşitli figürler meydana getirerek dolaşanlara, hatta tuttukları futbol takımının renklerine göre yapılmış tespihleri çekenlere sıkça rastlanmaktadır.

Aslında tespih çekmek din adamlarına özgü bir davranışmış gibi algılanır ama halk arasında da neredeyse bir alışkanlık haline gelmiştir. Tespih çekmenin daha çok kırsal kesimlerde yaygın olmasının nedeninin tespihin boş elleri meşgul edebilme özelliği olduğu ileri sürülüyor. Sıcak aylan tarımsal çalışma ile geçiren, sürekli ellerini kullanmaya alışmış kişilerin kış aylarında bu boşluğu tespihle doldurduklarına inanılıyor.

Günümüz biliminin tespih çekme alışkanlığına bakış açısı biraz değişik. Bilim insanları, beynimizin, çalışma yaşamının güçlükleriyle, sorunlar, endişeler ve korkularla sürekli baskı altında tutulduğunu, bunun sonucunda sinir hücrelerinin aşırı yorulup yıprandığını ve beynimizi rahatlatmak, onu özgür bırakmak, dikkatimizi başka tarafa yöneltmek için tespih çekmenin çok etkili ve faydalı olduğunu söylüyorlar.

463
Genel Kültür / 13 Sayısının Uğursuzluğu
« : Nisan 24, 2009, 08:42:54 ÖS »


13 sayısının uğursuz olduğuna ilişkin inanç dünyada o kadar yaygındır ki, yaşamı birçok yönde ciddi olarak etkilemektedir. Bazı ülkelerde evlerin kapılarına 13 numarası verilmez, uçaklarda 13. koltuk sırası yoktur, apartmanlarda, otellerde 13. kat ya 12A'dır ya da 14'tür. 13 numaralı oda yoktur. Olsa bile insanlar o odada kalmak istemezler. Hatta ayın 13'ünde işe gelmeme, uçak ve tren rezervasyonlarının iptali, alışverişin düşmesi ve benzeri davranışların ABD'ye günde milyonlarca dolara mal olduğu söylenmektedir. Bu inanç bir fobi yani bir çeşit korku hastalığı olarak kabul edilmiş olup adı 'triskaidekaphobia'dır.

Genel olarak bu inancın, Hz. İsa'nın meşhur son yemeğindeki havarilerin sayısından kaynaklandığı sanılsa da, kökü çok daha eskilere mitolojik tanrıların yaşadığına inanılan çağlara, İskandinavya topraklarına kadar gider.

O zamanlarda ışık ve güzellik tanrısı Balder bir ziyafet verir. Balder Vikking'lerin meşhur tanrısı Odin ile Frigga'nın oğulları olup, ay kraliçesi Nanna'nın da eşidir. Bu ziyafete 12 kişi davetli iken, yalanların ve hilelerin tanrısı Loki, davetli olmadığı halde, zorla 13. kişi olarak katılmak ister. Ancak bu arada çıkan tartışmada, Loki diğer tanrılar tarafından da çok sevilen Balder'i öldürür.

Bu mitolojik hikaye ve inanış İskandinavya'dan Avrupa'nın güneyine kadar yayılır. Hıristiyan din adamları bu halk masalını kullanırlar ve Hz. İsa'nın son yemeğine uygularlar. Hıristiyan versiyonunda Balder'in yerini Hz. İsa, Loki'nin yerini de hain Judas alır. Bu yemekten sonra 24 saat içinde de Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürülür. Bu nedenle Hıristiyanlarda akşam yemeğinde 13 kişi bir araya gelirse bunlardan birinin başına bir felaket geleceğine inanılır.

Bu inanışlara göre 13 sayısı uğursuzdur ama ayın cumaya rastlayan 13. günü hepten uğursuzdur. Ancak böyle bir günde doğmuşsanız tam tersi, yani 13 sizin uğurlu gününüzdür.

Cuma gününün uğursuz sayılmasına Havva anamızın Adem babamıza elmayı cuma günü yedirtip cennetten kovulmasına sebep olması, Hz. Nuh zamanındaki büyük selin cuma günü olması, Hz. İsa'nın cuma günü çarmıha gerilmesi gibi olaylardan biri veya hepsi neden olmuş olabilir. Müslümanlar ise Hz. Adem'in cuma günü yaratıldığına inandıklarından bu güne diğer günlerden daha çok değer verirler.

13 sayısının uğursuzluğuna duyulan inancın kökeninde bir yıl içinde ayın 13 kez dolunay olarak gözükmesinin yattığını söyleyenler de vardır.

464
Genel Kültür / Niçin Tahtaya Vuruyoruz
« : Nisan 24, 2009, 08:42:24 ÖS »


Meşe ağacına insanların ruhani bir değer vermesi çok eskilere dayanır. Ağacın yüksekliği ve sağlamlığı nedeni ile bazı güçlere sahip olduğuna inanılıyordu. Tahtaya vurma inancı dünyanın apayrı iki yerinde birbirinden bağımsız olarak gelişti. Önce milattan önce 2000'li yıllarda Kuzey Amerika yerlilerinde, sonra da Ege'de Helen uygarlığında.

Her iki kültür de meşe ağacına çok sık yıldırım düştüğünü gözlemlemişti. Amerika yerlileri meşenin, Tanrının yıldırımla yeryüzüne inip üzerinde oturduğu yer olduğuna, Helenler ise Yıldırım Tanrısı olduğuna inanmışlardı.

Kuzey Amerika yerlileri bu batıl inancı bir adım daha ileri götürdüler. Bu ağacın köküne vurarak, ileride başlarına gelebilecek tehlikelere ve şansızlıklara karşı Tanrı ile temasa geçtiklerine inanıyorlar ve ondan kendilerini korumasını istiyorlardı.

Ortaçağda ise Hıristiyan din adamları bu inancı kendi devirlerine taşıdılar. Onlara göre bu inanışın temelinde Hz. İsa'nın tahta bir çarmıhta öldürülmesi yatıyordu. Hatta Avrupa'nın her katedralinde orijinal tahta haçın küçük bir parçasının bulunduğuna inanılıyordu. Bu tahtaya vurmak ise "Tanrım dua ve isteklerimi gerçekleştir" anlamına geliyordu.

Bu arada diğer kültürlerde inanıştaki tahta aynı kaldı ama cinsi biraz değişti. Amerika yerlileri ve Helen medeniyetinin ağacı meşe iken, Mısırlılar incir ağacını, Almanlar dişbudağı tercih ettiler. Hollandalılar ise ağacın cinsine önem vermediler. Boyasız ve cilasız olması onlar için yeterliydi.

Amerikalıların tahtaya vurma inancının kökeni ne gariptir ki Amerikan yerlilerine dayanmıyor. Romalılar devrinde Avrupa'da iyice yaygınlaşan eski Helen inancının bir parçası olarak Amerikalılar tahtaya vuruyorlar.

Başımıza gelebilecek kötü şeyleri savuşturmak için tahtaya vurma inancı hala devam ediyor ama uygulama alanı çok daraldı. Her taraf plastik ve laminat dolu. Siz en iyisi yanınızda daima bir küçük tahta parçası bulundurun. Meşe ağacından olursa daha da iyi olur!

465
Genel Kültür / Merdiven Altından Geçmek
« : Nisan 24, 2009, 08:41:53 ÖS »


Duvara dayanmış bir merdiven görürseniz altından geçmeyin, etrafından dolanın. Çünkü o merdivenin tepesinde ya bir tamirci, ya bir boyacı ya da camları silen biri olabilir. Yani başınıza bir çekiç, su kovası, boya kutusu, hatta bir adamın düşme olasılığı yüksektir. Merdiven altından geçmenin uğursuzluk getireceği inancı gerçekten batıl inançlar içinde en azından bir işe yarayan tek inançtır. Ancak inancın kökeninde pratikteki faydası ile ilgili olmayan farklı şeyler yatmaktadır.

Duvara dayanan bir merdiven, duvar ile arasında bir üçgen oluşturur. Bu, bir çok kültürde tanrıların kutsal üçgeni olarak bilinir. Örneğin piramitlerin kenarlarının üçgen olması da bu inanca dayanır. Bir üçgenin içinden geçmek de, bir kutsal yere meydan okumak anlamına gelebilir.

Eski Mısırlılar için zaten merdivenin kendisi iyi şansın sembolü idi. Merdiven olmasaydı, Güneş Tanrısı Osiris'i karanlıkların ruhundaki hapis hayatından kurtarmak mümkün olamayacaktı. Ayrıca merdiven tanrıların katına tırmanmak için de şekilsel bir semboldü. Günümüzde açılan bu antik mezarlarda ölünün cennete tırmanması için yanma konulmuş bulunan merdivenlere rastlanmaktadır.

Asırlar sonra birçok batıl inançta olduğu gibi Hıristiyanlık bu inancı da Hz. İsa'nın ölüm şekline adapte etti. Çarmıha dayalı merdiven kötülüğün, hıyanetin ve ölümün sembolü oldu. İnsanlar, merdivenin altından geçmekle bütün bu kötü geleceklerle karşılaşabileceklerine inandırıldılar.

17. yüzyılda İngiltere ve Fransa'da suçlular darağacına götürülmeden önce bir merdivenin altından geçiriliyorlardı. Tabii yanında olanlar merdivenin etrafından dolanıyordu.

Değişik kültürler bu uğursuzluğa karşı bazı panzehirler geliştirdiler. Mesela bir merdivenin altından yanlışlıkla veya zorda kalarak geçen kişiler için Romalıların panzehiri yumruktu. O kişiler orta yani en uzun parmaklarını gerip diğer parmaklarını yumruk gibi yaparlar ve geçtikten sonra merdivene doğru sallarlardı. Bizde, Türkiye'de böyle bir adet yoktur ama Amerikan filmlerinde karşısındakine bu hareketi yaparak küfür veya hakaret edildiği sıkça görülür. Bunun kökeni de işte bu Roma panzehiridir.

Sayfa: 1 ... 29 30 [31] 32 33 ... 37