İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - OĞUZHAN

Sayfa: 1 ... 18 19 [20] 21 22 ... 37
286
Genel Kültür / Erkek Bebeklerin Mavi Giymesi
« : Nisan 27, 2009, 11:39:22 ÖÖ »


Yüzyıllarca önce insanlarda şeytani güçlerin, bebeklerin veya küçük çocukların odalarında dolaştıklarına, onların vücutlarına girmek için fırsat kolladıklarına ilişkin ortak bir inanç vardı. Ayrıca bu şeytani güçlerin, mavi renk tarafından kovulduğuna da inanılıyordu. Çünkü mavi göklerin rengi idi. Hatta bugün bile hala Ortadoğu'da şeytanı kovmak için, bazı evlerin kapıları maviye boyanmaktadır.

O zamanlarda, sülalenin devamı için, erkek bebeklerin önemi daha fazla olduğu için, şeytan korkar da gider diye, erkek bebeklerin ve küçük erkek çocukların giysilerinin mavi olması adet haline geldi ve yüzyıllar boyunca devam etti.

Çok sonraları kız bebekler de "erkek bebekler kadar önem kazanınca", onların giysilerine de bir renk verilmesi ihtiyacı doğdu ve de çiçeklerin en güzeli olan gülün rengi, yani pembe renk verildi.

287
Genel Kültür / Pantolon Kelimesinin Kökeni
« : Nisan 27, 2009, 11:39:00 ÖÖ »


Pantolon, genellikle belden ayak bileğine kadar uzanan ve her bacağı ayrı ayrı saran, iki parçadan oluşan bir giysidir. Pantolonların boyları uzun veya kısa, bacaklara yapışık veya bol, paçaları dar, geniş, kıvrık veya düz olabilir. Moda pantolonların biçimine büyük değişiklikler getirememiştir. Biçimi ne olursa olsun giyimin başlıca unsurlardan biri olan pantolon daima aynı parçalardan meydana gelir.

Pantolon ismi bir Hıristiyan azizi olan Pantaleone'den gelir. Ruhani kişiliği ile tanınan Aziz Pantaleone üçüncü yüzyılın sonlarında yaşamış ve 303 yılında Roma imparatoru Diocletion tarafından başı kesilerek öldürülmüş bir din adamı, fizikçi ve saray hekimidir. Hekimlerin pirlerinden biri sayılır. Öldükten sonra da Venedik'in baş azizi olarak kabul edilmiştir.

Pantaleone belki de ismi bir giysiye verilerek şereflendirilen yegane azizdir. İsmi 'tamamıyla aslan' anlamına gelir (pan = tamamıyla, leon = aslan). Aziz Pantaleone'nin ismi zaman içinde, İtalyan halk hikayelerinde, izahı güç bir şekilde, aziz karakterine tamamen zıt, komik bir soytarının ismi olarak yerleşip kalmıştır.

Pantolon isminin asıl yaygınlaşmasına sebep olan, İtalyan komedi sanatında 16. yüzyılda ortaya çıkmış olan bu komik kişiliktir. Bu kişi dar paçalı bir pantolon ve sürekli terlik giyen, paranın kölesi olmuş, hizmetçilerini aç bırakan, çevresi tarafından alaya alınan, kadınlarla flört etmeye çalışan, esmer, zayıf, asık suratlı ve keçi sakallı, bunak bir ihtiyardır.

Bu komedi karakteri gezici tiyatrolar tarafından Fransa ve İngiltere'ye taşındı. Her zaman abartılmış pantolonlar giyen biri olarak Fransa'da 'pantolon', İngiltere'de 'pantaloon' adı ile tanındı. Shakespeare'in ona eserlerinde yer vermesi popülaritesini arttırdı.

Pantolon 18. yüzyılda, o zamana kadar giyilen, diz boyuna uzanan giysilerin stilize edilmiş bir biçimi olarak Amerika kıyılarına ulaştı. İsmi de kısaltılarak 'pants' oldu.

288
Genel Kültür / İşe Yaramayan Düğmeler
« : Nisan 27, 2009, 11:38:33 ÖÖ »


Erkek ceketlerinin kollarında bol miktarda küçük düğmeler vardır. Bu düğmeler ön düğmelerle aynı renkte ama daha küçüktürler. Yani ceketin düğmelerinden biri kopup kaybolduğunda yerine bunları kullanamazsınız. Esas düğmelerden bir tane de yedek vermeyi çok gören imalatçılar işlevi olmayan bu düğmeleri kollara sıra sıra dizmeyi pek severler.

Ceket kollarındaki bu işe yaramayan düğmeler eski kullanım şeklinden kalmadır. O zamanlar insanlar günümüzde gömleklerde olduğu gibi ceket kollarının bileklerini sıkı sıkıya kapatmalarını istiyorlardı. Bu nedenle ceket kollan bol düğmeli yapılıyor, giyip çıkartılırken düğmeler çözülüp ilikleniyordu. Artık ceket kollan iliklenmiyor ama moda ne kadar değişirse değişsin ceket kollarındaki düğmeler yerlerini koruyorlar.

Pardösü ve paltoların arkalarında, bel hizasında bulunan ve bir işlevi olmayan düğmeler de insanların atla seyahat ettiği zamanlardan kalmadır. Giysinin arka yırtmacı üzerinde ve daha aşağıda bulunan düğmeler, insanlar yürürken veya ata binerlerken rahat hareket edebilmeleri için yırtmacı açıp kapamaları amacıyla konulurdu. Günümüzde bu düğmeler de yırtmaç olsun olmasın birer süs olarak palto ve pardösülerde yer alıyorlar.

289
Genel Kültür / Üniformalardaki Şerit
« : Nisan 27, 2009, 11:38:07 ÖÖ »


Askeri üniformaların, tören ve gece elbiselerinin pantolonlarının kenarlarında şerit olmasının nedeni, bu pantolonların günlük hayatta kullanılmalarına mani olmak olarak düşünülebilir. Ancak asıl sebep eski askeri üniformaların pantolon kısımlarının çok dar olmasıydı.

Bu dar pantolonlar, rahatça giyilip çıkartılabilmeleri için yandan düğmeli yapılıyorlardı. Üniformalarda dış görünüş olarak Çok ciddi durmayan düğmelerin bir şekilde gizlenmeleri gerekiyordu. Bu iş için pantolon renginden farklı, parlak şeritler kullanıldı. Günümüz üniformalarının pantolonlarında artık yandan düğmeler yok ama pantolonların yanları boyunca uzanan şeritler, kıyafetin resmi olduğunun bir simgesi olarak hala kullanılıyor.

290
Genel Kültür / Duble-Paça Neye Yarar
« : Nisan 27, 2009, 11:37:43 ÖÖ »


Pantolon dünyasında duble-paça arada sırada moda olur. Duble-paça demek pantolonun en altında, ayakkabıya değen kısmında, kumaşın katlanarak dikilmesi yani 2-3 santimetre yukarı katlanmış gibi durmasıdır.

Gelişmekte olan çocuklarda pantolon boyunun uzatılabilmesi için pay olarak bırakılmasının yanında bir faydası olmayan hatta toz tutması bakımından sıkıntı yaratan duble-paça'nın hikayesi İngiltere'de başlıyor.

Londra'nın yağmurlu havasında dolaşan asilzadeler kapalı bir yerden çıktıklarında, pantolonlarının paçaları ıslanmasınlar diye yukarı kıvırıyorlar, tekrar kapalı bir yere girdiklerinde tekrar indiriyorlardı. Bazen kapalı yerlerde pantolon paçalarını katlanmış şekilde unutuyorlar veya çamurlu ayakkabılarına değmesin diye kasten böyle tutuyorlardı.

Aslında çok da kötü olmayan bu görünüm, 1800'lü yılların sonlarında İngiltere'ye gelen Amerikalılar tarafından değişik algılandı. İngilizlerin asil sınıfına özenen yeni zengin Amerikalılar bunu ülkelerine en son moda diye taşıdılar. Terzilerinden pantolonlarının paçalarını duble-paça olarak dikmelerini istediler.

Duble-paça modası Amerikan kültürü ile beraber, özellikle sinema yoluyla, 20. yüzyılın başlarından itibaren tüm dünyaya yayıldı. Günümüzde pek fazla olmasa da kadın ve erkeklerin pantolonlarında duble-paçaya olan talep hala devam ediyor.

291
Genel Kültür / Erkek Ceket Yakaları
« : Nisan 27, 2009, 11:37:19 ÖÖ »


Erkek ceketlerinde moda çok sık değişmez çünkü bir ceketin üzerinde çok fazla oynanacak kısımlar yoktur. Omuzlar, yakalar daralır, genişler, düğme sayıları değişir, o kadar. Bir ceketin üzerinde hiçbir işlevi olmayan kısımlar da vardır.

Erkekler, ceketin göğüs hizasında sol dış tarafında bulunan cebini, mendil koyan istisnai tipler dışında hemen hiç kullanmazlar. Ceketlerinin iki yanındaki ceplerine bir şey koymazlar, ellerini bile sokmazlar. Hatta bu ceplerin ağızlan çoğu kez dikilerek kapatılır. Hiç kullanılmasalar da bu cepler bütün ceketlerde vardır, tıpkı ceket yakaları gibi.

Erkek ceketlerinde niçin yaka var, bu yakada niçin girinti çıkıntılar var, sol yakanın üzerinde niçin ilik deliği var, düşündünüz mü hiç?

Yakalardaki girinti çıkıntılar eski devirlerden, ceket yakalarının kaldırılıp, boynun soğuktan korunduğu zamanlardan kalmadır. Aslında yaka düz olsa bu işlevi daha iyi görür ama bu sefer de terziler inik halde iken yakayı cekete oturtmakta güçlük çekerler. Yakadaki kesik kısımlar bu sorunu halleder. Hem yakanın cekete daha iyi oturmasını hem de üst kısmının kolayca yukarı kalkmasını sağlarlar. Günümüzde soğuk havalarda ceketin de üstüne palto, pardösü gibi bir şeyler giyiliyor. Kimse ceketinin yakasını yukarı kaldırmıyor ama ceket yakalarının bu kesim biçimi yerleşmiş kalmış durumda.

Ceketlerin sol yakalarında bulunan ilik de yine yakanın yukarı kalkması ile ilgili. Soğukta ceket yakalarını kalkık durumda tutabilmek ve boğazı korumak için iliklenmeleri gerekiyordu. Ceketin sağ yakasında artık kullanılmayan bu düğme ortadan kalkmış durumda ama diğer taraftaki ilik deliği hala yerinde duruyor. İnsanlar da onu, ya yaka rozeti ya da bir çiçek takarak değerlendiriyorlar.

292
Genel Kültür / Lacivert Blazer Giymek
« : Nisan 27, 2009, 11:36:59 ÖÖ »


Günümüzde öğrenciler liseyi bitirene kadar bir örnek giysiler giyiyorlar. Bu tek tip elbiselerin renklerini okul yönetimleri saptıyor. Erkek Öğrenciler için uygun görülen kıyafet çoğunlukla lacivert ceket ve gri pantolondan oluşuyor.

Lacivert ceket ve gri pantolonu sadece öğrenciler değil her yaştaki erkekler de severek giyerler. Bu kıyafetle iş yerine, yemeğe hatta resmi davetlere bile giderler. Her ortama uyan lacivert blazer ceket, gri pantolon birlikteliği artık klasikleşmiştir.

Lacivert blazer ceket ilk olarak on dokuzuncu yüzyılın ortalarında İngiliz savaş gemisi HMS Blazer'de ortaya çıkmıştır. Mürettebatın, karışık renkli, alacalı bulacalı, çok yıpranmış giysilerinden canı sıkılan gemi komutanı onlara lacivert renkli, ince yünlü kumaştan yapılmış ve üzerinde Deniz Kuvvetleri amblemli parlak düğmeler bulunan ceketler giymelerini emreder.

Kıyafet o kadar güzel durur, o kadar beğeni toplar ki çok kısa zamanda diğer gemilere, okullara, klüp üyelerine yayılır. Adını ilk giyildiği gemiden alan blazer ceketin modası o hızla okyanusu aşar, ABD'ye geçerek sektörünün en büyük pazarlarından birini oluşturur. İşte titiz bir kaptanın bilmeden yarattığı bir dünya modasının öyküsü.

293
Genel Kültür / Neden Mendil Taşıyoruz
« : Nisan 27, 2009, 11:36:35 ÖÖ »


On beşinci yüzyılda Fransız denizciler, doğu denizlerine yaptıkları keşiflerden, hafif ve ketenden yapılmış büyük bez parçalan ile döndüler. Bu bez parçalarını, tarlada çalışan Çinli işçiler başlarını güneşten korumak için kullanırken görmüşlerdi. Moda meraklısı Fransız kadınlar bu bez parçalarından hemen etkilendiler ve onlara başı koruyan veya kaplayan anlamında 'couvrechef adını verdiler.

Bezler Manş denizini aşıp İngiltere'ye geçtiklerinde, İngilizce 'baş örtüsü' anlamına gelen 'kerchief adını aldılar. Ancak uygulamada bu bez parçaları güneş çıkana kadar (ki İngiltere'de epey beklemek gerekiyordu) elde taşındıkları için 'el baş Örtüsü' anlamında 'handkerchief diye anılmaya başladılar. Yani bugün asıl amacı burnumuzu silmek olan mendilin başlangıçtaki görevi başı güneşten korumaktı.

Aslında üst sınıf Fransız kadınların Çin'de pirinç tarımı ile uğraşan işçi kadınlar gibi başlarını güneşten korumak için bez parçalarına ihtiyaçları yoktu. Onların bu işi gören şemsiyeleri vardı.

Zaten eski resim ve eserlerden de bu bezlerin hiçbir zaman başa örtülmediği, devamlı elde taşındığı, taşınırken sallandığı, arada sırada da manidar bir şekilde yere düşürüldüğü anlaşılıyor. 1500'lü yıllarda Avrupa'da ipekten yapılmış ve köşeleri altın veya gümüşle işlenmiş mendiller neredeyse bir sanat eseri değerine ulaşmışlardı.

Peki, Çinlilerin başlarını güneşten korumak için kullandıkları bu bez parçalan ne zaman insanların burunlarını silme aracı oldular? Bunun için tarihte insanların burunlarını nasıl temizlediklerini de bilmek gerekiyor.

Ortaçağ'da insanlar burunlarını kuvvetli bir şekilde havaya hınkırarak temizliyorlardı. Daha sonra burunlarını en yakında en müsait ne varsa örneğin ceketlerinin kollarına siliyorlardı.

Daha eskilere gidildiğinde Romalıların da sıcakta terlerini silmek ve burunlarını temizlemek için bez parçalan taşıdıklarını biliyoruz ama onların bu adeti imparatorlukları ile birlikte yok olup gitmişti.

On altıncı yüzyılda insanları, burunlarını havaya boşaltmak değil de ceketlerinin kollarına silmek rahatsız etmeye başladı. Bunu nezakete sığmayan kaba bir davranış biçimi olarak algılayan toplumda, bu amaçla mendil kullanımı teşvik edilir oldu. Böylece mendil yüzyıllar boyu buruna hafif ve nazik bir şekilde temas ettirilerek, burnun sadece dışını temiz tutmak amacı ile kullanıldı.

On dokuzuncu yüzyılda ilerleyen teknoloji ile beraber havadaki bakterilerin farkına varılmaya başlandı. Makine kullanarak ucuz kumaşlar da üretilince yüzyıllar boyu nezaket sembolü olan mendil, sonunda her sınıftan insanın yanından ayırmadığı, burnunu rahatça temizlediği, sağlık için gerekli, çok önemli bir giysi parçası haline geldi.

294
Genel Kültür / Mezuniyet Giysisinin Anlamı
« : Nisan 27, 2009, 11:36:11 ÖÖ »


Üniversite ve kolejlerde mezuniyet törenlerinde diploma alan öğrenciler normal kıyafetlerinin üstüne özel bir giysi giyer ve bir çeşit kep takarlar. Bu törenlerde öğretim üyeleri de şeklen benzer ama renkleri farklı giysiler giyerler. Aslında bu giysiler yıllar önce sadece mezuniyet törenlerinde değil öğrenim sırasında da giyilmek üzere tasarlanmışlardı.

Mezunların giydikleri bu akademik giysiler 12. ve 13. yüzyıllarda ilk üniversitelerin oluşmalarıyla ortaya çıktılar. Öğrenci ve öğretim üyelerinin standart giysileri bir çeşit papaz cüppesiydi. Ortaçağ Öğrencileri eğitimlerine başlamadan önce kiliseden uymaları gereken bazı emirler alıyorlar, bu emirlere uyacaklarına dair yemin ediyorlar ve cüppelerini giyerek eğitimlerine başlayabiliyorlardı.

14. yüzyılın ikinci yarısından sonra öğrencilerin cüppelerin üstündeki işleme ve süsleri takmaları yasaklandı. İlk olarak Kral VIII. Henry zamanında İngiltere'de Oxford ve Cambridge öğrencileri için özel standart akademik giysiler oluşturuldu.

1800'lü yılların sonlarına kadar Avrupa'da akademik giysilerde çalışma alanlarını belirten bir renk ayrımı yoktu. Renk ayrımının ilk yapıldığı ve standart hale getirildiği yer ABD'dir. New York, Williams Koleji'nden G. Cotrell Leonard bu konuda tüm ülkede bir standart oluşturmak üzere bir öneride bulundu.

Leonard'ın önerisine göre akademik giysinin kesimi, stili, kumaşı ve çalışma sahalarına göre renkleri belirleniyordu. Örneğin eskiden ilaçlar ot ve nebattan hazırlandığı için bunların rengi olan yeşil renk tıp dallarına tahsis edildi.

Başlığın ve giysinin kollarının şekil ve boyutları öğrencinin mezuniyet durumunu gösteriyordu. Lisans öğrencilerinin cüppelerinin kollan daha sivriydi ve kep yoktu. Yüksek lisans öğrencilerinin giysi kollan ise uzun, yırtmaçlı ve kapalıydı. Keplerinin ebadı da küçüktü. Doktora derecesi alanların giysilerinin kolları çan şeklinde idi, kepleri de daha büyüktü.

Keplerin astarlarının renkleri her okula göre özeldir ancak kepin kendi rengi mutlaka siyah olmalıdır. Kepin ön yüzündeki renk ise akademik çalışma sahasını belirtir. Kepin kumaşı cüppeye uygun siyah pamuklu, ipek veya herhangi bir cins olabilir. Kadife kumaşı ise sadece doktora derecesine sahip olanlar kullanabilirler.

Kepin püskülü kepe üstten tam ortadan tutturulmalıdır. Püskülün rengi siyah veya akademik branşın renginde olabilir. Altın renkli püskülleri yalnızca doktora derecesine sahip olanlar takabilirler. Üniversitelerde ve kolejlerde mezuniyet törenlerinde ve yıllık için çekilen fotoğraflarda kullanılmak üzere giyilen cüppelerde bu standartlara ne derece uyulduğu bilinmiyor.

295
Genel Kültür / Soğuğun Baş Ağrıtması
« : Nisan 27, 2009, 11:34:46 ÖÖ »


İnsanların yaklaşık yüzde 30'unun dondurma gibi çok soğuk bir gıdayı yedikten veya soğuk bir içeceği çabucak içtikten sonra başları ağrır. 'Beyin donması' veya 'dondurma başağrısı' da denilen bu ağrı, kalp hastalarının sol kollarında duydukları ağrı gibi, orijini farklı, duyulduğu yerin farklı olduğu bir ağrı çeşididir. Ağrı ağızda değil de başta duyulmaktadır.

Bir görüş, bunun nedeninin sinüslerimiz, yani burnumuzdan aldığımız havayı akciğere giderken nemlendiren, hastalandığımızda şişen, burnumuzun üstündeki boşluklar olduğunu ileri sürüyor. Buna göre soğuk bir şey yenildiğinde, boşluklardaki hava aniden soğuyarak, ağrıya hassas sinir uçlarını tetikliyor ve ağrının başta hissedilmesine sebep oluyor.

Diğer bir görüşe göre ise ağzımızın kenarlarında ve tavanında bulunan damarlardaki kan hücrelerinin akışı ağrıya neden oluyor. Soğuk bir şey yenildiğinde kan, o bölgeyi ısıtmak için soğuk kısma hücum ediyor. Bu kanın bir kısmı başımızın ön tarafından geliyor ve geldiği yerdeki acı/ağrı alıcılarını ikaz ediyor ve bu sebeple de ağrı başta duyuluyor.

Hangi görüşün tam doğru olduğu henüz kesinlik kazanmış değil. En iyisi soğuk gıdaları biraz daha yavaş yiyip, içmek ve ağızda biraz bekletip ısıtmak. Böylece hem gıdanın lezzeti daha iyi alınır hem de kimsenin başı ağrımaz.

296
Genel Kültür / Bira Neden Köpürür?
« : Nisan 27, 2009, 11:34:22 ÖÖ »


Bira yapımının başlangıcı neredeyse tahıl tarımı kadar eskidir. İlk kez 8000 yıl kadar önce Akdeniz'in doğu kıyısında yaşayanlar tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Hatta bağcılık ve şarapçılığın yaygınlaşmasından önce Akdeniz kıyılarında biracılığın bilindiği tarih kaynaklarından anlaşılmaktadır.

Günümüzde nasıl rakı Türklerin, şarap Fransızların, votka Rusların milli içkisi haline gelmişse, bira da başta Almanya olmak üzere kuzey-batı Avrupa'nın milli içkisi olarak kabul edilebilir. Almanya'da kişi başına yıllık bira tüketimi Türkiye'nin 20 katıdır.

Bütün dünyada hemen hemen aynı telaffuz edilen bira adı da Flemenkce 'bier'den gelmedir. Alkol ve rakı kelimelerinin kökenleri ise Arapçadır. Alkol, 'el-kühül' (veya el-küül) maddenin ruhu anlamında bildiğimiz kül kelimesinden, rakı ise ter, damla (damıtmada çıkan buğu) anlamındaki arak (araki) kelimesinden dilimize geçmiştir.

Sadece birayı açınca değil soda, kola, köpüklü şarap gibi içeceklerin de kapaklarını açınca önce bir fısırtı sesi duyarız, sonra şişenin dibinden yukarı doğru yükselen kabarcıkları görürüz. Birada bu olay biraz uzun ve bardağa konulunca da devam eder ve bardağın üzerinde bir köpük tabakası oluşur.

Karbondioksit kabarcığı önce bardağın iç yüzündeki mikroskobik çatlakların içinde oluşur. Her bir kabarcık yaşamına gözle görülmeyen karbondioksit salkımı halinde başlar, bira içinden yeni karbondioksit molekülleri yutarak büyür. Kritik boyuta ulaşınca geliştiği noktadan ayrılarak sıvının içine katılır.

Kabarcıklar yükselirlerken içlerine daha fazla karbondioksit alarak büyümeye devam ederler. Yarıçapları milimetrenin üçte birini geçene kadar küresel olan şekilleri daha büyüyünce elipsoidal olur. Biranın içinde erimiş halde bulunan karbondioksitin basıncı kapak açılınca daha da arttığından karbondioksit rahatça kabarcıkların içme girmeye devam eder. Kabarcıklar da bardağın tepesine yaklaştıkça hızlanırlar.

Kabarcıkların bu oluşumu kolalı içecekler ve sodada da aynı ama onlar bardağa konuldukları zaman bardağın üzerinde kalın bir köpük tabakası oluşmaz. Birada köpük oluşmasının nedeni karışımında bulunan proteinler ve katkı maddeleridir.

Diğer içeceklerde hava kabarcıkları yüzeye geldiklerinde havaya karışarak yok olurlarken birada üretimde kullanılan şerbetçiotunun içinde bulunan az miktardaki reçine köpük zarlarının direncini arttırır, arpanın büyük moleküllerinde bulunan proteinler kabarcıkların etrafında bir duvar oluştururlar.

Böylece biradaki kabarcıklar sağlamlıklarından dolayı hemen havaya karışmazlar, bardağın tepesine birikerek köpük tabakasını oluştururlar. Bira bardağa ne kadar hızlı dökülürse havayla temas ve havaya karışma olayı da o kadar az olur ve daha kalın bir köpük tabakası meydana gelir.

297
Genel Kültür / Çayı Kim Keşfetti?
« : Nisan 27, 2009, 11:32:51 ÖÖ »


Çaysız bir dünya nasıl olurdu acaba? Çay keşfedilmeseydi, çaydanlık, çay fincanı, kaşığı, işyerlerinde çay paydosu, şehirlerarası otobüslerde çay molası olamazdı. Şükür ki çay milattan önce 2737 yılında büyük Çin İmparatoru Shen Nung tarafından tesadüfen de olsa keşfedildi.

Shen Nung bir gün bahçede ağzı açık bir kapta su kaynatırken çalılıklardan bir kaç yaprak kaynayan suyun içine düştü. Nung yaprakları suyun içinden toplayamadan yapraklar suda kaynamaya, hoş bir koku etrafa yayılmaya başladı. İmparator merak edip suyun tadına bakınca çay keşfedilmiş oldu.

İmparatorun kendi keşfi hakkındaki düşüncesi çayın susuzluğu bastırdığı, harareti giderdiği ve uykuya olan isteği azalttığı şeklindeydi. Çay ismi de Çincedeki "ça"dan geliyor. Benzer şekilde çaya Ruslar "chay" Araplar "shaye" Japonlar 'cha' diyorlar.

Çay bugün dünyada sudan sonra en çok içilen içecektir. Avrupa'ya gelişi 1610 yılını buldu, başlangıçta da ilaç muamelesi gördü. Halbuki o yıllarda çay Orta Asya'da o kadar değerliydi ki çay balyaları ticarette para yerine geçebiliyordu.

Çayın Avrupa'ya geldiği ilk yıllarda tüccarlar satışını ateş düşürücü, mide ağrısı giderici, romatizmayı önleyici bir ilaçmış gibi yaparlarken, doktorlar biraz daha ileri giderek çaydan yapılan iksirin tüm hastalıklara karşı direnç kazandırdığını ve yaşlanmayı geciktirdiğini ileri sürüyorlardı.

Zamanla bu sefer de çayın aleyhine görüşler yayılmaya başladı. Fransız fizikçiler çayı asrın en münasebetsiz yeniliği diye nitelendirirlerken bir Alman doktor da 40 yaşından sonra çay içenlerin ölüme daha yakın olacaklarını iddia ediyordu.

İngiltere'de ise çay içmek alışkanlık haline gelince kadın dergileri ev kadınlarının çay yüzünden ev işlerine soğuk bakmaya başladıklarını, ekonomistler ise çalışmaya harcanacak zamanın çay içmekle tüketildiğini ileri sürdüler. Ancak bunların hiçbiri çayın dünyanın en favori içeceği olmasını önleyemedi. Miktar tam olarak bilinemiyor ama dünyada senede 2 milyon ton civarında çay tüketildiği tahmin ediliyor.

Günümüzde çayın yaygınlaşmasına en çok etki eden faktör poşet çayın icadıdır. Her ne kadar icadının tam farkına varmasa da poşet çayın mucidi Thomas Sullivan'dır. Kahve ve çay ticareti ile uğraşan Sullivan, müşterilerine sık sık çay örnekleri gönderiyordu. Başlangıçta bu iş için teneke kutuları kullanırken, sonradan elde dikilmiş ipek torbaların bu iş için daha pratik ve ucuz olacaklarını düşündü.

Çok geçmeden siparişler başladı ama şaşırtıcı olan esas malı değil torba içindeki örnek çayları sipariş etmeleriydi. Müşteriler torbaların çayın kaynamasını kolaylaştırdıklarını keşfetmişlerdi. Çayın torba (poşet) içinde satımı o kadar geliştirildi ki Batı ülkelerinde tüketim oranı toplam çay tüketiminin yarısına ulaştı.

298
Genel Kültür / Yalnızca Havuç Yenirse
« : Nisan 27, 2009, 11:32:28 ÖÖ »


Evet doğrudur. Hatta bu konuda çok ileri gidilirse ölüme yol açabilecek zehirlenmeler bile olabilir. Fakat havuçtan zehirlenme olayı o kadar azdır ki, patatesin yeşillenmiş kısmının yaratabileceği zehirlenmenin yanında değerlendirmeye bile alınmaz.

Havuç, kökü yenilen otsu bir bitkidir. İlk olarak bundan 3 000 yıl kadar önce Orta Asya'da Afganistan dolaylarında yetiştirilmiş, buradan da Ortadoğu yoluyla dünyaya dağılmıştır. Aslı yol kenarlarında, kıraç yerlerde yetişen yabani havuçtur.

İlk havuçların renklen turuncu değildi. Beyaz, pembe ve sarı idiler. Turuncu veya kırmızımsı havuçlar 1600'lü yıllarda Hollandalılar tarafından geliştirilmişlerdir. Günümüzde tüketilen havuçların hemen hemen tümü Hollanda kökenlidir. Beyaz ve sarı renkteki havuçlar yem olarak kullanılırlar.

Çok besleyicidir. Çiğ veya pişmiş olarak yenilebilir. İçinde yüzde 9 karbon hidrat ve karoten denilen boya maddesi bulunur. Bu boya maddesi, rengi san ve turuncu olan bütün meyve ve sebzelerde bulunur. Bunlar yenildiğinde vücudumuz karoteni A-vitaminine çevirir. Bir adet havuç vücudumuzun günlük A-vitamini ihtiyacının yüzde 220'sini karşılar.

A pro-vitamini şeklinde havuçta bol miktarda bulunan karoten, sağlıklı büyümeye, derimizi ve saçlarımızı canlı tutmaya yarar, enfeksiyonlara karşı vücuda direnç kazandırır, ayrıca geceleyin iyi görmeye yaradığı da ileri sürülüyor. Kandaki hemoglobin miktarını arttırarak kanın tazelenmesini sağlar. Kaynatılarak içilen suyu ishale iyi gelir. Karoten sadece havuçta değil kavunda ve balkabağında da vardır.

Havuç çok miktarda yenildiğinde cildi turuncu renge çeviren de bu karoten denilen turuncu renkli boya maddeleri, yani pigmentlerdir. Aslında normal olarak yenildiğinde bir tesiri olmayan karoten çok miktarda yenilen havuç vasıtası ile aşırı alındığında cildin rengini de değiştirir ama bu geçicidir. Ancak ısrarla aşırı havuç yenilmesine devam edilirse ciddi sonuçları görülebilir.

299
Genel Kültür / Arı Sütü Nedir?
« : Nisan 27, 2009, 11:31:53 ÖÖ »


Bir arı kolonisinde on binlerce işçi arı, binlerce erkek arı ve sadece bir tane ana (kraliçe) arı vardır. Ana arı kovanın her şeyidir, yokluğunda iş düzeni ve üretim durur. Ana arı kovanda tek olduğu gibi, ölümü halinde yerine geçebilecek ikinci bir arıya da izin vermez. Kovanda ana arı adayı olmak demek ölüm demektir.

Ana arının yok olmasına bir şekilde ölmesi neden olabileceği gibi arıcı tarafından da bilinçli olarak kovandan alınabilir. Ana arı yok olunca koloninin kendisine süratle yeni bir ana arı edinmesi gerekecektir. Bu yeni ana arı eskisinin yumurtladığı son yumurtalardan çıkacaktır.

Bu yumurtaların arı sütü ile beslenmesi, yeni ana arının arı sütü içinde doğuş ve gelişme evrelerini geçirmesi gerekmektedir. Burada görev yine işçi arılara düşer. İşçi arılar üst çene bezlerinden beyaz renkte, pelte kıvamında, hafif keskin koku ve tatta bir sıvı salgılarlar. İşte arı sütü budur. Bu salgı ile beslenen yumurtalar 16 gün sonra arı olarak gözü terk ederler.

An yetiştiricileri bu safhada larvaları yok ederek, arı sütünü kaşıklarla gözlerden toplarlar. Her bir gözden yaklaşık O, l gram arı sütü alınabilir. Yüzde 65'i su, yüzde 35'i ise protein, yağ, şeker ve vitamin ihtiva eden kuru maddeden oluşmuştur.

Arı sütü, özellikle sinir sistemi hastalıklarında, yorgunluk sorunlarında, kısırlık ve damar sertliği tedavilerinde, insana güç ve zindelik kazandırmada kullanılan, doğrudan doğadan gelen önemli bir tabii gıdadır. Piyasaya saf veya bala karıştırılmış halde, draje veya tablet halinde sunulmaktadır.

300
Genel Kültür / Şarabın Yıllanması
« : Nisan 27, 2009, 11:30:20 ÖÖ »


Dünyanın çeşitli yerlerinde yetiştirilen üzümlerin renkleri de çok çeşitlidir. Şarap yapımında kullanılan üzümlerin renkleri iki ana gurupta toplanır. San ile yeşil arasında rengi olanlara 'beyaz üzüm', kırmızı ile mavimsi siyah renk arasında olanlara 'siyah üzüm' denilir.

Kırmızı şaraplar siyah üzümden yapılırken, beyaz şarapların da sadece beyaz üzümlerden yapıldığı bilgisi doğru değildir. Burada önemli olan üzümün kabuğudur. Kırmızı üzümü olduğu gibi kullandığınızda kırmızı şarap elde edersiniz. Kırmızı veya beyaz fark etmez tüm üzümlerin kabuklarını soyduğunuzda ise sonuçta beyaz üzüm elde edersiniz. Yıllanma terimini bütün şaraplar için kullanmak yanlıştır.

Eğer şarap ileride yıllandırılacağı düşünülerek imal edilmişse bu gerçekleşebilir. Diğerlerinde şarabı özellikle sofra şarabını yıllarca saklamak ona değer kazandırmaz. Yıllandırılabilen şaraplar çok seçkin bir tür kırmızı şaraplardır. Dünyada üretilen bu tür şarapların ancak yüzde 5'i yıllanmaya uygundur.

Şaraplar genellikle meşe ağacından yapılmış varillerde dinlendirilirler. Sonra şişeye alınanlar şişelerinde de 20 yıl kadar bekletilirler. Yıllanma hızı şişenin içinde varillere göre daha düşüktür. Şaraplar varillerden alındıklarında tatları biraz tatlı olabilir. 6 ay beklenilirse mayhoş olmaya başlayabilirler. Tekrar yumuşak, hoş ve tatlı hale dönüşmeleri için en az 5 yıl daha beklemek gerekir.

Kırmızı şaraplarda yıllandıkça oluşan bu gelişmenin sebebi üzümün kabuğu ile birlikte imal edilmeleridir. Üzümün kabuğunda 'tanin' adı verilen bir kimyasal bileşim vardır. Başlangıçta şarabı etkilemeyen tanin molekülleri zamanla birleşerek daha büyük moleküller oluştururlar ve yıllanmış şarabın oluşmasını sağlarlar.

Küçüklerin birleşerek büyükleri oluşturmalarına kimya dilinde 'polimerizasyon' deniliyor. Eğer bir daha bu tip bir şarap siparişi verirseniz ve ilk tattığınızda 'ah, çok iyi polimerize olmuş' derseniz, çevreye bir şarap uzmanıymışsınız izlenimini verebilirsiniz.

Şarabın içinde oluşan kimyasal reaksiyonlar bu kadarla da bitmiyor. Etil alkol ile tartarik asidin dengeye gelmesi 13 yıl alıyor. Yani iyi bir yıllanmış şarap en az 20 yılda ortaya çıkıyor.

İyi bir yıllanma için öncelikle şarap, ısı değişimlerinden, doğrudan gelen ışıktan ve titreşimlerden korunmalıdır. Bunun için şarabın, karanlık bir yerde, serin bir ortamda, tercihen 12 derecede ve yatık olarak kalması gerekir. Şişenin mantarının kurumaması, şarabın hava almaması için ortam biraz da nemli olmalıdır.

Şarabı teknolojinin imkanlarını kullanarak, şişedeki oksijeni alıp, ısıtarak çok daha süratli yıllandırmak mümkün. Ancak şarap üreticileri bunu, tüm işlemleri, özellikle ısıtma süresini kontrol bakımından çok riskli buluyorlar. Bu tip üretimi meslek ahlakı bakımından da doğru bulmuyorlar.

Sayfa: 1 ... 18 19 [20] 21 22 ... 37