İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - OĞUZHAN

Sayfa: 1 ... 17 18 [19] 20 21 ... 37
271
Edebiyat ve Şiir / Müstezat Anılar
« : Nisan 28, 2009, 06:08:00 ÖS »
- yalansa ben öliyim mi
- öl be gülüm
yalansa öl"

ılgıt ılgıt eserdi zummet saçlarımızda
ayine doğardı ay, hayal meyal
düşbozumu sağanaklar yapıştı dudaklarımıza
suslarımız yalnızlığa gebe özleme meyyal
pembe çocuklar ölür müstezat anılarda

kirpiğine kuşbakışı inerdi zülüf tellerin
ruhuma ayan olurdu, ömrüne teslim olurdum
anlasaydım böylesi kendinden geçmiş gözlerin
yanaklarımdan kalbime Ferhat olurdum

narizah akşamlarının karanlığı batarken ayaklarımıza
neyler meşk eder, guruba semah olurdum
süt kokan dişlerim karanfill boğumlarında yutkunur
kilidi açılmamış sözlerle oynardım, bilmezdin
aklıma saba kokan saçların gelirdi berdar olurdum
yokluğuna davranırdı gecenin silahı, gölgene tutunurdum
tırnaklarını geçirip sessizliğin kırk yerimden
düşerdi hezl en kızgın yanıma .. ağlardım

bir anne ve bir çocuk ellerimin dilsiz yanı
tütsü kokan sabahlarım söyleyin nerede
ocak ayını yutturamadı salkım saçak gözlerimiz
kahrolası inlemesi bedenimin kahrolası hezeyanı
ekmeklerimizi de yaktı durduk yerde
pirinçler bayram etsin kaşıkları da kırdık

seferden yarı baygın döndü kuşlar
aşklar öksüz mevsimler göçebe nasılsa

gözlerime kirpiklerini ban güzelim
mısak çiçekleri boynumuzun dar geçidinde
toprakta ölü suluyor çocuklar
ruhlar yeşeriyor mermerler içinde

"yalansa öleyim gülüm
Yalansa öleyim"




Cumhur Karaca

272
OYUN / Ripli Oyunlar Nasıl Yüklenir (Resimli Anlatım)
« : Nisan 28, 2009, 12:17:15 ÖS »
Öncelikle win-rar programına sahip olmanız lazım:
programı kurun ve oyun rar larının oldugu konuma gelin

Rip oyunları için Kurulumu Harry Potter Oyunu örnek olarak açıklanmıştır.














































273
Edebiyat ve Şiir / Halit Ziya Uşaklıgil
« : Nisan 27, 2009, 12:18:43 ÖS »
Türk romancısı ve yazarıdır (1866-1945). Halit Ziya Uşaklıgil, ilk gerçek Türk romancısıdır. Tanzimat döneminde Fransız edebiyatının çevirisi ve taklidi olarak başlayan Türk romancılığı, acemilik döneminden onunla kurtuldu.

İstanbul'da dünyaya gelen Uşaklıgil, Türk ve Fransız okullarında öğrenim gördü. Fransızca'dan çeviriler yaparak genç yaşta yazı hayatına atıldı. İki arkadaşıyla birlikte İzmir'de Nevruz adlı bir dergi çıkarmağa başladı (1884). İki yıl sonra, bir arkadaşıyla Hizmet adlı günlük bir gazete kurdu (1886).

İlk hikâye ve romanlarını bu gazetede yayımladı. 1893'te İstanbul'a gelerek Reji Îdaresi'nde kâtip oldu. 1896'da edebiyatı cedide topluluğuna katıldı. Meşrutiyet'ten sonra Dârülfünun'da (üniversite) batı edebiyatı dersleri okuttu, bir ara sarayda mabeyn başkâtipliği yaptı, sonra gene üniversitedeki görevine döndü.

Sanatı ve Eserleri

H. Z. Uşaklıgil'in romanlarındaki gelişme, romantizmden gerçekçiliğe doğru bir çizgi izler. Yazar Fransız edebiyatı yoluyla batı gerçekçiliğini kavramış, konularını gözleme dayanarak ve kişileriyle olaylar arasında psikolojik açıdan tam bir bağıntı gözeterek tarafsız bir tutumla işlemiştir. Ama onun gerçekçiliği toplumsal bir gerçekçilik değildir.

O genellikle kişisel mutluluk, özellikle de aşk konusu üzerinde durmuş, bütün romanlarında bunları işlemiştir. İlk romanlarında evlilikten önceki romantik aşk ve hayal kırıklıklarını, daha sonraki olgun romanlarında yasak aşk, cinsel tutkular ve gerçek yaşamda görülen evlilik sorunlarını ele almış ve gerçekçi bir yöntemle deşmiştir.

Gerçek bir romancı olmasına rağmen yazarın dili ve üslûbu çok süslü ve ağdalıdır. Yazar, halkın anlayamadığı bu dili romanlarının yeni basımı sırasında sadeleştirmek gereğini duymuştur.

Başlıca Eserleri

Roman: Nemide, Ferdi ve Şürekâsı, Mai ve Siyah, Aşkı Memnu, Kırık Hayatlar.
Hikâye: Bir Yazın Tarihi, Solgun Demet, Bir Si'ri Hayal, Bir Hikâye-i Sevda, Aşka Dair, Kadın Pençesi.
Anı: Kırk Yıl, Saray ve ötesi, Bir Acı Hikaye, Sanata Dair.

Mai ve Siyah ve Aşkı Memnu

Mai ve Siyah'ın (1879) önemi, edebiyatı cedide akımının sanat anlayışını yansıtan ilk eserlerden biri olmasından gelir. Eser, istibdat döneminde baskı yönetiminin aydın orta sınıf üzerindeki etkilerini konu edinmiştir. Uşaklıgil'in en önemli romanı olan Aşkı Memnu (Yasak Aşk), İstanbullu bir ailenin yasak aşk yüzünden uğradığı felâketleri anlatır.

274
Edebiyat ve Şiir / Voltaire
« : Nisan 27, 2009, 12:16:01 ÖS »
François Marie Arouet, «Voltaire» denir, Fransız yazarıdır (1694-1778). Parisli zengin bir noterin oğlu olan Voltaire, Rejans devrinin yüksek sosyetesine şiirleri ve yeteneğiyle kendini kabul ettirerek kısa sürede üne kavuştu. Fakat asi yaradılışı ve krallık rejimine karşı oluşu yüzünden önce Bastille'e hapsedildi, sonra da İngiltere'ye sürüldü.

Büyük bir bölümünü Cirey'de, Châtelet markizinin yanında geçirdiği on yıllık bir uzaklaşma döneminden sonra Louis XV'in sarayına döndü, sonra da Potsdam'a, Prusya kralı Friedrich II'nin yanına gitti; sonunda Cenevre yakınlarında Ferney Şatosu'na yerleşti.

Adalet anlayışı, özgürlüğe ve doğruya olan düşkünlüğü, kalem tartışmalarına yatkınlığı Voltaire'i, eski krallık rejiminin yolsuzluk ve ayrıcalıklarına, din adamlarının bağnazlığına, tutuculuğuna ve her alandaki hoşgörüsüzlüğe karşı savaşan düşünürler safına itti. Gitgide daha sert ve sataşıcı olmağa başlayan eserleri parlak zekâsını ve alaycı üslûbunu yansıtır. Voltaire ölünceye kadar önyargılara karşı savaşmış, adlî hataların kurbanı olan suçsuz insanların yeniden topluma kazandırılıp saygınlığa kavuşturulmasını savunmuştur.

Bazı Eserleri

Şiirler: Henriade, Lizbon Felâketi Üstüne Şiir.
Trajediler: Zaire, Sezar'ın Ölümü, Muhammet ya da Bağnazlık, Merope.
Hikâyeler: Zadig, Candide, Micromegas.
Tarih: İnsan Üstüne inceleme, Louis XIV Devri, Töreler Üstüne Deneme.
Felsefe: Felsefe Mektupları, Felsefe Sözlüğü, Hoşgörü Üstüne İnceleme.


275
Edebiyat ve Şiir / Yunus Emre
« : Nisan 27, 2009, 12:15:37 ÖS »


Türk şairi ve sofisidir (1238-1320). Anadolu'nun hemen her yöresinde ayrı bir mezarı bulunan Yunus Emre'nin hayatı hakkında kesin ve yeterli bilgi henüz yoktur. Şiirlerini derleyen Divan'ının, ölümünden 70 veya 100 yıl sonra düzenlendiği sanılıyor. Risaletün Nushiye (Öğüt Dergisi) adlı küçük mesnevisinden 1307 yıllarında hayatta olduğu anlaşılıyor.

Edebiyat ve tarih araştırmacısı Fuat Köprülü İlk Mutasawıflar adlı eserinde Yunus Emre'nin Eskişehir'in Sarıköy adlı köyünde doğduğunu, bir küçük çiftçi olduğunu, Taptuk Emre adlı bir şeyhe bağlı bulunduğunu anlatıyor. Köprülü'nün Yunus Emre hakkındaki bulguları, ondan sonraki hiç. bir araştırmacı tarafından ciddî şekilde değiştirilememiştir.

Sofiliği

Bektaşî geleneğine göre Yunus Emre, Hacı Bektaş halifelerinden Taptuk Emre'nin dervişidir. Şiirlerinde ele aldığı kavramlar onun derin bir din ve tasavvuf bilgisine sahip olduğunu, İslâm ilimlerini ve İslâm edebiyatını çok iyi bildiğini gösterir. İnsanın Tanrı ile, başka insanlarla ve özellikle kendisiyle olan ilişkilerini düzenlerken, barış, sevgi, inanç kavramlarını esas alan ve «Hakk»ı «halk»ta sevme yolunu önererek Tanrı sevgisini soyutluktan çıkarıp somutlaştıran Yunus Emre, bütün mutasavvıflar gibi, bu âlemin ve bu âlem içindeki tüm yaratılmışların Tanrı'nın birer tecelli'sı olduğuna, bu yüzden Tanrı'dan ayrılamayacağına, ayrı düşünülemeyeceğine inanır. Şiirlerinde, çeşitli biçimlerde hep bu inancı işler (Yaratılmışı severiz, yaratandan ötürü).

Şiiri

Yunus Emre'nin, şiirlerinde, aruz kalıplarının hece kalıplarına da uyan ölçülerini seçmesi onun bir özelliğidir. Böylece o, eski Türk şiiriyle Müslüman Türk şiir geleneğini birleştirmiştir. Bu özellik, Yunus'un halk toplulukları tarafından anlaşılmasında, sevilmesinde ve benimsenmesinde en büyük etken olmuştur.

Onun başarısı en karmaşık konuları, tasavvuf inancını açık-seçik, yumuşak ve tatlı bir anlatımla şiirleştirmesine ve şiiri yalnız bir biçim olarak değil, ince söyleyişler ve sıcak duygularla donatmasına bağlıdır. Yunus, sanat oyunlarına sapmadan, içinden geldiğince ifade ustasıdır. Dizeleri arasında alışılmış anlam kopmaları yoktur, tam aksine, anlam bağlantıları onun özelliğidir ve bu özelliği onun, şiiri sürekli bir sezgi ve duygu içinde söylemesine yol açar.

Yunus için şiir, umut eden, bu hayattan ve öteki hayattan mutluluk bekleyen, Tanrı'nın öfkesine ve cezalarına değil, sevgisine ve af hazinelerine sığınan insanın sesidir. Yunus, sevgisiz, inançsız, umutsuz insan düşünemediği gibi bunlardan yoksun bir şiir de düşünmemiştir.

Dili

Yunus Emre'nin en büyük özelliği dilindedir. Türkçe'nin güzellik, uyum ve ses sırlarını çok iyi bilen Yunus Emre bu bakımdan Türkçe'nin en büyük mimarı ve kurucusu sayılır. Kullandığı deyimler, şiirinin çatısını kuran kavramlar, konuşulan dile getirdiği derinlik yüzyıllar boyu yaşamış, başka şairleri, daha da önemlisi tüm Anadolu halkını inkâr götürmez bir biçimde etkilemiştir. Yunus, «beyaz Türkçe» dediğimiz güzel, arı-duru ve ahenkli Türkçe'nin böylece yapıcısı ve yürütücüsü olmuştur.

Yunus'un Etkisi

Bu özellikleriyle Yunus Emre hem en genel anlamında Türkçe'yi, hem halk şiirini, hem de tekke şiiri ve edebiyatım etkilemiştir. Bu etki özellikle Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Niyazii Mısrî, Gevheri, Emrah, Karacaoğlan ve Yunus adını almış sayısız şair üzerinde açıkça görülür.

Yunus'un, Âşık Veysel'den başlayarak etkisi bugünkü şairlerimizde de görülür. Özellikle şairin arı dili, yol gösterici niteliğiyle onun, çağdaş edebiyatta da öncülüğünü mümkün kılmıştır.

Araştırmalar

Yunus Emre konusunda ilk bilimsel araştırmayı Fuat Köprülü yaptı. Ondan sonra Burhan Toprak, Abdülbaki Gölpınarlı, Cahit Öztelli, Sabahattin Eyüboğlu, Nezihe Araz değişik açılardan, Yunus Emre'yi yorumlayan çalışma ve incelemeler yaptılar. UNESCO, 1972 yılını hümanist şair Yunus Emre yılı ilân etti ve aynı yıl İstanbul'da «Uluslararası Yunus Emre Semineri» yapıldı.

Bugün, her yıl Eskişehir'de Yunus Emre Derneği tarafından şair adına bir toplantı düzenlenir, sergiler, konferanslar ve yeni araştırmalar kamuoyuna sunulur.

9 Mezarlı Şair

Yunus Emre'nin Anadolu'nun çeşitli yerlerinde mezarı vardır. Bu, halkın şairi ne kadar benimsediğini, kendine mal ettiğini ve «o bizdendi» dediğini ifade eder. Yunus'un, Sarıköy'deki (Eskişehir) mezarından ayrı, Bursa'da, Karaman'da, Salihli'nin Emre köyünde, Afyonkarahisar'ın Sandıklı bucağında, Sivas'ta, Konya Aksarayı'nda, Isparta'da Keçiborlu'da, Erzurum'da Dutçu köyünde mezarı vardır.

 

(Solda) Yunus Emre'nin ölümünün 650. yılında çıkarılan pul (1971). Grafik düzeni Namık Bayık'ın, desen Gündüz Gölönü'nün. N. Emenli koleksiyonu.

(Sağda) İstanbul-Ankara demiryolu boyunda, Sarıköy'de, Yunus Emre'nin anıtmezarı. Çift hat yapımı sırasında mezarın yerini değiştirmek gerekmiş ve bu olay onbinlerce insanın kendiliğinden katıldığı sessiz bir törene yol açmıştı (1948). Halkın bağışlarıyla gerçekleştirilen mezara Yunus Emre'den şu dörtlük yazıldı: «Hakdan gelen şerbeti içtik elhamdülillah Sol kudret denizini; geçtük elhamdülillah Derildük pınar olduk, irküldük ırmağ olduk Akduk denize dolduk taşduk elhamdülillah»

276
Edebiyat ve Şiir / Ziya Paşa
« : Nisan 27, 2009, 12:15:19 ÖS »
Türk şairi ve yazarıdır (1825-1880). Özdeyişler halinde dillerde dolaşan beyitleriyle ünlü bir şairdir. Aynı zamanda Tanzimat edebiyatının önemli üç kişisinden (diğer ikisi Şinasi ile Namık Kemal) biridir. Saraya karşı özgürlükçü eyleme katılması da onu sonraki kuşakların gözünde büyültmüştür.

Ziya Paşa, İstanbul'da dünyaya geldi. Özel olarak öğrenimini ilerletti. 17 yaşında devlet memurluğuna girdi. Başbakanlık'ta kâtipken sadrazam Mustafa Reşit Paşa'nın ilgisini çekti. Paşa onu üçüncü kâtip olarak saraya yerleştirdi. Burada memurken Fransızca öğrendi. Reşit Paşa ölünce bu görevinden uzaklaştırıldı, zaptiye müsteşarlığına atandı. Atina elçiliği, Kıbrıs, Amasya, Canik mutasarrıflığı yaptı.

1867'de yurt dışına kaçarak Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne katıldı. Namık Kemal ile birlikte Londra'da Hürriyet gazetesini çıkardı (1868). Paris, Londra ve Cenevre'de beş yıl kadar kaldıktan sonra sadrazam Âli Paşa'nın ölümü üzerine İstanbul'a döndü (1876). Abdülhamit II onun İstanbul'da kalmasından kuşkulandığı için öteden beri uygulanan bir yola başvurdu ve rütbe vererek taşraya gönderdi. Böylece Ziya Bey, Ziya Paşa oldu ve vezir rütbesiyle Suriye valiliğine gitti. Adana valisiyken öldü.

Sanatı ve Kişiliği

Ziya Paşa biçim bakımından değil, ama konu bakımından yenilikçi bir şairdir. Sözgelimi divan edebiyatında gazel, tercii bent ve terkibi beni gibi biçimler yalnız aşk ve zevk konularını işlerken o biçimlerle toplumsal hayattaki aksaklıkları eleştirdi. Bir ahlâkçı tavrıyla ele aldığı tutarsızlık ve bozukluklar, ona çarpıcı olmakla birlikte sanki bir değişmez yazgıymış gibi görünür, doğa ve Tanrı karşısında duyulan o sonsuz çaresizliği yansıtır. Bu güçlü şiirlerinin yanında yergileri (hiciv) ve edebî açıklamaları zayıf kalır.

277
Edebiyat ve Şiir / Yaşar Kemal
« : Nisan 27, 2009, 12:14:55 ÖS »



Türk romancısıdır (1922). Çağdaş Türk romancıları arasında en ünlü olanlardan biridir. Romanlarından birkaçının yabancı dillere çevrilmesinden sonra başka ülkelerde de tanındı. Doğayı, efsaneleri ve toplumsal gerçekleri birlikte konu edinen eserleriyle kendine özgü bir çığır açmıştır.

Adana'da dünyaya geldi. Asıl adı Kemal Sadık Gökçeli'dir. Van'ın Ernis köyünden Çukurova'da Göğceli köyüne göç etmiş bir çiftçi ailesinin oğludur. Küçük yaşta babasını ve bir kaza sonucunda bir gözünü kaybetti. Kadirli İlkokulu'nu bitirdikten sonra (1938) bir süre de Adana Ortaokulu'nda okudu, ama geçim güçlükleri yüzünden son sınıfta okulu bırakmak zorunda kaldı. Ondan sonra on yılı aşkın bir süre çetin bir yaşam kavgası verdi. 1951'de Cumhuriyet gazetesinde çalışmağa başladıktan sonra İstanbul'a yerleşti.

Sanatı ve Kişiliği

Yaşar Kemal, romancıların çoğu gibi edebiyata şiirle başlamıştı. Ama 1951'de başlayan hikâyeciliği ve röportajcılığı ona ilk ününü sağladı. 1955'te yayımlanan ilk romanı İnce Memed onun adını büyük kitlelere duyurdu. Varlık roman ödülünü de alan İnce Memed, çağdaş Türk romanının en çok okunan eserlerinden biri sayılmaktadır ve dünya dillerinden birçoğuna çevrilmiştir. Yirmi yıl içinde onu izleyen yeni romanları yazarın ününü daha da artırdı.

Yaşar Kemal bütün romanlarında ağa-köylü, patron-işçi, varlıklı-yoksul arasındaki gizli-açık çatışmaları eşsiz doğa betimlemeleri ve ruhsal yapı çözümlemeleriyle birlikte işler. Yazarın bir başka özelliği eserlerindeki destansı havadır. Halk dilinden, halk şiirinden ve törelerinden bol bol ve ustaca yararlanarak, halkça benimsenmiş efsaneleri bir destan havası içinde işler: Üç Anadolu Efsanesi, Ağrı Dağı Efsanesi, Binboğalar Efsanesi v.b.

Başlıca Eserleri

Ağıtlar (derleme), Sarı Sıcak (hikâye), Teneke (roman), İnce Memed (roman), Orta Direk (roman), Yer Demir Gök Bakır (roman), Üç Anadolu Efsanesi (destansı roman), Ölmez Otu (roman), Ağrı Dağı Efsanesi (destansı roman), Binboğalar Efsanesi (destansı roman), Bu Diyar Baştan Başa (röportaj), Demirciler Çarşısı Cinayeti (roman), Yusufçuk Yusuf (roman).

278
Genel Kültür / Kumaşların Çekmesi
« : Nisan 27, 2009, 11:54:50 ÖÖ »


Bir kot pantolon aldığımızda hemen paçalarını boyumuza göre bastırıp giymek isteriz. Ama daha sonra daha ilk yıkamada kumaşın boyu ne kadar çeker endişesini yaşarız. Çünkü pantolonun boyunu tekrar uzatmak artık mümkün değildir. O halde kumaşlar yıkanınca niçin çekiyorlar? Islandıklarında mı çekiyorlar yoksa kururken mi? Pantolonun boyunu ayarlamadan önce kaç kere ıslatmalıyız? Sıcak suda mı daha çok çekerler, soğuk suda mı?

Yünlü kumaşların veya giysilerin ıslanınca çekme olayı biraz karışıktır, çünkü nem ve ısı şartlan liflerin sadece boylarını değil çaplarını da değiştirirler. Ham iplik, kot kumaşı olmak üzere dokunurken dayanıklılığını arttırmak için tabii boylarındaki liflere bükümler, yani bir çeşit düğümler ilave edilir. Kumaş ıslanınca yün lifleri şişerler. Liflerin bu genişlemesi ipliklerdeki bükümler arasındaki açıya da tesir eder ve iplerin boylarının kısalmasına neden olur.

Aslında kumaş ıslanınca lifler şiştiğinden boyunun az bir miktar uzaması gerekir ama bükümlerin açılarındaki deformasyonun yarattığı çekme kuvveti daha fazla olduğundan sonuçta kumaş boydan kısalır.

Kumaş yıkandıktan sonra kurutulduğunda şişmiş lifler eski durumlarına gelirler. Ama kumaş ilk ölçülerine dönemez. Su, yüksek ısı, çalkalama ve sabun -ki burada lifler arasında yağlayıcı görevi görür- hepsi birden kumaşın çekmesini kolaylaştırırlar. Kumaş birkaç kere yıkandıktan sonra ölçüleri dengeye ulaşır ve bundan sonra ne kadar yıkanırsa yıkansın boyca kısalmaz.

Kumaşın çekme miktarı ipliklerin boyutlarına, miktarlarına, dokunma şekillerine, kıvrımlarına ve kumaşın geçmişine bağlıdır. Bazen kumaşa giysi olarak dikilmeden önce özel bir çekme işlemi uygulanır. Bu durumda kumaş ilerde yüzde birden fazla çekmez.

Çarşıdan alınan kot pantolonların boylarından emin olmak için, paçaları bastırılmadan önce sıcak, sabunlu suda kuvvetlice yıkanmaları, sonra soğuk suyla durulanarak makinede kurutulmaları ve bu çevrimin üç kere tekrarı tavsiye ediliyor.

279
Genel Kültür / Ayakkabı Giymenin Kökeni
« : Nisan 27, 2009, 11:51:45 ÖÖ »


Ayak yere basarak vücudun tüm ağırlığını taşır. İnsan gövdesinde en ağır görev ayaklara düşer. Yetişmiş bir insanın vücudunda 206 kemik vardır, bunların neredeyse dörtte biri, 62 adedi ayak ve bacaklarımızdadır. Vücut ağırlığım taşıyan ve hareketi sağlayan bu organın bakımı ayakkabı ile başlar.

Ayak kemikleri yere düz basmaz. Taban çukuru denilen içbükey bir kubbenin iki ucuna ve kenarlarına basılır. Ayağın taban kısmının yapısı oldukça karışıktır. Burada birçok kas, kiriş, damar ve sinir yer almaktadır. Vücudumuzdaki kasların içinde en güçlüsü tabanlarımızda bulunur. İnsanın en hassas bölgelerinden biri olan bu bölgeyi korumak insan hayatı için çok önemlidir.

Çoğu ayakkabı 'taban' adı verilen ve kullanıldıkça eskiyen kalın bir alt parça ile 'saya' adı verilen ve ayağı saran daha ince bir üst parçadan oluşur. Ayakkabılar dünyada çok farklı iklimlerde yaşayan insanların yaşam şartlarına göre değişiklik gösterdiği gibi tarih boyunca moda da ayakkabıların şekilleri üzerinde çok etkili olmuştur.

Gerçi İspanya'daki 12-15 bin yıl öncelerine ait mağara resimlerinde erkeklerde deri, kadınlarda kürkten yapılmış giysiler görülüyor ama dünyadaki en eski ayakkabı izine, kuruyan çamur içinde sertleşip günümüze kadar kalmış olarak Mezopotamya'da rastlanmıştır.

Günümüzdeki anlamı ve şekli ile ayakkabının ilk olarak sandalet şeklinde sıcak iklimli ülkelerde ortaya çıktığı sanılıyor. İlk ayakkabılar ham deri, ayağın girebileceği şekilde bir zarf haline getirilerek yapılırdı. Bu ayakkabılar ayağın altını kızgın kumlardan, üstünü güneş ve sıcaktan koruyorlardı.

Mısır sanat eserlerinde hükümdar ve tanrılar daima çıplak ayaklı olarak görülürler. Sandaletlerin ise bu devirde sadece ev içinde giyildiği tahmin edilmektedir. Hititler bugün Anadolu'da çok az da olsa hala kullanılan çarıklara benzer ayakkabılar giyerlerdi.

Ortaçağda kızı evlenen bir baba onun üzerindeki otoritesini evleneceği adama bir ayakkabı töreni ile devrediyordu. Bugün bazı Batı ülkelerinde yeni evlenen çiftin arabalarının arkasına ayakkabı bağlama adeti de o günlerden, kız babasının damadına kızının ayakkabılarından birini vererek, artık onun himayesine girdiğini belirtmesi adetinden kalmadır.

Avrupa'da 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar sivri burunlu ayakkabılar moda oldu. Ortadoğu bölgesinde ise ayağı kızgın kumlardan korumak amacı ile yüksekte tutabilmek için ayakkabılara topuk ilave edildi. Avrupa'da 16. ve 17. yüzyıllarda bütün ayakkabıların topukları kırmızı renge boyanıyordu.

Avrupa'da 18. yüzyıla kadar kadın ve erkek ayakkabıları farklı değildi. Yüksekliği 15 santimetreyi bulan topuklu ayakkabıları Avrupa'da o yıllarda sadece üst sınıfa mensup insanlar (tabii iki kişinin yardımıyla) giyebiliyordu.

19. yüzyıla gelene kadar tüm dünyada her iki ayak için de eş ayakkabılar kullanıldığını yani ayakkabılarda sağ sol farkının olmadığını biliyor muydunuz? Sağ ve sol ayaklar için ayrı ayrı ayakkabı üretimine ilk olarak ABD'de, Philadelphia'da başlandı.

Altı lastik ayakkabılar ise ilk olarak 1916'da yine ABD'de yapıldı ve bunlara 'ket' (ked) adı verildi. Botlar ise ata binmenin yaygın olduğu soğuk ve dağlık bölgeler ile sıcak ve kumlu çöllerde ortaya çıktılar. Kadınlar için ilk bot 1840 yılında Kraliçe Victoria için dizayn edildi. Bağcıklı rahat yürüyüş ayakkabısı ise Birinci Dünyâ Savaşı sırasında ortaya çıktı.

Osmanlı Türkleri'nde de deri işleme sanatının çok gelişmiş olması ve özellikle Yeniçeri Ocağı'nın at binmede uygun olan yumuşak deri çizmelere gösterdiği ihtiyaç yüzünden ayakkabıcılık çok gelişmiştir.

Bugün artık en ilkel topluluklarda bile insanlar bir çeşit ayakkabı giyiyor. Dünyada kaç çift ayakkabı var bilinmiyor ama uzayda dolaşan bir çift olduğu biliniyor. Ay'a ilk ayak basan astronot Neil Armstrong'un ayakkabıları dönüş yolculuğunda herhangi bir hastalık veya bilinmeyen bir kirlenme tehlikesine önlem olmak üzere dünyaya getirilmeyip uzaya bırakılmış. Şimdi uzayda dolanıp duruyorlar. Diğer astronot ile daha sonra gidenlerin ayakkabıları şimdi neredeler acaba?

280
Genel Kültür / Kuru Temizleme
« : Nisan 27, 2009, 11:51:24 ÖÖ »


Giysilerinizi evde çamaşır makinesinde yıkarken kirleri çözen madde sudur. Ancak örneğin yünlü kumaşlarda olduğu gibi, birçok kumaş türünde su etkili olamayabilir.

Kuru temizlemede suyun yerine bir petrol ürünü kullanılır. İnsanlarda ıslaklık, suyla temas anlamında algılandığından bu işleme kuru temizleme denilmektedir. Aslında olay kuru ortamda yapılmamaktadır.

Joly Belin adında bir Fransız, kazara giysisinin üzerine kerosen dökmüş ve bunun giysisinin üzerindeki lekeyi temizlediğini hayretle görmüştü. Bu işin üzerine giderek 1840'h yıllarda Paris'te ilk kuru temizleme işletmesini açmıştı.

Başlangıçta kuru temizlemede çözücü madde olarak gaz veya kerosen kullanılıyordu. Günümüzde ise hemen hemen tüm dünyada 'perkloroetilen' veya kısaca 'perk' diye tanımlanan bir çözücü kullanılmaktadır.

Elbiseler, kuru temizleyicide su yerine bu çözücü ile yıkanır. Çözücü buharlaşmasın, havayı kirletmesin ve tekrar kullanılabilsin diye her seferinde bir yerde toplanır. Bu şekilde temizlenen giysiler, ütülenince yeni gibi dururlar.

Kuru temizleme yapılan giysileri eve getirdiğinizde, beraberinde baş ağrısı ve mide bulantısı riskini de getirdiğinizi unutmayın. Kuru temizlemede kullanılan bu 'perk' isimli madde çok toksik olup, vücudumuzun önemli organları ve sinir sistemimiz üzerinde zararlı etkileri vardır.

Havada milyonda yüz partikül olunca zararlı etkileri görülmeye başlanılan bu çözücünün oranının, kuru temizleme yapılmış bir giysinin, kapalı bir arabaya konulup, on beş dakika tutulması ile milyonda 350'ye ulaştığı tespit edilmiştir.

İster inanın, ister inanmayın birçok kumaş türü kuru temizleme gerektirmez. Kuru temizlemenin tek avantajı kumaşların çekmelerine ve şekillerini kaybetmelerine yol açmamasıdır.

Üretici firmaların, giysilerin etiketlerine 'sadece kuru temizleme' şeklinde ikaz yazmalarının ana sebebi, garanti süresince geri almak zorunda oldukları giysileri, çekme ve deformasyon tehlikesinden korumak içindir. Özellikle ipek ve suni ipekten yapılmış giysiler güvenli bir şekilde elle yıkanabilirler.

281
Genel Kültür / Yazın Açık Renk Giyilmesi
« : Nisan 27, 2009, 11:51:03 ÖÖ »


Yaz günleri, güneşli sıcak günlerde genellikle beyaz veya açık renkli giysiler giyeriz. Beyaz renk güneş ışığı içinde bulunan bütün ışınları yansıtır yani bütün renklerin birleşimidir. Siyah renk ise tam aksine bütün ışınları emer. Siyah renk üzerinde hiçbir ışın yansımaz, yani aslında siyah bir renk değildir, renksizliktir.

Siyah renkli kumaşlar ışığın hepsini tuttuklarından, beyaz kumaşlara göre tenimizi 5 derece daha sıcak tutarlar. Peki öyleyse Sina çöllerindeki bedeviler niçin siyah renkte giysi giymeyi tercih ediyorlar? Çünkü siyah renkli giysi, kumaş ile tenin arasındaki havayı ısıtıyor ama aynı anda bir havalandırma mekanizmasının da çalışmasını sağlıyor. Bu ısınan havanın yerini alan hava bedevilerin serinlik hissi duymalarını sağlıyor.

Siyah giysiler güneşin tüm ışınlarını tenimize geçirirler ama beraberlerinde enfraruj ışınlarını da. Bu nedenle çok güneşli bir günde açık renk giymek kesinlikle faydalıdır. Kapalı bir yerde ise enfraruj ışınları nüfuz edemeyeceği için siyah rengin ısıyı daha fazla iletmesi avantaj yaratabilir. Belki de dışa beyaz, içe siyah giymek, giysi, ten ve hava arasındaki ısı alışverişi için en ideal kombinasyondur. Tabii kışın da tam tersi.

Kışın üst üste giyinmenin asıl faydası iki giysi arasında hava tabakası oluşmasıdır. Bilindiği gibi hava iyi bir izolatördür. Yani ısı iletkenliği iyi değildir. Bu şekilde güneşin ışığı tutulduğu gibi vücuttan da ısı kaybı olmaz. Yani kışın iki kat giyinildiğinde dıştakinin siyah, içteki giysinin ise beyaz renk olması gerçekten faydalıdır.

282
Genel Kültür / Gelinlikler Neden Beyazdır
« : Nisan 27, 2009, 11:50:42 ÖÖ »


Çocuk annesine sormuş: 'Anne gelinlerin giysisi niçin beyaz renkte?' Annesi cevaplamış: 'Beyaz renk masumiyetin ve mutluluğun sembolüdür.' Çocuk tekrar sormuş: Teki o zaman damatlar niçin siyah giyiyorlar?'

Eski Roma'da gelinliklerin rengi sarıydı. Gelinler yine sarı renkte peçe takıyorlardı. Peçe evli ve bekar kadınları ayırt ediyordu. Ortaçağlarda ise gelinliğin rengi üzerinde pek durulmadı. Kumaşın kaliteli ve gösterişli olması daha önemliydi. Herkes en iyi elbiselerini giyiyordu, renk de herkesin kendi tercihine göreydi.

Beyaz gelinlik adetinin yaygınlaşması 16. yüzyılda olmuştur. Bu yıllarda kraliyet ailesi gelinlerinin gümüşi renkte gelinlik giymeleri gelenekti. Kraliçe Viktorya bunu reddetti ve beyaz gelinlik giymekte ısrar etti.

Bundan sonra İngiliz ve Fransız yazarlar, beyaz rengin masumiyetin simgesi olduğu konusunu işlemeye başladılar. O dönem ahlakına göre bekaret evliliğin vazgeçilmez koşulu olduğu için beyaz gelinlik adeti tuttu. Evlenirken beyaz giysi giymek genç kızların bekaretlerini topluma ilan etmelerinin vasıtası oldu.

Gelinlikle ilgili bazı batıl inançlar da var. Bunlara göre gelinin gelinliğini bizzat kendisi dikmesi, damadın düğünden önce gelini gelinlikle görmesi, gelinin gelinliği düğünden önce giymesi uğursuzluk getiriyor.

Söz evlenmeden açılınca evlilik yüzüğünden de bahsetmek gerekiyor. İnsanların evlenince yüzük takmaları eski Mısırlıların inançlarına dayanıyor. Milattan 2800 yıl önce Mısır'da yaşayanlar dairenin veya halka şeklindeki cisimlerin, başlangıç ve bitiş noktalarının olmaması nedeni ile sonsuzluğu temsil ettiklerine inanıyorlardı. Yüzük evliliğin sonsuza dek süreceğini simgeliyordu. Sonra bu inanç ve adet Romalılar vasıtası ile iyice yaygınlaştı. Kazılarda o devirlere ait çok ilginç evlilik yüzüklerine rastlanılmıştır.

Evlilik yüzüğünün sol ele ve sondan bir önceki parmağa takılmasının sebebi ise modern tıbbın gelişmesinden önceki devirlere ait yanlış bir insan anatomisi bilgisidir. O zamanlarda dolaşım sistemimizdeki ana damarın sol elimizde bu parmaktan başlayıp kalbimize gittiği sanılıyordu. Böylece buraya takılan yüzükler evli çiftin kalben bağlılığını simgeliyordu. Gerçi şimdi damarların nereden gelip nereye gittiği biliniyor ama bu da bir adet olarak kaldı.

283
Genel Kültür / Neden Kravat Takılır
« : Nisan 27, 2009, 11:50:20 ÖÖ »


Takılar hariç üzerimizdeki her giysinin bir fonksiyonu vardır. Peki kravatın boğazı sıkmaktan başka fonksiyonu nedir? Her iki yakayı bir araya getirmekse düğme o işi görüyor. Düğmeleri örtüp giysimizi güzel ve renkli kılmaksa kadınlar niye takmıyor? Pek de kravat sever bir millet olmadığımız açıktır ama ister inanın, ister inanmayın kravatın ortaya çıkışında Türklerin de rolü var.

1660'da Osmanlılar Avusturya ordusuna yenilince o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde olan Hırvatistan'dan (Croatia) bir alay asker zaferin kahramanları olarak Paris'e götürüldüler ve kralın huzuruna çıkarıldılar. Bu askerler boğazlarına renkli mendiller takmışlardı. Bu mendiller Romalılar devrinde hatiplerin, ses tellerini sıcak tutmak için boğazlarına sardıkları mendillere benziyordu. Kral çok beğendi ve kendisi de krallık kravatları takan bir alay kurdu. Kravat kelimesi de Hırvat anlamındaki 'Croat'tan türedi.

Çok geçmeden bu moda İngiltere'ye sıçradı. Hiçbir centilmen boğazına bir şey sarmadan kendini iyi giyinmiş hissetmiyordu. Kravat o zamanlar o kadar yüksek bağlanırdı ki, insanlar vücudunu döndürmeden etrafa bakamıyorlardı, ama hiç olmazsa bir faydası vardı. Kılıç darbelerine karşı boyunu koruyordu.

Kravat çeşitli şekillerde yüzyıllarca yerini korudu, yüzden fazla değişik bağlama şekli geliştirildi. Bağlama şekilleri üzerine kitaplar yazıldı. 1960 gençliğinin düzene baş kaldırması sırasında biraz gözden düştü ama 1970'li yıllardan başlayarak popülaritesi yine arttı. Tabii ki patronlar kravat takınca çalışanlara da başka seçenek kalmıyordu.

Kravatlar erkeklerin elbise dolaplarının en kolay yıpranabilir aksesuarlarıdır. Genellikle erkekler kravatı düğümünün bir tarafından, ince ucunu çekerek çıkarırlar. Halbuki doğru yol kravatı bağlarken hangi hareketleri yaptıysanız, sökerken de ters sıra ile aynısını yapmanızdır.

Kravatı çıkardıktan sonra her iki ucunu birleştirip iki kat yapmanız, parmağınızın üzerine bir kemer gibi sarmanız, parmağınızı içinden çektikten sonra bütün gece o şekilde muhafaza etmeniz uzmanlar tarafından tavsiye ediliyor. Eğer söz konusu olan bir ipek kravat ise sabahleyin de hemen askıya asmanız gerekiyor, bu şekilde içindeki fiberler orijinal şekillerine gelecektir. Son bir uyarı: Üzerinde leke olsa bile ipek kravatları kuru temizlemeye göndermeyin, deforme olabilirler, mümkün olduğunca kendiniz temizlemeye çalışın bu da bir sonuç vermezse dikişlerim söküp mendil olarak kullanabilirsiniz.

284
Genel Kültür / Üniformalar Neden Haki Renkte
« : Nisan 27, 2009, 11:40:11 ÖÖ »


Napolyon savaşlarına kadar, askeri üniformalar çok renkli ve gösterişli idi. Ancak savaş teknolojisi geliştikçe bunun da bazı sakıncaları ortaya çıkmaya başladı. Kılıç ve kalkanla yapılan savaşlarda gösterişli üniformalar düşmanda moral bozukluğu yaratıyordu ama ateşli silahlar bulununca, bu parlak ve renkli giysiler uzaktan iyi bir hedef olmaya başladı. Bugün askerler savaşa en uygun sadelikte giyinerek giderler ve sadece gerekli teçhizatı taşırlar.

Üniformalardaki haki renk ise ilk kez İngilizler tarafından 1850'li yıllarda Hindistan'da kullanılmaya başlanmıştır. Britanya ordusundan Hary Lumsden İngiliz askerlerinin beyaz üniformaları nedeni ile kolay hedef olduklarını fark edince, üniformaların üzerine toz ve çamur sürerek ve biraz da çay ile boyayarak renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin rengini araziye uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu üniformalara Hintçe toprak rengi anlamına gelen 'Khaki' adı verilmiş ve Türkçe'ye de 'haki' olarak geçmiştir.

Khaki 20. yüzyılın başlarında günün standartlarına göre değiştirildi. Bu model Amerikan özel timleri tarafından tehlikeli görevlerde kullanılmaya başlanıldı. Birinci Dünya Savaşı'nda da kullanılan bu renkteki kumaşlar çok sert oldukları için askerlerin hareket kabiliyetlerini azaltıyor ve ıslandıkça daralıyorlardı. 1932 yılında pamuktan üretilen 'cramerton' ordu elbisesi dayanıklı olması ve içinde kolayca hareket edilebilmesi açısından İkinci Dünya Savaşı'nda ordunun kullandığı en yaygın arazi elbisesi haline geldi.

Bir sonraki aşama ise askerlerin düşman tarafından görülmemesini sağlayacak kadar araziye uygun ama aynı zamanda aynı tarafın askerlerinin birbirlerini vurmamasını sağlayacak şekilde ayırt edilebilir kumaş renk ve desenini yaratmaktı.

Aslında kamuflaja ilk olarak askerler tarafından değil, hayvanların kendilerini fark etmelerini önlemek için avcılar tarafından başvurulmuştu. Kamuflaj desenlerini yaratabilmek için İngiliz ve Fransız orduları ressamlarla işbirliği yapmıştır. Hatta Picasso'nun ordu giysilerini görünce, 'Bunlar benim desenlerim' diye bağırdığı bile rivayet edilir.

285
Genel Kültür / Erkek Düğmeleri Neden Sağda
« : Nisan 27, 2009, 11:39:43 ÖÖ »


Hakikaten, niçin erkeklerin tüm giysilerinde düğmeler sağda, ilikler solda iken kadın giysilerinde tam tersidir?

İşte, insanların daha çok sağ ellerini kullanmalarından dolayı yerleşen bir alışkanlık daha. Sağ elini kullanan bir insan için, sağdaki bir düğmeyi, soldaki bir iliğe geçirmek daha kolaydır. Bu nedenle de erkeklerin düğmeleri daima sağdadır.

Peki kadınların düğmeleri niçin solda? Kadınların çoğunluğu da, daha çok sağ ellerini kullanmıyor mu?

Giysilerde düğmelerin kullanılmaya başlanıldığı ilk zamanlarda, düğmeler hem çabuk kırılabiliyordu, hem de herkesin alamayacağı kadar pahalı idi. Düğme alabilecek zengin kadınlar da, uzun elbiselerini ancak hizmetçilerinin yardımı ile giyebiliyorlardı.

Hizmetçiler ise hanımlarının karşısında, onların düğmelerini, sağ ellerini kullanarak daha rahat ve daha hızlı ilikleyebiliyorlardı (tabii erkeklerin de daha hızlı çözdüklerini söylemeye gerek yok). Bu neden(ler)le, terziler düğmeleri hizmetçinin sağına, hanımının ise soluna gelecek şekilde diker oldular. Günümüzde her kadın, kendi kendine giyinip soyunmasına rağmen nedendir bilinmez, bu adet değişmedi.

Sayfa: 1 ... 17 18 [19] 20 21 ... 37