Osmanlı'da Ev Kültürü
Dr. Mümtaz AYDIN
Toplumun temel birimi olan ailenin yaşadığı ev için, dilimizde; hane, beyt, dâr, menzil, dam ve mesken gibi kelimeler de kullanılmaktadır. Bu kelimeler içinde en fazla kullanılanı "mesken"dir. Arapçada "yerleşilen yer" anlamındaki bu kelime, dilimizde; "huzur ve sükûnet içerisinde yaşanılan yer" mânâsında kullanılmaktadır. Ecdadımızın yaptığı ve yaşadığı evlere baktığımızda ise, "mesken" kelimesinin anlamının bu şekilde zenginleştirilerek kullanılmasının altında, tarihî bir geçmiş ve gelenekle oluşmuş haklı bir gerekçe bulunduğunu görüyoruz.
Osmanlı toplumunun yaşadığı meskenlere uzaktan bakıldığında, bunların hemen hepsinin bir avlu ve bunun bir kenarına yapılmış evden meydana geldiği görülür. İçinde yaşayanların hususî dünyasını oluşturan bu meskenlerin cephesi yola bakar. Ev-şehir bağlantısını sağlayan bu yollar, ya bir caddedir veya birkaç evle son bulan çıkmaz sokaklardır. Cadde veya sokağa cepheli olan bu evlerde ilk göze çarpan unsur, etrafının yüksek ve penceresiz duvarlarla çevrili olmasıdır. Aynı zamanda ev sahiplerinin mahremiyetini ve emniyetini sağlayan, bir insan boyundan daha yüksek bu duvarlar, bu dünyanın geçit vermez sınırları gibidir. Bu duvarların caddeye bakan tarafına açılmış olan kapı, tek giriş yeridir. Osmanlı evlerinin dış kapılarına dikkatlice bakıldığında, onlarda; bu milletin ahlâk, komşuluk ve örf-âdet anlayışlarını şekillendiren bir kültürü görmek mümkündür. Üç-üçbuçuk metre genişliğinde ve bir o kadar da yükseklikteki kapı, önünde duranları yağmurdan ve güneşten korumaya yarayan küçük bir çatı ile örtülüdür. İki büyük kanattan oluşan bu ahşap kapılar, üç unsurdan meydana gelmektedir. İki büyük kanat sadece evin avlusuna araba giriş-çıkışında açılır, diğer zamanlarda arkadan açılabilen bir mekanizmayla kapalı durur. Kanatlardan birisi sürekli sabit iken, diğer kanat, eve hayvan giriş-çıkışlarında kullanılır. İşte bu hareketli kanat içerisinden açılan daha küçük bir kapı ise, insanlar içindir. Yerden 25-30 santimetre kadar yüksek ve insanın sığabileceği büyüklükteki bu kapı, ancak adım atılarak geçilebileceği için, avludaki küçük çocukların kontrolsüzce dışarı çıkmalarına mâni olur. Yabancılar, Osmanlı toplumunun ahlâk ve mahremiyet anlayışı çerçevesinde, ev sahibinden izinsiz, bu kapıdan giremezlerdi. Kapıdaki tokmaklar da, ayrı bir kültür ve medeniyet örneğidir. Kapıdaki iç içe iki demir halkadan büyüğü, daha tok ses çıkarır, eve gelen kişi erkek ise, bu halkayı çalar; içte olan halka ise, daha ince bir ses çıkarır, bu eve gelen kadın ziyaretçiler içindir. Çalan tokmağın sesine göre ev sahibi gelenin cinsiyetini anlar kapıyı açmaya ona göre birisi gider evdekiler gelene göre kendilerine çeki-düzen verirler.
Kapıdan evin avlusuna girilir. Osmanlı ailesinin devamlı kullandığı avlu, Orta-Asya'da da yaygındır. Avlunun bir köşesine yapılmış olan evden başka, burada; sakinlerin ihtiyaçlarına ve meşguliyetlerine göre; ahır, samanlık veya pekmez yapılan şırahane, kilim, bez dokuma atölyeleri de bulunur. Ayrıca geriye kalan geniş boşlukta ocak, çamaşır taşı, dibek taşı, ağaçlar, çiçekler, çeşme veya kuyu, ark, fırın vs. vardır. Arsası geniş olan evlerin avlusunun bir kenarında sebze de yetiştirilir. Avlu, çoğunlukla evde bulunan kadının nefes alması, dinlenmesi, çalışması, komşularıyla sohbet edebilmesi için, uygun bir mekândır. 1835'te İstanbul'a gelen Miss Julia Pardoe, bu avlular için; "Keşke Shakespeare, Romeo ve Juliet'in bahçe sahnesini yazmadan önce buraları görmüş olsaydı." demiştir. Avlu, ev sahibi için dış dünya ile şahsî dünyası arasında bir geçiş alanıdır. Burada ev kıyafetiyle de dolaşıldığı için, komşuların, başkalarının avlularını görecek şekilde ev yapmaları yasaklanmıştır.
Avlunun uygun bir köşesine inşa edilmiş ev; tek veya çift katlı olup, komşuluk, emniyet ve kıble gibi faktörlere bağlı olarak konumlanmıştır. En fazla dikkat edilen unsur ise, kıble olmuştur. Çünkü Müslüman Osmanlı ailesi için bu o kadar önemlidir ki, yalnız ibadet ederken değil; yatarken, otururken, sokağa çıkarken vs. her hususta kıbleyi hesaba katmak hayatın olmazsa olmazlarındandır.
Tek veya çift katlı olan Osmanlı evinin bir tarafı, genellikle sokak veya caddeye bakar. Alt katta kışın oturulan bir oda, mutfak, kiler, ambar, fırın damı bulunur. Bu katın, emniyet gereği dışarıya bakan penceresi olmaz veya çok küçük olurdu. Alt kattan üst kata geçiş merdivenle sağlanırdı. Bu katta da, divanhane (başoda), haremlik, selâmlık ve bazı evlerde de bir yaz odası bulunurdu. Merdivenle çıkılan ve odalara geçişi sağlayan geniş mekânın adı ise, sofadır. Bu odalardan birisinin sokağa bakan ve köşk adı verilen bir çıkması vardır. Sokağa ayrı bir görüntü kazandıran Osmanlı evlerindeki bu çıkmalar, hâne halkının dışarıyı görebilmesi içindir. Üst katlardaki pencereler; cumbalı olup, dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslidir. Ev sahibi buradan, kapıya gelenin kim olduğunu kendisi görülmeden görebilmektedir.
Odaların hemen hepsinde ısınmak, yemek pişirmek ve hattâ aydınlanmak için de kullanılan birer ocak vardır. Odaların en önemli özelliği, yatak ve yorganların muhafaza edildiği ve bir köşesinin de banyo olarak kullanıldığı yüklük bulunmasıdır. Bu yüklükler, evdeki bütün eşyaların saklanmasını sağlar. Bir köşedeki banyo ise, genellikle gusül abdesti almak maksadıyla kullanılır. Çünkü bu dönemlerde asıl yıkanma yerleri, sıhhî olduğu da kabul edilen şehir hamamlarıdır. Odaların; oturma, yatak, misafir, çocuk odaları gibi belli işler için tahsis edilmemesi, Türklerin göçebe anlayışıyla ve gelenekleriyle doğrudan ilgilidir. Çünkü Osmanlı ailesi aynı odada yemek vakti yemek yer, sair zamanlarda oturur, gece olunca yatakları serip uyur, sabah olunca da sergileri kaldırıp hayatına devam ederdi. Evlerdeki döşemeler oldukça sade olup, mobilya yerine, pencere kenarında divan ve sekiler, yerlerde çoğu zaman kilim, bazen halı ve yer minderleri bulunurdu.
Evlerin mimarî tarzları kadar mal- zemelerinde de göçebeliğin tesirini görmek mümkündür. Ağaç, kireç, ker*** gibi dayanıksız malzemelerden yapılmış evler, sanki hemen göç edilecek hissi vermektedir. Bu durum tamamen Osmanlı halkının dünya görüşüyle ilgilidir; çünkü onlar, camilerini, vakıf eserlerini ve yıkılmamasını temenni ettikleri devletlerine ait kurumları, sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yaparken; evlerde dayanıksız malzeme kullanarak, bâkî olanın Allah olduğunu, kıyamete kadar devam etmesi gerekenin de devlet olduğunu anlatmak ister gibidirler. Bu evlere dışarıdan bakıldığında, zenginlerin evlerini, fakirlerinkinden ayırt etmek pek mümkün değildir. Bu durum, ortak değerlerin sınıflar arası farkı olabildiğince azalttığı bir sosyal yapıyı yansıtır.
Osmanlı evlerinde sadece yeşillikle değil, hayvanlarla da iç içe yaşanırdı. Ev sahiplerinin; etinden, sütünden ve gücünden yararlanmak üzere besledikleri evcil hayvanların yanı sıra, çatı aralarında kırlangıçlar, bacalarda leylekler yaşardı. Kuş yuvalarını bozmak günah sayılırdı. Kumru ve güvercinler de, kendilerine yem verilen fakat kafese hapsedilmeyen diğer ev ortaklarıydı.
Meskenlerin içe dönük, dışa kapalı mekânlar olarak şekillenmesi, İslâmî aile yapısının hassasiyetiyle alâkalıdır. Bu mekânlar; dış dünyaya kapalı, fakat o dönem ailesinin ihtiyaçlarını karşılayabilecek fonksiyonlara sahiptir.
İnşaat teknolojisi ve malzemelerinde, büyük bir gelişme kaydedildi. Fakat gerek hızlı nüfus artışıyla ve şehirleşmeyle gelen problemler, gerek alt yapı yatırımlarının yetersizliği, gerek maddî endişeler, gerekse de kültür değerlerinden uzaklaşma sebebiyle insanî unsurları ön plâna çıkarmayan bir mimarî yaygınlaştı. Bu sebeple eski mimarimizin birer örneği olan evler, bizler için hâlâ bir nostalji unsurudur.