Gönderen Konu: Şu Çılgın Türkler - Turgut Özakman  (Okunma sayısı 1195 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı OLCAY

  • _ByKuS_
  • Admin
  • *
  • İleti: 8917
  • Rep Gücü : 674
  • Cinsiyet: Bay
  • O şimdi ****EVLİ****
    • Profili Görüntüle
    • boyacı
Şu Çılgın Türkler - Turgut Özakman
« : Ekim 15, 2007, 11:06:02 ÖÖ »

KİTABIN İÇERİĞİ
 
Bu şahane kitap 20. yy.ın sömürgecilerine karşı bir ulusun verdiği onur mücadelesini anlatıyor. Bu topraklarda geçen, hiçbir satırı kurmaca taşımayan; tamamı Türk, Yunan, İngiliz devletleriyle uluslararası kurulların raporlarında, yerli/yabancı gazetelerde ve o günleri yaşamış insanların belleklerinde/anı kitaplarında belgelenen olaylar… Sadece belgelere atıfta bulunan dipnotlar kırk yedi sayfa sürüyor! Bu coğrafyayı,tarihi, bu Anadolu’yu bilmeyen yabancı bir göz okuduğunda yazar fazla abartmış diyebilir, yaşananlar öyle olağanüstü.
Yazar önce Mondros Mütarekesi’yle II nci İnönü savaşı arasında geçen dönemi özetliyor. Peşinden altıyüzelli sayfalık bir destan. Sanki elinde kamera varmış gibi bir Türk tarafına, bir Yunan tarafına; bir İstanbul’a, bir İngiltere’ye odaklıyor bakışlarını (Belki bu akış şekli kimi okuru rahatsız edebilir) . Ve bu ahlaksız işgale dağıyla, çiçeğiyle, insanıyla, hayvanıyla; canlı-cansız bütün varlığıyla topyekün direnen Anadolu’yu anlatıyor. Adını hiç duymadığımız, ama biz bilmesek de bu temele kanını harç yapmış,kefenine sarınıp ta işgalcinin
karşısına dikilmiş, kim bilir hangi gelinciğe kök olmuş binlerce insan… Adım adım, gün gün izliyoruz bu büyük mücadeleyi.

Gelelim romanın kahramanlarına: Osmanlı’nın imzaladığı Sevr antlaşmasıyla yurdu parçalanmış, toprakları santim santim satılmış; sal-tanat koltuğu uğruna sömürgecilere peşkeş çekilmiş bir halk var. Ama her şeye rağmen bu halkın küllerinden yeniden doğmasını sağ-layan biri, dönemin Britanya Başbakanı, Lloyd George’un istifa etmeden kısa süre önce “… yüz yıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahiyi bu yüz yılda Türk milleti yetiştirdi… Mustafa Kemal Paşa’ya yenildik.” demesine sebep olan biri,
Gazi…Ve bu zaferi Atatürk’le birlikte var eden İsmet Paşa, diğer komutanlar,erler, akıncılar, vekiller, köylüler, direnişe yardım için ayağındaki tek çorabı yıkayıp veren Deli Battal gibiler, kağnılarıyla cephane taşırken yolda ölen ya da doğuran Elifler, yaşadığı rahat hayatı bırakıp cephede gönüllü hemşire olan Nesrinler… Yani etiyle kemiğiyle, onurlu, namuslu, dürüst “Büyük İnsanlık”…

Savaştan galip çıkan devletlerin kuklası olan ve iktidardakilerin hırsı yüzünden gözünü Anadolu toprağı bürümüş Yunanistan. İnsanlık tarihine büyük katkıları olan bir uygarlığın şimdiki torunları. Büyük Yunanistan hayalinin peşinde Anadolu’ya gelip “ Büyük Felaket”i yaşayanlar. Kimisi vahşi kimisi insan, kahraman da var aralarında korkak ta… Vatanlarından deniz milleri, kara milleri uzakta çarpışan, bir zavallı hayalin uğruna heder olan Yunan gençleri. Ve bu iki halkı birbirine kırdıran emperyalist devletler. En başta İngiltere. Tam Sevr antlaşmasını imzalatmışken huzurunu kaçıran “Kemal’in Askerleri”ne elini ateşe sokmadan tokat atmak isteyen, asıl büyük derdi sömürgesindeki Müslüman halkların bu savaşın etkisiyle uyanacağı ve “Üzerine Güneş Batmayan İmparatorluk”un parçalanacağı endişesi olan İngilizler. Fakir ve geri kalmış Doğu’nun önünde uygar(!) ve zengin Batı’nın en büyük temsilcisi. İnsanların ölmesi umurlarında bile değil. bu sebeple –dengeler Türkler’in lehine değişene kadar- Yunanistan’a pek çok araç ve gereç satıyorlar, el altından silah ve cephane veriyorlar. Fransa, İtalya, Rusya … Hepsi bu büyük oyunun içinde az veya çok yer alıyorlar. Sonra hainler… Başta Vahdettin ve sadrazam(lar) olmak üzere işgalcilerden medet uman aciz yönetim kadrosu. Bir ham hayal uğruna doksan bin Anadolu gencini Sarıkamış’ta kırdırdığı yetmiyormuş gibi mücadelenin en kritik yerinde Anadolu’ya geçip iktidar olma hevesindeki Enver Paşa ve onun Meclis’teki yardakçıları. Basındaki İngiliz ve Yunan işbirlikçileri. En zorlu zamanlarda isyana kalkışan Delibaş Mehmetler, Çerkez Ethemler. Halkın içindekiler: Kasabalarını, Kuvvacıları, onurlarını satan eşraf, yerel yöneticiler, bazı din adamları… Asker kaçakları… Altmış bin kişilik ordunun otuz bini bazı işbirlikçilerin, mandacıların, teslimiyetçilerin söylediklerine kanıp,
kandırılıp silahlarıyla birlikte askerden kaçıyor. Düşman o esnada yüz yirmi bin kişi! 1911’den beri dört bir tarafta durmaksızın savaşan halkın içinden çıkan, direnişe inanmayan, bu savaşın diğerlerinden farklı olduğunu anlayamayan bu kaçaklara üzülmek mi lazım, öfkelenmek mi?

İşte Turgut Özakman bu romanda insanların, insanlığın hikayesini anlatıyor bize. Onun elli küsur yıllık emeğinin sonucundan bir kaç sayfada bahsedip geçmek mümkün değil aslında. Haddim olmayarak bunu yapmak ve sizlerle paylaşmak istedim. Artık ülkedeki siyasal düşünce tarzının tam teslimiyete dönüştüğü günümüzde, tam bağımsızlıktan başka bir istekleri olmayan bu insanlara ve onların destanını yazarak onlara en güzel anmayı yapan yazara bu sayfada şapka çıkartmak. Niyetim bu. Kitabın kalınlığına aldanıp okumaya gözü korkanlara bayağı magazinlerden, ucuz sitkomlardan, pespaye dizilerden uzakta, hüzünlü, acılı ama çok etkileyici birkaç saat vaat eden bu destanı mutlaka okuyun. Pek çok şeyin günümüzde yaşadıklarımıza ne kadar benzediğini görüp üzüleceksiniz ama ayırdığınız zamana değecek. Peşinden de Nazım’dan “23” centlik askere dair ile Kuvay-i Milliye destanını okursanız kendiniz için çok güzel işler yapmış olarak günü kapatacaksınız…

KISACA YAZARI TANIYALIM:

Turgut Özakman, 1930'da Ankara'da doğdu. Ankara Üniv. Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Bir süre avukatlık yaptı. Köln Üniversitesi Tiyatro Bilimi Enstitüsü'ne devam ettikten sonra Devlet Tiyatrosu'na  girdi. TRT'de Merkez Program Daire başkanlığı, Genel Müdür Yardımcılığı, Devlet Tiyatrolarında Genel Müdür Başyardımcılığı ve 1983-1987 yılları arasında Genel Müdürlük yaptı. 1988-1994 arasında Radyo-Televizyon Yüksek Kurulu'nda üyelik ve Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Evli. Üç çocuğu, üç torunu var. 28 Eylül 1998'de, 'üstün hizmetleri dolayısıyla' Anadolu Üniversitesi'nce 'fahri doktor' unvanı verilen Özakman, sayısız esere imza attı. 2002 Nisanında Eskişehir Belediye Başkanlığı, açtığı ikinci tiyatroya 'Turgut Özakman Sahnesi' adını verdi.


KİTABA DAİR ELEŞTİRİLER:


Kitaba olan ilgi alaka en üst düzeyde. Kitap şu an yaklaşık 140 baskı yaptı ve 300.000'den fazla satmış durumda. Aslında kitap için yapılan eleştiriler genelde oldukça müspet ve duygu yüklü! Bu yüzden o tür eleştirilere hiç değinmeyeceğim! Kitap üzerinde yapılan birtakım polemikler var ben esas onlar üzerinde durmak istiyorum!
 

1- Kitabın bazı güç odaklarınca(derin devlet ya da Genelkurmay tarafından) ısmarlama olarak yazdırıldığı polemiği. Bana göre ister ısmarlama ister kendiliğinden yazılmış olsun bunun hiç önemi olmadığını düşünüyorum. Kim ne niyetle ısmarlamış olursa olsun helal olsun diye düşünmekteyim. İyi ki ısmarlamışlar Turgut Özakman'da iyi ki yazmış bu şaheseri. Bu konunda bence hiç önemi yok!

2- Atatürk'ün ilahlaştırma çabalarında son mertebe olması polemiği. Aslına bakılırsa bu polemik azıcık haklı gibi görünsede şahsi kanaatim 20.yy'ın dahisi bir devlet adamı, lider, asker olarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu övgüyü hak ediyor. O ve silah
arkadaşlarının öngörülemez mantık ve taktikleri yokluk içerisinde o savaşlar kazanılmıştır.

3- Mehmet Akif Ersoy ve İstiklâl Marşımızdan hemen hemen hiç bahsedilmemesi polemiği. Benim tek katıldığım eksiklikte bu. Kitapta İstiklâl Marşımızın kabulü hiç bahsedilmemiş, Mehmet Akif Ersoy'dan ise tek pasajla bahsedilip geçilmiştir. Bunun neden olduğunu da hiç anlayamadım. Unutulmuş mu, atlanmış mı bilemem ama kitabın tek eksiği bu! İnşaallah gözden geçirilecek yeni baskılarda bu eksiklik giderilir ya da bu konuyla ilgili yeni bir destan yazılır.

4- Kitabın tarih kitabı olarak lanse edilmesine rağmen roman oluşunun gözardı edilmesi polemiği. Doğru bu kitap bir tarih kitabı değil. Yazarı roman olarak tanımlamış. Aslında romandan çok bir anılar almanağı. Yine doğru bir tespitte roman ya da benzeri edebi metinlerden tarih öğrenilemeyeceği! Ancak bana göre bunun iki istisnası var! a- Kilit-Anahtar-Kapı-Konak-Çatı-Üçler Yediler Kırklar-Bu Atlı Geçide Gider-Geçitteki Ülke-Darağacı-Gecevakti Gündönümü-Sabır-Ebemkuşağı'ndan oluşan Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun 12 ciltlik dev eseri ve Turgut Özakman'ın Şu Çılgın Türkler isimli şaheseri. Bu kitaplardan bal gibi tarihte öğreniyoruz.

KİTAPTAN BAZI PASAJLAR:


"Sabah İstanbullular, Kızılay'ın çağrısına
uyarak para yardımı yapmak üzere gazetelerde sıraya girdi. İleri gazetesinin dar
idarehanesine sığmayanların büyük kısmı, dışarıda kalmıştı.
Kaldırımın sonunda bir işgal devriyesi
göründü. Düzenli adımlarla yaklaşmaya başladı. İşgal askerlerine, her zaman
kenara çekilerek yol veren İstanbullular, bu sefer kıllarını bile
kıpırdatmadılar. Devriye kolu, kalabalığın arasından geçmeyi göze alamadı, yola
inerek geçip gitti.
İçerde, daha afyonu patlamamış olan huysuz
idare memuru, bir deftere, söylene söylene, bağış yapanın adını ve bağış
miktarını yazıyordu.
'Kahveci Ali, 100 kuruş.'
'Eskici Yusuf, 50 kuruş.'
'Hallaç Asım, 75 kuruş.'
'Bakkal Ahmet, 100 kuruş.'
'Terlikçi Adem, 200 kuruş.'
Sırada, küçük, cılız bir oğlan vardı. Bir
önceki bağışçının çocuğu sanan memur, öfkeyle, yürüyüp yol vermesi için işaret
etti. Ama çocuk yürümedi, büyük bir ciddiyetle, bütün servetini çıplak masanın
üzerine bıraktı:
'Hasan, 5 kuruş.'
Suratsız idare memurunun birdenbire gözleri
doldu. Ağladığını göstermemek için yüzünü, kocaman mendilinin arkasına
saklayarak gürültü ile burnunu sildi."

"Yetmiş beş kağnılık bir kağnı kolu
İnebolu-İkiçay'dan yola çıkmak üzere idi. Zafer Kemal 'Uğurlar olsun anam!'diye
seslendi.
Kolbaşı, 'Sağ ol oğul' dedi,
elindeki sopayla öküzünü dürttü.Kağnılar tekerleri inleyerek kımıldayıp
yürüdüler. Kağnıcıların hepsi kadındı. Yalnız üçüncü kağnıyı on iki yaşında bir
erkek çocuk yediyordu. Kadınlardan biri hamile idi. Yedinci kağnının yanında
yürüyen sırım gibi genç kadının ayakları çıplaktı. Bazı kadınlar bebeklerini
torbalayıp sırtlarına bağlamıştı.
Genç subaylardan biri içi ürpererek,
'Ne mübarek kadınlar bunlar' dedi. Öyleydiler. Yavrularına yiyecek taşıyan anaç
kuşlar gibi orduyu besliyorlardı.
Kağnı kolu gacırdaya gacırdaya
uzaklaşıp gitti."

"Ela gözlü bir genç kadın usulca Kara
Fatma' nın yanına sokuldu,alçak bir sesle,"Aradığım iti sonunda buldum abla"dedi.Kara
Fatma da fısıltıyla sordu:
'Hangisi?'
'Ateşin yanında duran.'
Ateşin yanında esmer,kıvırcık saçlı,dolgun
dudaklı bir çeteci duruyordu.Kara Fatma'nın bakışından huylanıp başın öne eğerek
suratını saklamaya çalıştı.
'Komutan diri isterim dediydi.'
'Öldürmeyeceğim.'
'Peki öyleyse.'
Ela gözlü kadın ilerlerdi, tüfeğinin
namlusuyla Rum çetecinin çenesinin altına dokundu:
'Kaldır başını!'
Erkek başını doğrulttu.
'Bana bak!'
Erkek baktı.
'Tanıdın mı beni?'
Erkek gözlerini kapadı, zor duyulur bir
sesle 'Affet' dedi.
Kadın bir adım geri çekildi. Olacağı sezen
kadınlar ve çeteciler nefeslerini tuttular. Erkeğin apış arasına ardarda iki el
ateş etti. Erkek yakıcı bir çığlık atarak parçalanan kasıklarını tuttu, sarsıla
sarsıla dizlerinin üstüne çöktü, başı önünde, ulur gibi bağırmaya başladı. Ela
gözlü kadın Kara Fatma'ya minnetle baktı:
'Sağol abla. Belki artık rahat
uyuyabilirim.'
'Tamam kızım.' "

"Bunları konuşurlarken birden odanın
kapısı ardına kadar açıldı. Kapının çerçevesi içinde Emirdağ'ın delisi Battal
belirdi.
Bağırdı:
'Selamünaleyküm!'
Kaymakam öfkelendi:
'Ulan deli, baksana çalışıyoruz. Çık
dışarı!'
'Kızma beyim, biliyorum, onun için
geldim. Duydum ki Kemal'in askeri çıplakmış. Allah şahidimdir üzerimdekinden
başka çamaşırım yok. Çoraplarımı getirdim. Şimdi yıkadım, temizdir.'
Yaklaşıp masanın üzerine bir çift
ıslak yün çorap koydu. Çarıklarını sıyırıp odanın ortasında bıraktı.:
'Aha bunlarda çarıklarım. Haydi
kolay gelsin!'
Çıplak ayak, huzur içinde yürüyüp
çıktı. Kapıyı gümleterek kapadı.
Üyelerin dilleri tutulmuştu sanki.
Kaymakam, 'Halktan kuşkulandığımız için tövbe edelim beyler..' dedi,'..Deli
Battal gibi bir garibin bile yüreği köpürdüyse, tekmil halk ayaklanacak
demektir.Hızlanalım.' "

" 'Ağlaşmayı kesin, sıhhiye geldiiii!'
Tedavi yöntemleri çok basitti. Tabanı
kabaranlara biri süvari çizmesi giydiriyor, öteki sırtına binip bağırıyordu:

'Zıpla!'
Asker zıplayıpta yere basınca, taban derisi
patlayıp anında ete kaynıyıveriyordu."