Onda bir gariplik olduğunu ilk annesi anladı. Bebeği emzirmeye çalıştığında kafasının arkaya düştüğünü fark etmişti. Eliyle kafasını tutuyor, kaldırıyor, elini çektiği anda yine düşüyordu. O büyümeye devam ettikçe rahatsızlıkları da birer birer ortaya çıkmaya başlamıştı. Elleri sımsıkı kapanıyor ve arkaya doğru bükülüyordu. Ağzını açamadığı içinde yemek yedirmek tam bir eziyete dönüşüyordu. Çok endişelenen annesi onu hastane hastane dolaştırmaya başladı. Doktorların söylediklerine inanmak istemiyordu. Hep “nazikçe çocuğunuz beyin özürlü” diyorlardı. Annenin duymak istediği sözler değildi bunlar. O çocuğunu vücudundaki özre rağmen zekâsının normal olduğuna inanıyor ancak bunu kanıtlayacak bir delil bulamıyordu. Onu muayene eden doktorlar ender rastlanan ve ümitsiz bir vaka olarak değerlendirdiler. Bu söylediklerinde de o kadar emindiler ki annenin inancı kendilerine küstahlık gibi geliyordu, ama anne onlara inanmıyor mutlaka bir umut olmalı diye düşünüyordu.
Bebek her ne kadar özürlü olsa da ailenin bir parçasıydı. Onu yedirip içirip bir eşya gibi arka odaya atamazdı. Bundan sonra kontrolü ele aldı. Diğer kardeşlerine nasıl davranıyorsa ona da aynı şekilde davranacaktı. Geleceğiyle ilgili önemli bir karardı bu. Annenin her zaman ona destek olacağı, kendisini zayıf hissettiğinde güç vereceği anlamına geliyordu.
Aradan seneler geçti. Kardeşleri köşede oyun oynarken o anlamsız gözlerle ne yaptıklarını izliyordu. Önlerinde yırtık pırtık kitaplarla oyun oynuyorlar ve tebeşirle tahtaya yazı yazıyorlardı. Kardeşlerinin yaptığı şeyi yapmak için kendisinde çok büyük istek duydu. Anîden ne yaptığını düşünmeden veya bilmeden sol ayağıyla kardeşinin elinden tebeşiri aldı. Ve vahşîce tahtayı karalamaya başladı. Bir anda evdekilerin dikkati onun üzerine yoğunlaşmıştı. Anne içeri girince ev halkının neden böyle şaşkın şaşkın baktıklarını anlamakta gecikmedi. Oğlunun yanına geldi. Artık yeni bir umut doğmuştu içine. Eline tebeşiri aldı ve “sana bununla neler yapılacağını göstereceğim Chris!” dedi. Tahtaya bir “A” harfi yazdı. “Chris aynısını sende yaz!” dedi. Birkaç defa denedi, ama olmadı. Çevresinde kendisini izleyen gergin, donmuş ve mucize bekleyen gözler vardı. Anne vazgeçmek istemedi. Elini çocuğun omuzuna koyup tekrar denemesini istedi. Sol ayağının parmak arasına sıkıştırdığı tebeşirle yine denedi, işte bu defa olmuştu. Biraz şekilsizdi, ama bu “A” harfiydi. Kafasını çevirdi. Annenin yanaklarından süzülen gözyaşları… Başarmıştı. Meramını ifade edebilecek fırsat doğmuştu kendisine. Artık yazarak iletişim kurabilecekti. İlk önce tek tek harfleri öğrendi. Ardından kelimeleri. Annesi yazmayı ilk öğrendiği kelimeyi okuyunca başını okşayarak gülümsedi. Çünkü öğrendiği ilk kelime şuydu: A-N-N-E.
Annesinin inancı onun kendi kendisine de inanmasını sağladı. Okuma-yazmayı resim yapmayı ve nihayet sol ayağıyla daktilo yazmayı öğrendi. Sonuçta kendisinin gayreti, annesinin de sonsuz güveni ve bitmeyen mücadelesi İrlanda edebiyatının büyük yazarları arasında anılmasını sağladı. İşte bu isim Christy Brown (1932–1981).
“Günlerin İçinden” isimli otobiyografik romanı, “Parlak Meslek, Yaz Üzerinde Gölge, Vahşî Zambaklar” isimli romanları ve “Toplu Şiirler” isimli şiir kitaplarıyla sevilen bir yazar oldu. “Sol Ayağım” adındaki otobiyografik romanı tüm dünyada ilgiyle okundu. Türkiye’de “MEB Tavsiyeli 100 Temel Eser” arasında da yer alan bu kitap 1989 yılında sinemaya uyarlandı. Brown’u canlandıran Daniel Day-Lewis en iyi oyuncu, annesini canlandıran Brenda Fricker ise en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar aldılar.
Hayatınızın artık çekilmez olduğunu, insan kalabalıkları arasında yalnız kaldığınızı hissediyorsanız Christy Brown’un hayatını hatırlayınız. Belki o zaman çaresizlik diye bir şey olmadığını, yapmanız gereken şeyin sadece ümid ederek yaşamak olduğunu kavrayabilirdiniz.