Popüler Kültür
Popüler Kültürün Tarihsel Süreçte Ortaya Çıkışı
Yakın zamana kadar popüler kültür tarihi çoğu tarihçiye bir hayli karmaşık gelmekteydi. Sıradan insanların gerçekten bir kültüre sahip olup olmadıkları ya da o kültürün bir tarihe sahip bulunup bulunmadığı gibi sorular, tarihçilerin çoğu için içinden çıkılmaz ve kolay yanıtlanamaz nitelikteydi. Siyasal tarihçiler, kralların ve devlet adamlarının yaşamlarını ele alırken kültür tarihçileri de seçkin konumdaki sanatçıların ve aydınların yaşamını incelediler. Oysa köylünün, hizmetçinin, balıkçının, dilencinin, hırsızın değerleriyle tutumlarıyla pek de ilgilenen olmadı. Kültür tarihi genelde küçümsenmektedir. Ancak son yıllarda, tarihçilerin bu alana katkılarını yoğunlaştırdıkları söylenebilir. Yeryüzünde yaşayan geçmiş kuşakların gerçekten hoşlandıkları popüler kültür ürünlerini en doğru şekilde keşfedebilmek açığa kavuşturabilmek günümüzde hala yanıtlarını beklemektedir. Kaynak sorununun büyüklüğü tarihçinin, ilgilendiği döneme ve bölgeye göre değişmektedir. Çalışma konusu 1950'lerin Avrupa’sı ise fazla bir sorun yok demektir. Çünkü o dönemde İsveç nüfusunun % 90'ı, İngiltere nüfusunun % 70’i Fransa nüfusunun % 70'i okur yazar durumdadır. Aynı şekilde 19.yy İngiltere’sinin popüler kültürünü incelemek, 17.yy İngiltere halkının kültürünü incelemekten daha kolaydır. Öte yandan bir ortaçağ popüler kültür tarihçisi kendi yönteminin elverişliliğine inansa bile, bunu savunmada büyük güçlüklerle karşı karşıyadır. Çünkü onun yapıtında eksik taşlar oldukça fazladır.
Erken dönem modern Avrupa'ya özgün çalışmalar; dönemin köylüsünün, esnafının, imajları, mitleri, ritüelleri, değerleri, tutumları gibi yaşam kesitleri üzerine yapılan irdelemelerden oluşmaktadır. Söz konusu dönemin insanlardan çoğu okuma yazma bilmiyordu ve sözlü bir kültürel geleneğe sahiptiler. Onlar hakkında doğrudan bilgi edinmek kolay değildi. Tarihçiler genellikle yazılı belgeler üzerinde çalıştıklarından çoğunluğu okur yazar olmayan sözlü geleneğe sahip insanların kültürü üzerinde çalışanlar için bu belgeler aracı bir işleve sahiptirler. Bu da bizim popüler kültürü yabancı gözler aracılığıyla görmemiz demektir. 16. ve 17.yy.da köylüler, özellikle köylü kadınlar arasında çok yaygın olan büyü ve günah çıkarma gibi deneyimler o dönemin popüler kültür tutumları ve değerleri için oldukça önemli bir kaynak oluşturabilir. Belgeler ne denli eksik olursa olsun, kaynaklar ne denli az güvenilir olursa olsun yine de ele geçen gerek yazılı gerek yazılı olmayan kaynakların sunduğu olanaklar zorlanarak popüler kültür incelenmiştir. Kaynaklara duyulan güvensizlik yalnızca popüler kültür tarihçilerine özgü bir sorun değildir. Genelde tüm tarihçiler bütün bu sorunlarla karşı karşıyadır. Bu nedenle popüler kültürü dolaylı ve muğlak yaklaşımlar biçiminde de olsa bu konu ile uğraşılmıştır. Yazılı kaynakların tümüyle değersiz olduğu da söylenemez kuşkusuz. Ancak onların büyük ölçüde gerçekliklerinden çarpıtıldıkları da kesindir.
Popüler kültür tarihine ilişkin birkaç muğlak yaklaşımdan söz edilebilir. Bunlardan biri, sosyal anlamdaki muğlaklıktır. Bu yöndeki muğlaklık esnafın, köylünün, yani sıradan halkın değerlerinin ve tutumlarının soylular, papazlar veya hukukçular gibi onların dışındaki kesimlerin tanıklığına başvurularak incelenmesinden kaynaklanmaktadır. İkincisi popüler sanatı kaynak olarak kullanan yaklaşımdır. Burada çeşitli tahta süslemeler, resimler, ikonlar, kaşık çatal testi gibi eşyalar, sandalyeler, masalar, elbiseler, yatak örtüleri vb. üzerinde yapılan analizlerden söz edilebilir. Popüler kültüre üçüncü yaklaşım ise kronolojik anlamdaki belirsizliğe dikkat çekmektedir. Buna geriye bakış yöntemi adı verilmektedir. Geriye bakış yönteminin tarihçiye yararlı olabilmesine olanak verecek ölçüde yeterli bir kültürel sürekliliğin varlığından söz edilebilir. Buna karşın söz konusu yöntemin kullanımında büyük bir dikkat gerektiren, yeterince bir kopukluk ve kararsızlık olduğu da ortadadır. Geriye bakış yönteminin bir başka belirsiz yaklaşımı olan karşılaştırma yöntemiyle güçlendirilmesi mümkündür. Erken dönem modern Avrupa'nın popüler kültürünü anlayabilmek kolay iş değildir. Onun ancak dolaylı yollardan, aracıların bulguları yeniden gözden geçirilerek sık sık da anoloji biçimindeki yorumlara başvurularak anlamak olanaklıdır. Ayrıca popüler kültürün tarihini yazabilmek için arkeoloji, folklor, ikonografi ve sosyal antropoloji gibi disiplinlere gerek duyulmaktadır. Bunların yanı sıra farklı yerlerin, farklı dönemlerin, farklı toplumsal grup ve sınıfların karşılaştırılmasında; köylüye, esnafa, yani sıradan halka toplumun öteki kesimlerinden gelen aracıların gözüyle bakan yazılı kaynaklara da gerek vardır. Bu nitelikteki yazılı belgeler ne denli çarpıtılmış olursa olsunlar sözlü gelenek hakkında bize çok şey vermektedirler.[44]
1. Ortaçağ Öncesi
Popüler kültür, egemen insan, bağımlı insan olgusunun ortaya çıktığı andan itibaren varolmuştur ve bağımlı insanların egemen çevrelere başkaldırmaksızın hizmet görmelerini sağlamada kullanılmıştır. Mısır, Sümer, Asur ve Roma'da sulama kanallarının yapılması ve sık sık onarılması, kentlerin etrafındaki surlar ve hisarların yapılması, ticari ve askeri amaçlar için önemli güzergah ve kavşaklardaki dinlenme ve bakım merkezlerinin korunmasına; gerekli tesislerin yapılması, bunların işler durumda tutulması, çok uzaktaki kışlaların, limanların, surların, dalgakıranların, barınakların, tekne bakım yerlerinin yapılması için, buralara yakın yörelerden büyük miktarlarda insanlar getirilmişti. Bunları kontrol altında tutabilmek için oluşturulan ara tabakaların yanı sıra toplanan kalabalıklar dolayısıyla oralarda; çerçiler, çalgıcılar gibi çeşitli hizmet erbabından oluşan bir de eğlence endüstrisi oluşmuştu. Bunlar, oralarda toplanan işgücüne günün yorgunluğunu unutturacak eğlenceyi sunuyorlardı. Kendilerine söz geçiremeyecekleri bir dünyanın en alt düzeyinde yaşayan kalabalıklara ise, kendilerine sunulan eğlenceyi tüketmek ve zengin bir düş dünyasına sahip olmak kalıyordu. Bunu aştıklarında ise dolaysız bir biçimde zor ile yönetiliyorlardı.
Popüler kültürün en alt tabakaların düş ve fantazyalardan oluşan yaşamı, ortaçağda da değişik şekillerde devam etmiştir Popüler kültürün ortaçağdaki görünümü 13.yy.dan itibaren Avrupa'da yeniden başlayan kentleşme ve gelişme süreciyle daha da belirginleşmiştir. Fakat bu dönemde popüler kültür esas itibariyle toplumun genelinde gezginci satıcıların sattığı kötü, baskılı çoğu yerlerde topluluk olarak dinlenen, uzunluğu sekizle elli sayfa arasında değişen ve üst sınıfların okuduğu romanların basitleştirilmiş biçimleri olan kitaplara dayanmakta idi. Seçkinlere seslenen edebiyata ait kitapların bazıları kentlerdeki basımcılar tarafından ele alınıp yeniden işlenmekte böylece popüler kültürün yada folk kültürünün otantikleştiğinden de önemli ölçüde yoksunlaştırılmış bir edebiyat türü oluşturulmaktaydı. Bu tür kitapların birçoğu bahçe işlerine, dini öykülere, günlük hayattaki görgü kurallarına, pratik sorunlara ilişkindi. Bir bölümü ise ortaçağ masalları ya da azizlerin hayatını anlatan şeylerdi. Ortaçağdaki popüler kültür, teknolojisi, üretim biçimi ve etkinlikleri bakımından içinde hala folk kültürü öğelerini de bulundurmaktaydı.
Halk kültürü ile yüksek kültür arasındaki ayrım kendini en fazla ortaçağda hissettirmiştir. Ortaçağda yüksek kültürü yaşayan aristokrat sınıf, emekten bütünüyle soyutlanmıştı. Çünkü halk kültürünün kaynağını, halkın hayatı yani emeğin ve biçimlendiği törenler ve ifade tarzları oluşturuyordu. 16. ve 17. yy.da geleneklerinin
batının sosyo ekonomik gelişmesinde yaşanan önemli dönüşümler, endüstrileşme ve modernleşme yüksek kültür, düşük kültür arasındaki ayrımı elbette ortadan kaldırmayacak ama, düşük kültürü besleyen folk kültürü kentleşme olgusuyla beraber kentlerde popüler kültüre dönüştürecektir. Böylece, hem yüksek kültür hem de popüler kültür modernleşmeyle birlikte farklı bir etkileşim sürecine girer.
2. Sanayi Toplumlarına Geçiş ve Popüler Kültürün Doğuşu
Teknolojinin gelişimi, endüstrileşme, sanayi toplumuna ve giderek kitlesel üretim ve tüketimin kitlesel iletişimin önemli belirleyicileri olduğu kitle toplumuna geçiş, kültürün maddi üretim araçlarını değiştirmiştir. Kültürün yitirilmesi hiçbir zaman mümkün değildir, ama maddi üretim araçlarındaki değişim toplumun o güne değin bildiği, yaşadığı hayat tarzının da değişmesi anlamına gelmektedir; üstelik modern dönem, yaygınlaşan meta fetişizmi ile hayatımızı şoklara dönüştürmekte, geleneksel yaşam biçimimizi yıkıp yok etmektedir. Geleneksel yaşam tarzlarını yıkan bir modernleşme sürecinde bu sürecin şoklarını, yumuşatmak için yeni yaşam biçimleri geliştirilir.
Modernleşmenin kabaca 16.yy başlarından 18.yy başlarına kadar uzanan ilk evresinde, insanlar modern hayatı yeni algılamaya başlamışlardır. Onlara neyin çarpmış olduğunu anlayamazlar henüz. Umutsuzca yarı kör, uygun sözcükleri bulmak için çırpınırlar, deney ve umutlarını paylaşabilecekleri modern bir kamu ya da topluluğun ne olduğu konusunda pek fikirleri yoktur. Modernleşme öncesinin folk kültürü ile içinde bulundukları durumu ifade edemezler. Folk kültürünün anlatı formu olan masalın doğrulayacağı realiteler değişmiştir. Böylece batının batılaşmanın gerçekleştiği 16. ve 17. yy.dan itibaren Avrupa ülkelerinde folk kültürünün, daha gelişkin, daha orijinal, (döngüsel, yinelenmeci hayat anlayışı ile sınırlı olmayan) yeni bir kültürün serpilip geliştiği ve ortaya popüler kültür dediğimiz, kentli yaşamdan kaynaklanan üretim koşulları folk kültüründen çok farklı bir kültürün çıktığını görürüz.
Modernleşmenin ikinci evresi 1789'ların büyük devrimci dalgası ile başlar. 19.yy.ın toplumu siyasal ve ekonomik alanda büyük dönüşümler yaşamakta, içinde bulunduğu devrimci atmosferi hissetmekte ama aynı zamanda modernleşmenin sancılarını duymaktadır. Modern olmayan dünyalarda yaşamanın ne olduğunu da hatırlamakta veya bilmektedir.19.yy.ın adeta iki ayrı dünyada biçimlenen hayatı modernleşmeye karşı bir tepkiyi ve heyecanı birlikte getirirken K. Marx “İçinde yaşadığımız atmosfer her birimizin sırtına kırk bin okkalık bir güçle bastırıyor, ama hissedebiliyor musunuz?” diye soruyordu. Modernleşme olgusu başlamıştır ve Marx'ın bu baskıyı hissettirme çabası, hayatın çeşitli alanlarında zaten ortaya çıkmaktadır. Modern insan tipinin belki de en önemli özelliği sınırsız bir tüketici olmasında yatmaktadır. Bu özellikten kaynaklanan ve insanın birey olarak düşünülmesini gerektiren modern ideolojinin, insanın toplum içindeki yerini geleneklere, statülere veya ait olunan toplumsal gruba göre belirlendiği bir toplumda varlık bulamayacağı açıktır.
Modern olmak, bir anlamda artık düne ait olmayan ve başka yöntemlerle ele alınması gereken bir dünyada yaşamak demektir. Modern, radikal bir değişmeden sonra ortaya çıkanı adlandırır. Modernite, önce insanı daha sonra insanın dünyasını etkiler. Endüstrileşme ise bugün moderniteye geçişin koşullarından biri olarak kabul edilmektedir. Aletten makineye geçişle, emek süreci doğrudan üretici insana değil, makineye bağlanmıştır. Kapitalizm, feodal toplumun üretkenliği olan esnaf üretimini demode hale getirdikçe, o üretim-tüketim sürecinin ortaya çıkardığı hayat tarzı da demode olmakta, bambaşka ihtiyaçlar kendini hissettirmektedir. 19.yy.da gündelik hayat, modernleşme sürecinin daha önceki aşamalarına göre oldukça farklı bir biçime kavuşmuş, geleneksel toplum yapısı pek çok kurumuyla değişime uğramış, adeta parçalanmıştır.Metaların kitlesel üretimi, insan ilişkilerinin de şeyleşmesini getirmektedir. Geleneksel hayat tarzı yıkılırken, imgeler nesneler de metalaşmışlar, algılarımızın nesneleri olmuşlar, fantazyalarımızın materyalize olmuş biçimlerine dönüşmüşlerdir. İnsanın, bütün ilişkileri gibi, eşya ile olan ilişkisi de değişmiştir. Benjamin bu değişimi oldukça karamsar sözlerle ifade eder. “Eşya sıcaklığını yitiriyor. Her gün kullandığımız nesneler sessizce ama kararlı bir şekilde bizi izliyor. Onların yalnızca açık değil, gizli dirençlerini de kırabilmek için günbegün ağır işçilik yapmamız gerekiyor. Bizi ölesiye donduramayacaklarsa soğukluklarını, kendi sıcaklığımızla telafi etmek, kan kaybından ölmeyeceksek sonsuz bir hünerle dikenleriyle başa çıkmak durumundayız.” Benjamin gibi bir grup düşünür değişimi açıklamaya çalışırken, sıradan insanlar oldukça yorucu geçen bir günün sonunda gündelik hayatlarının acılarını, yorgunluklarını hissetmelerini azaltacak “eğlenceler” arıyorlardı. Böylece teknolojiye dayanan eğlence biçimlerine geçilmiş, serbest zaman düzenlemeleri değişmiş ideoloji düzeyindeki düzenlemeler devletin arkaya çekilmesiyle birlikte sivil toplumun çok değişik kesimlerinde işletilmeye başlanmıştır. Popüler kültür de bunlardan biri olarak ortaya çıkmıştır.
3. Seçkinci Kültürün ve Eğlence Sanayinin Doğuşu
Rönesans’la birlikte, boş zamanın artması ve bilginin yeniden egemen olması, seçkinci bir kültür yarattı. Bu kültürün tam karşıtı olan folk kültürü, hem seçkinci kültürden, hem de kendi formlarından aldığı bazı özellikleri, kentleşmekte olan çalışanların oyalanmasına, yani eğlenmesine olanak sağlayacak biçimlere soktu. Kitle halinde üretime geçilmesiyle bu kültür kitle kültürü niteliğine bürünmeye başladı. Rönesans sonrası, 1970'lerde folk öğesi taşıyan eğlenti biçimleri gelenekselliklerini korumaya devam ederlerken, egemen sınıflar, “yüksek” sanatı tüketerek boş zamanlarını harcıyorlar, çalışan sınıflar ise eğlenerek ve avunarak uyku ile çalışma arasında kalan zamanlarını tüketiyorlardı. Eğlence sanayinin ilk tohumları bu dönemde atıldı. Kentte panayır kumpanyalarından evrimleşen ve sanatsal kökeni eski Yunan'daki tiyatrodan alan gösteriler her yanı kapladı. Daha sonra bu tür eğlenceler Brecht'in Aristotelesçi tiyatro dediği türe doğru evrimleşecekti. Özellikle tiyatronun yaygınlaşmasıyla sahne gösterileri, seçkin sanat yapan kumpanyalarla avan takımına seslenen kumpanyalar olmak üzere ikiye ayrıldı.
Rönesans ile birlikte, sanat ve popülerlik arasındaki ayrım gittikçe hızlandı. Bu süreçte, hem “yüksek” sanat ürünleri popülerleştirilip yaygınlaştırılıyordu, hem de özel popüler ürünler yaratılıyordu. Montaigne 'e göre, folk ve özgün sanat kendiliğindenlik ve hakikat karşısında dürüst kalabilme özellikleri yüzünden bir güzellik yaratırlar. Bu iki eğlence biçiminin ortasında folk sanatını aşağılayan, yüksek sanata yeteneği olmadığı için varamayan, bir yığın zavallının yarattığı yapıtlar yer alır. Montaigne 'e göre bu ürünler oyalama eğlendirme ürünleridir ve asıl bunlardan sakınılmalıdır. Eğlencenin ve popüler kültürün manipülatif etkisini, Pascal insanın içindeki şeytansı içgüdü olarak görmektedir. Montaigne insanı öz olarak “iyi” kabul etmektedir. Bu durumda en doğru olan insandaki haz alma güdülerini en iyi biçimde doğurmaktır. Haz ilkesini reddetmenin ( bireyi kaçışa ve yanılsamaya götürse bile) bir anlamı yoktur. Amaç, Montaigne'ye göre, insanlara verilebilecek kültürel eğlenti ürünlerinin olumlu niteliklerini yükseltmededir. Pascal ise, dinsel bir çerçeve ile insanın öz olarak “kötü” olduğunu kabul eder. Eğlence ve kaçış kurtulunabilir dürtülerdir. İç benliğimizi kavrayış yetisi bu iki şeytansı dürtüyü yok edebilir. İç benliğimizi kavrayış yetisini ancak eğlenceden uzaklaşabilerek sağlayabiliriz.
Dinsel hiyerarşinin, Pazar ekonomisi kurallarına göre yeniden biçimlenmesi, eğlence olgusunun sanayileşmeye doğru evrimleşmesi ve eğlence merkezlerinin kentlerde yoğunlaşması bireylerin boş zamanlarında hangi biçimde eğlenebileceklerinin başkaları tarafından ( eğlence girişimcileri) belirlenmesine yol açtı. Eğlence, artık bir kar aracı olduğu sürece izin verilebilir bir olay olmuştu. Artık tartışılan, bireyin eğlenebilmesinin dinsel kurallara uyup uymadığı değil, sanatın bir meta durumuna getirilip tüketilenin izleyiciyi aldatıp aldatmadığıydı.
1800 yılıyla birlikte eğlence sanayinin büyük atılımlara başlaması, özgün sanatın durumu ve geleceği üzerindeki kuşkuları arttırdı. Goethe'ye göre, artık sanatı tüketmek isteyenler edilgenlikleriyle, yaratıcı olmamalarıyla ayırt edilmektedir. Goethe bu oluşumu, zamanın kitle iletişim araçlarının bir suçu olarak görme eğilimindedir. Goethe ile birlikte eğlence tartışmasına üç yeni öğe girmiştir: Eğlence içindeki gizli olan manipülatif etkinin farkına varılmıştır. Sanatçı ile toplum arasındaki ilişki ticari bir iş ilişkisine dönüşmüştür ve özgün sanatın yaratıcısı ile kitlenin istedikleri arasında bir uyuşmazlık baş göstermiştir.
Popüler kültür olgusu, ister eğlencenin ahlaksallığı, ister değişik toplum katmanlarının değişik sanat ürünlerini tüketmesi önerisi, ister eğlencenin sanayileşmesiyle birlikte ticaretinin sorgulanması başlığı altında tartışılır olsun, tarihsel bir olgudur. Her dönemde, dönemin üretim biçimi olanaklar çerçevesinde dağıtım, yayım ve kullanım amaçlarının yapısının belirlediği sınırlar içinde; bir özgün sanat bir de kitlelerin beğendiği sanat olmak üzere var olagelmiştir. Özgün sanatın tanımı kolaydır fakat kitle kültürü içinde yer alan sanatın tanımı oldukça güçtür.
4. 19.yy.da Toplumsal Alandaki Değişiklikler ve Popüler Kültürün Yeni Bir Görünüm Kazanması
Popüler kültürün bugünkü konumunu kavrayabilmek için 19. yy.da toplumsal hayattaki değişikliklere bir göz atmamız gerekmektedir. 19. yy başlarına gelindiğinde sanayi devrimi ilk sonuçlarını vermişti. Feodal dönemin orta sınıfı olan tüccarlar devleti de arkalarına alıp, sanayi burjuvasını oluşturmuşlardı. Feodal dönemin küçük toprak sahibi, topraksızın, işsiz güçsüzü ile binlerce küçük, bağımsız, imalatçı ustası ücret karşısında emeğini satan işçi durumuna gelmişlerdi. Artık bu insanların üretimini yaptıkları malların üzerinde veya üretim sürecinde söz söylemeye hakları yoktu. Endüstri devrimiyle işini kaybedenler feodal dönemin sadece esnafı zanaatkarı olmadı. Sermaye ve teknoloji kısa sürede tarıma da yöneldi. Toprak birikimi yoluyla işletmeler yeniden büyük boyutlarda örgütlendiler. Buna ayak uyduramayan küçük toprak sahibi çiftçilerin bir kısmı yaşamlarını sürdürebilmek için yeni patronlarının hizmetine girdiler. Bir kısmı da kentlere yöneldi. Sonuçta orta çağın küçük kentleri yeni dönemin işsiz insanları için, birer sığınak oldu. Kentlerin nüfusu giderek büyümeye başladı, en çok büyüyenler ise sanayileşmenin ve endüstrileşmenin en yoğun olduğu kentlerdi.
Kentler, artık modern yaşamda ekonomik değerlerin en çok üretildiği yerler olmuştu. Bir kısmı da kısa sürede metropol durumuna geldi. Bugün kimilerinin ortadan kalktığını, parçalandığını ileri sürdüğü kitle toplumunun oluşması da aynı gelişmeler sonucunda oldu. Popüler kültür işte bu kesimin tüketimine sunulan kültürdür. Popüler kültürün işlevlerini ve özelliklerini anlayabilmek için, 19. yy.dan itibaren kentlileşen ve kitleselleşen kalabalıklar içinde yitip giden insanın dünyayı nasıl anlamlandırdığını bilmek gerekmektedir.
Endüstri toplumuna geçişle birlikte iletişim ve ulaşım teknolojisi de içinde yer almak üzere üretim işlemlerinde kullanılan teknoloji gitgide daha rafine ve verimli teknolojilere dönüşmekteydi. Fakat maddi kültürdeki bu gelişmelere karşın, tinsel kültürü teknolojinin bu gelişmesine uygun duruma getirmek zorlaşıyordu. Daha açık bir anlatımla, yeni teknolojik gelişmeler verimliliği arttırırken bunun gerektirdiği iş gücüne ilişkin eğitim, denetim ve iş uygulayımı disiplininin kitlelere benimsetilebilmesi gerekiyordu. Bu ise ancak, insanlara yeni teknolojiler sayesinde artan verimlilikten daha yüksek oranda bir pay sağlanarak, yeni koşullarının uyumlarıyla daha yüksek bir standartta yaşama kavuşacakları umudunun verilmesiyle olanaklıydı. Kısacası “çok çalıştırıp, az tüketimle yetinmeye yönelten” inanışın yerine, işçileri ve emekçi katmanları orta sınıfın alt kesimlerinin yaşamına özendirmek gerekiyordu. Kentlerde; vitrinler, bulvarlar, reklamlar, cafeler oluşmuştu. Yeni kent yaşamında toplumsal ilişkilerin anonimleşmiş olmasından da yararlanarak reel yaşamın dışındaki saatlerde özenilen katmanlardaki insanların kimliğinin edinilmesi alt kesimler için mümkün ve çekici olmaya başlamış, bunların oluşturacağı fantazya kolaylaşmıştı. Yavaş yavaş oluşturulan tüketim ideolojisinde metaların ömrünü kısaltmak artık moda yoluyla oluyordu. Kitlelere tüketimin zevk ve mutluluk olduğu inancının benimsetilmesinin giderek tüketim yoluyla bireyi toplumsal gerçeklerden karşısına da yarayacağı anlaşılmaya başlanmıştı. Tüketimin yaşamla ilgili olarak böylelikle çok yönlü anlam kazanması çağdaş insanı yarışmacı ve gösterişçi kültürel düzenlemelerin etkisiyle başkalarından geri kalmayacak şekilde tüketimin nimetlerinden yararlanmaya yöneltmiştir.Çağdaş insan için artık yaşamak, tüketimle eşanlamlıydı. Ne kadar çok tüketilirse, o kadar dolu ve doygun yaşanacağına inanılıyordu. Metalara yüklenen bu anlam, insanlara iş yerindeki konumunu unutturmaya yarıyordu.
5. Yabancılaşan ve Edilgenleşen Yeni İnsan
19. yüzyılın ortalarına doğru teknolojideki gelişmeler hemen hemen üretimin her aşamasına yayılmıştı. Üretimdeki bu mekanikleşme çağdaş insan için eski üretim
tekniklerindeki ilişki biçimlerinin yıkılmasına yol açmıştı. İşçi, artık eskiden olduğu gibi üretimini yaptığı bir malın her aşamasında ona egemen değil, üretimin sadece bir aşamasında yeni teknolojinin kendine yüklediği görevi yapıyordu. Bunlar birçok kereler çalışma hayatının sonuna kadar bir vida sıkmak, bir kol çevirmek gibi rutin ve tekdüze işlerdi. Yaşam artık tıpkı makinenin başında üretimini yaptığı meta üzerinde bir kol çekmekle, bir işlem yapmak gibi şoklarla algılanabilir olmuştu. İnsan gitgide insansal değerlerinden uzaklaşmaya ve gitgide kendisine yabancılaşmaya başlamıştır.
Öte yandan bir edebiyat türü olarak da sentimentalizm yaygınlaşmıştır. Sentimentalizm, değiştirilmekten umut kesilmiş bir toplum karşısındaki yenik bireyin, kendisinin değiştiremediği toplumsal yaşamdan edindiği edilgin benliğinden kaynaklanan yok etme, yıkma, onu dışa vurarak kendini acındırma, kendini olumsuzlaştırmadır. Bu yeni edebiyat, hissi roman türü ve kadın dergileri ile yeni toplumda sosyal anlamda güçsüzleşen toplumsal kesimlere bu durumun verdiği acıları hafifletmek için bir çare gibi görünmeye başlamıştır. Yani toplumsal yaşamdan etkilenen ilk sınıf olan orta sınıf kadınımı yönelik yazılarda bu dönemde kadın dergilerinde yer almıştır. Eski ekonomideki yerini yitiren kadının yeni statüsü kocasının başarısının vitrini ve kocasının yaşam nedeni haline gelmek olmuştur. Ayrıca bununla kalmayarak, değişik ve yeni bir edebiyatın ortaya çıktığı bu ilk alanın ilk sürekli müşterileri de bu kadınlar olmuşlardır.
Bu yeni edebiyat türünde tarihsel konular da sentimentalist bir yaklaşımla işlenmekteydi. Tarihi konular, tarih bilimine göre değil, içinde yaşanılan toplumsal koşulların insanına göre tarihsizleştirilmiş, tarihten kaçırılmış, uzaklaştırılmış, içindeki öyküleri gerçek olmayan edilginleştirilmiş bir ruhla yazılmış, duygusal yanı abartılmış, diğer yanları ise bütünüyle bir tarafa bırakılmış bir kurgulamayla geniş kitlelere sunuluyordu. Yeni edebiyatın aile romanları ile toplumsal yaşamda yeni bir kadın tipi yaratılmaya çalışılıyordu. Bu romanlarda; kadın kahramanlar üretici olmaktan çıkmış, üstelik bunu da üzüntü ile karşılamayan dişice giyinmeyi, dişice görünmeyi amaçlayan tipler haline gelmişlerdir. İdeal kadın, cinselliğin ve dişice giyinmenin gizini fark etmiş olan ideal eştir. Bunun karşılığında kadının, kocası sayesinde, komşusunu çatlatacak kadar zengin bir gardırobu vardır. Bir anlamda kadın, kendisinin neler yapabildiğini ve yapabileceğini göstermek yerine, bir başkasının onun için neler yaptığını, yapabileceğini gösteren edilgin bir insan türüne dönüşmüştür. Bir süre sonra, kapitalist gelişmenin artmasıyla birlikte reklamcılıkta olağanüstü bir şekilde büyümüş ve yukarıdaki anlayışı en üst düzeye çıkararak, metaların satımı için kadın bedenini alabildiğine kullanmaya başlamıştır. Ne var ki, erkek karşısında ikinci sınıf ve edilgenleştirilmiş bir insan durumuna getirilen kadın, reklamcılığın yanı sıra, iletişim araçlarınca da aynı amaçla alabildiğine sömürülmüştür. 1850'lerden itibaren de natüralizm, kadını, kadınsılığını daha kaba saba derinliksiz bir biçimde anlatmaya başlamıştır.
Yeni dönemle birlikte, bağımlı sınıf ve kesimler iş yerlerindeki çalışmalarına toplumsal bir önem ve değer kazandıramadıkları için gerçek dünyalarına destek olacak daha derin bir fantazya oluşturabilecekleri başka alanlar ararlar. Yeni kent yaşamında ev, gerçekleştirilemeyen yaşamın merkezi olmuştur. Alt kesimin üst kesimlere öykünerek döşediği evindeki eşyalara, kullanım değerinin de üzerinde bir anlam veriyorlardı. Yeni dönemin insanı kendini kapattığı bu iç dünyasında düşlerle, kendisini gerçek yaşamına katlanabilecek bir kişiliğe kavuşturacak illüzyonlarla yaşamaktadır. Böylece işine değer veremeyen bu yeni dönemin insanı işini, bu yeni dünyasındaki fantazyalarını yaşayabilmek için katlanılması gereken bir dünya olarak algılıyordu.
Bugün geçmişe göre çok daha rafine bir şekilde “eğlence endüstrisi” yada “bilinç endüstrisi” tarafından üretilen popüler kültürün “mamul” fantazyaları vardır. Ticaretleşen ve pazara çıkan kültürün “iyi gişe yapan”, “iyi satış yapan” ürünleri bunlar olmaktadır. Popüler kültür işte burada işlev görmektedir. Reel yaşamı, fantazyada da tekrarlayarak, reel yaşamın sürdürülmesini kolaylaştırmakta; reel yaşamın yerine başka türlü bir yaşam olabileceğini düşünmenin yollarını tıkamakta, bu kırgınlıkları hafifletmekte, varolanı benimsemenin acısını, utancını hafifletmektedir. Yeni dönemin insanı kileselleşmeyle beraber bir kimlik bunalımına düşmüştür. Çalışma hayatındaki önemsiz konumuna karşın evini üst sınıflara öykünerek döşediği yeni yaşamının merkezi kabul etmiştir. Alt kesimlerin üst kesimlere özenerek aldıkları eşyalara kullanım değerlerinin de üzerinde bir anlam verildiği görülmüş, yeni insan, metaları eski dönemin dinsel ikonlarının yerine geçirmiştir. Dış dünyayı bu yeni ikonları aracılığıyla anlamlandırmaya başlamıştır.
Çağdaş insanın hızlı gelişmeler karşısında içine düştüğü umutsuzluk ve sıkıntı, gelip geçici ve fazlaca değerli sayılmayan popüler kültür ve onun ikonolojisine gereksinme duymasına neden olmuştur. Yeni dönemle birlikte çağdaş insanın yeni yapısına uygun yeni ikonları da olmuştur. Çağdaş ikonlar hem görünüşte özgün, hem de kitlesel olarak üretildikleri için tıpatıp benzerlerinin her yerde bulunabildiğinden dolayı hem yenidirler, yada yeni olarak kabullenirler, hem de değişken dünyamızda biçim ve değer yönünden hızla eskirler ve ömürsüz olurlar. Bu nedenledir ki çıktıkları gün ölümsüz gibi görünen bir çok ikon, umulandan da daha kısa bir süre içinde ölmüşlerdir, yerlerine yenileri geçmiş, yada eski ikonlar yıllar sonra başka bir kuşağın yaşamında “çağdaşlaşarak” yeniden canlanmışlardır. Modern insanda, hızlı bir değişim içindeki dünyayı ancak; anlık, yüzeysel, keskinleştirilmiş ve basitleştirilmiş ikonlar aracılığıyla algılayabilir duruma gelmişlerdir.
Çağdaş ikonlarla yeni bir kimlik edinmeye çalışan, kimlik bunalımı içindeki çağdaş kitle toplumu insanı kendisini TV dizilerindeki karakterlerle, sinema yıldızlarıyla özdeşleştirmektedir. Bennett’e göre, TV dizilerindeki kahramanlar uçmakta, sıradan insanları öldüren silahlar karşısında bu insanlara bir şey olmamaktadır. Çağdaş insan, bu gösterimleri gerçek saymasa bile, yaşamını bu dizilerdeki karakterlerin onun adına yaşadıklarına inandığı düşsel yaşam deneyimleri aracılığı ile yaptığı algılamalara dayanarak anlamlandırmaktadır. Bu anlamlandırma işleminde fantazya ile gerçek iç içe girmekte, ikisi arasındaki fark eriyip azalmakta, yaşanan hayat karşısında mantığa bağlı olan "görünene inanma" ile arzulara bağlı olan "inanma" arasındaki mesafe ve farklılık ortadan kalkmaktadır.