TÜRK KÜLTÜR VE UYGARLIĞI ÜZERİNE DEĞERLENDİRME
Türk tarihi alan olarak yalnızca Türkiye denen coğrafya parçası ile sınırlı bulunmamaktadır. Bunun sonucu olarak da Türk Kültürü ile Türkiye Kültürü arasında boyut ve süreç yönlerinden küçümsenmeyecek bir ayrılık vardır.
Türk Kültürü dendiğinde, Türk kavminin tarih sahnesine çıkışından başlayarak günümüze dek süregelen ve Türklerin yerleştikleri, yaşadıkları, bugün de yaşamakta oldukları yerlerde yarattıkları, bugün de etkinliğini sürdüren kültür anlaşılmaktadır. Ana kaynağının Orta Asya olduğu bilinmektedir. Türklerin İslam öncesi dönemde geliştirdikleri bu özgün kültürün Çin ve Hindistan gibi komşu ülkelerin kültürlerinden de etkilendiğini kabul etmek gerekir. İslamiyet’in kabulünden sonra ise Müslüman Arap-İran kültürlerinin büyük etkisiyle yeni bir kültür bileşkesine ulaşıldığı da kuşkusuzdur.
Türkiye Kültürü ise, Türklerin yerleşmesinden ötürü Türkiye denilen bu topraklarda onlardan önce de varolan, onların gelişiyle büyük bir değişikliğe uğrayarak devam eden ve günümüze ulaşan kültür anlamına gelmektedir. TÜRK varlığı ve TÜRK kültürünün kaynakları nerelere uzanmaktadır?[1]
Türk tarihinde belli başlı dört kültür değişim evresi mevcuttur. Bunlar;
1. Türk'lerin İslam dinine geçmeleri kültür değişmesinde bir evredir.
2. Türk'lerin Anadolu'ya yerleşmeleri, bu topraklarda daha önce yaş**ış ya da o sıralarda bu uygarlıklarla kültür alışverişi ikinci evredir
3. Osmanlı İmparatorluğunun yayılışı, çeşitli dinlerde ve etnik ayrımlarda değişik halkları yönetmesi de, gene karşılıklı kültür alışverişi çerçevesi içinde diğer bir evredir.
4. Batılılaşma isteği ve bu yoldaki denemeleri ise geçirdiğimiz değişim evrelerinin son halkasıdır.
İlk üç evre sonuçta Osmanlı kültürünün kişiliği de bir İslam-Türk bireşimine ulaşmıştır. Anadolu ise bu bireşimin yurdudur.
Cevdet Paşaya göre; "Toplumlar ya da kültürler, canlılar gibi doğar, gelişir ve göçerler. Devlet örgütü, bu canlı varlığın hekimi ya da ilacı gibidir; kaderini değiştirmese bile ömrünü uzatmaya çalışır." Oysa doğup göçenler, toplum ya da kültürler değil, devlet kurumları/yönetim örgütleridir.
Her uygarlık, zirveye veya sona ulaştığında, kaygılanır, öz kaynaklarını araştırmaya başlar. Bu çaba Osmanlı'nın Tanzimat döneminde de görülmüştür. Türk Tarihi, yani ilk kimlik araştırmaları da böyle başlamıştır. Kendi köklerini arayan Osmanlı yüzyıllardır Osmanlı kimliğinde- veya gölgesinde- yaşayan göçebe Türk'ün varlığını da böyle keşfetmiştir. Temel soruya dönersek; "Kim kimin kimliğinde idi?" Osmanlı mı Türk'tü, yoksa Türkler mi Osmanlı? Dünyanın Osmanlı'yı "TÜRK" olarak gördüğü ama Osmanlı'yı "Devlet-i Aliyye" (Yüce Devlet veya Devletlerin yücesi) olarak adlandıran Osmanlı Ulemasının, Türk ve Türkmenleri küçümsemedikleri, hizmet ettikleri Devlet-i Aliyye ile onun kullarını yani kendilerini "TÜRK" saymadıkları aşikar bir şekilde anlaşılmaktadır.
J. Arnold Toynbee'nin vurguladığı gibi; "Osmanlı, tarihi gelişme ve değişmeyi durdurmaya, üzerinde yaşadığı toprakları, yönettiği toplumları değiştirmeye çalışmıştı."
Gerçek bir Hadis-i Şerif olup olmadığı bilinmeyen, “Adetlerinizi terk etmeyiniz. Yeni adetler edinmeyiniz.” sözü, Peygamberimize ait olmayabilir, ama; Osmanlı'nın dünya görüşü ve hayat felsefesine son derece uygun düşmektedir.
Birinci Dünya Savaşı sonunda (1920) imzalanan Sevr Antlaşması ile İmparatorluğa son verilerek, Küçük Asya'nın etnik bölge halkları, bağımsız olarak yeniden yaratılmak isteniyor, Türk'lere Orta Anadolu ile Kuzeyinde geleceğe hiç de güven vermeyen bir sığınma bölgesi bırakılıyordu. M. Kemal Paşanın öncülük ettiği AMASYA GENELGESİ (22 Haziran 1919) birçok tarihçi tarafından Milli Mücadele ve Türk Devriminin başlangıcı olarak görülür.
Uzun uğraşıdan sonra Cumhuriyet kurulmuştur ama Osmanlı'dan miras kalan yapısal-kurumsal çelişkiler Cumhuriyet döneminde sürmekte, su yüzüne çıkmaktadır. Buradaki temel güçlük, yeni Türk insanını yaratmak kararını veren devrimci önderin, yeni TÜRK insanını yetiştirmek üzere çağdaş bir kültür yaratmaya girişmesi; bu ülküsünü, çağdaş Batı örneklerinden esinlenerek, din veya kan birliği üzerine değil de, dil-kültür birliği ile tarih bilinci üzerinde gerçekleştirmek istemesinden kaynaklanıyordu. "Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültür olacaktır." ama "geleneksel İslam kültürü değil, çağdaş-laik Türk Kültürü olacaktır." şeklindeki söylevi ile ATATÜRK bu konuya açıklık getirmiştir.
Enformasyon (Bilgi) çağının hüküm sürdüğü dünyamızda, tek sesli bir kültür birliğinin, en ilkel toplumlarda bile sağlanamadığı yadsınamazken, TÜRKİYE gibi bir kültürler mozaiğinde bu birliğin sağlanabileceği düşünülmemelidir. Birlik mi? çokluk mu? sorularının tarihi yanıtı, yüzyıllar önceden verilmiştir. Bu da, "çokluk içinde birlik, birlik içinde çokluk" tur.
CHARLES TAYLOR ve çağdaş bir ekibin son günlerde ortaya koyup, irdelediği multıculturalısm (çok kültürcülük); Bir toplumda farklı kültürlerin bir arada yaşamasını onaylayan bir tanınma politikasını yansıtmaktadır.
Bu görüşe göre; demokratik görüş açısından bakıldığında bir insanın etnik kimliği, o kişinin birincil kimliği değildir. Çok kültürlü demokratik toplumlarda çeşitliliğe saygı duyulması önemli ise de etnik kimlik, eşit değerde olmanın ve dolayısıyla eşit haklara sahip bulunma düşüncesinin dayandığı temel değildir.
Liberal demokratik görüş açısından bakıldığında, bir insanın eşit tanınmayı talep etme hakkı vardır. Bunu talep ederken öncelikle ve birincil olarak insan kimliğine ve insan olmasının verdiği güce dayanacaktır. Etnik kimliği kesinlikle birincil dayanak değildir.
Kimliğimizin/Kültürümüzün kökenleri sorununa yaklaşımda bugüne değin süregelmekte olan yöntem: "önce kültürümüzün kökenlerini araştırmaya yönelmeli, sonra ulusal bileşime gidilmeli" biçiminde ortaya konulmuştur. Yöntem doğrudur ancak büyük bir yanılgıya da düşülmektedir. Kültür kaynakları saptandıktan sonra, bu kaynaklardan yararlanarak bir bileşime gidilecek yerde, kökendeki kültür, bir bileşim sayılmaktadır. Oysa geçmiş bir kültürden bir bileşime gitmek başka, geçmiş bir kültürü bir bileşim sayarak çağımızda da geçerli kılmak başkadır. 1932'de toplanan Türk Tarih Kongresi bu yanılgının ilk örneğini vermiştir. (Kültürümüzün kökenlerini Orta Asya Türk Halkı’nın geliştirdikleri kültürlere bağlamaktaydı).
Ulusal bir Kimlik/Kültür bileşimine varmak için tutulacak yol; dünden bugüne gelmek değil, tam tersine bugünden düne gitmektir. Dünden bugüne gelmek; ister istemez, geçmiş bir kültürü bugünde geçerli kılmak eğilimini de birlikte getirir.
Atatürk’ün düşünce ve yorumlarındaki kültür=uygarlık özdeşliği, Antropolojinin kurucusu Tylor’ın (1871), kültür ya da uygarlık tanımını hatırlatır. Atatürk kültür kavramındaki bütüncülüğü ile son derece çağdaş bir çizgiyi, adeta bugün sözü edilen fakat kendisi görülmeyen küreselleşmeyi haber veriyordu. Ancak, aynı Atatürk, Türk ulusuna bıraktığı “çağdaş uygarlık düzeyine” (muasır medeniyet seviyesi) ulaşma ülküsüyle, yaygın bir kültür- uygarlık ayrımını dile getirmiş oluyordu. Şöyle ki, Türk ulusunun harsıyla medeniyeti belki aynı varlık kavramlarıdır ama Türk ulusunun medeniyeti, Batı ülkelerinin medeniyetinden çok geride kalmıştır, varlığı koruyup yaşatabilmek için o düzeyde çıkmak o çizgiyi yakalamak zorunludur. Bu görüşte, medeniyet tek ve evrensel, kültür ise milli ve yereldir. Ulusun geleceği, güvencesi ve mutluluğu için yerellikten kurtulup evrensele katılmak, yani geçmişi değil bu günü yaşamak, geçmişe değil geleceğe yönelmek gerekir. Bugünün kültür adamları, Afrika kültürlerinden derledikleri şu görüşü benimserler: “Kültür, geçmişten geleceğe bir sürekliliktir.”
Devrimci Atatürk, insanı yaratan kültürü değiştirip yenileyebilmek için, geçmişle olan bağlarımızı bir yandan koparmaya çalışırken, evrensel uygarlığı besleyen tarihi pınarları onarıp açmaya çalışıyordu. Bugünü anlamak geleceğe yönelebilmek için geçmişi bilmek gerekli ve zorunluydu. Ama hangi kültür? Kültür sorunu burada düğümleniyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültür olacaktı ama Osmanlı’dan miras bulduğumuz yozlaşmış ve medeni dünyanın yarı- sömürgesi durumuna düşmüş, geleneksel kültür değil, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yaratacağı ve sahip çıkacağı çağdaş kültür yani çağdaş uygarlık. İşte tam bu anlamda, Atatürk bir adım daha ileri atarak, kültürlerin çeşitliliğini ve farklılığını yadsımadan, bütün medeniyetlerin tekliğini savunmuştur. Bütün toplumlar ve kültürler, o tek uygarlıktan bir şeyler alırlar ve ona katkıda bulunurlar. Başka bir deyişle, kültürsüz (eğitimsiz) bir toplum olmadığı gibi, uygarlık da hiçbir toplum veya kültürün tekelinde değildir.[2]
Batılıların şüpheci ve isteksiz yaklaşımına karşın, Türk halkı da Batı'ya karşı önyargılarla doluydu. Özellikle Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarından sonra kendisini Hıristiyan Avrupa'nın bir parçası olarak hissetmiyordu. Aksine, Avrupa'nın kendisini bölmek ve tarihten silmek misyonuyla hareket ettiği düşüncesine inanıyordu. Üstelik bu şüphecilik Batılılaşmayı tek çıkar yol olarak gören elitçe bile mevcuttu. Bu şüpheciliği anlamak kolaydır: Birinci Dünya Savaşı biterken İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un sözlerinden de anlaşılacağı üzere müttefiklerin amacı Türkleri cezalandırmanın ötesinde tamamıyla Avrupa'dan, ardından da tüm tarihten silmekti. Curzon'a göre Türkler dünya üzerindeki en büyük kötülük ve zulüm kaynağıydı ve bu çıbanı kökünden kurutmak için Avrupa yüzyıllar sonra böylesine büyük bir şans yakalamıştı ve bunu kullanmalıydı. Sonuçta Türkiye parçalanmış, bölüşülmüş, hiç bir yenik devletin karşılaşmadığı muamelelerle yüz yüze kalmıştı. Doğal olarak bu durum iki taraf arasındaki güvensizlik ortamını arttırdı ve Türk halkını Avrupa'nın bir gün Sevr'i yeniden canlandıracağı, Türkleri tarihten silmek isteyeceği fikri ile saplantılı hale getirdi.
Özetleyecek olursak, Kemalist Batılaşma programı her şeyiyle Avrupalı olmayı hedefliyordu. Ancak bu hedef bir ölçüye kadar 'Avrupa'ya ve 'Türk halkının Avrupa karşıtı duygularına rağmen gerçekleştirilecekti. Her ne kadar Türkiye Avrupa'da fiziki ve siyasi olarak yer alsa da, ne Avrupalı Türkleri arasında görmek istiyordu, ne de sıradan Türkler kendilerini Avrupa'nın doğal bir üyesi sayıyordu. Türkiye, Avrupa'nın yüzyıllar boyunca gerçekleştirdiklerini bir kaç on yıla sığdırma çabasındaydı, nihai hedef ise, yeni bir uygarlık basamağına geçişti.
[3]Türkiye-Avrupa ilişkileri, Soğuk Savaşa kadar iletişimsizlik ve yanlış bilgilenmeler sonucu oluşmuş bulunan 'Türk imajı'nın büyük ölçüde etkisi altında kalmıştır. Diğer bir deyişle iki taraf arasındaki ilişkilerde kültür/ uygarlık/din farkı önemli bir engelleyici faktör olmuştur. Türkiye'nin geçirmiş olduğu büyük değişime karşın Avrupa'nın Türklere yaklaşımında 20. Yüzyılda da çok ciddi bir değişiklik olduğunu söylemek zordur. Ancak Soğuk Savaş şartları daha önceki gelişmeleri bir süreliğine de olsa durdurdu, ya da dondurdu. Türkiye Soğuk Savaşın 'buzları' çözülürken eski hastalıklar Bosna'da, Kosova'da Çeçenistan'da yeniden baş gösterirken umulur ki Avrupa yeniden Ortaçağın karanlık algılamalarına geri dönmez ve kendi kimliğini bir başka insan grubuna karşı düşmanlığa dayandırmaz. Ve umulur ki Türkiye aradan geçen bunca zaman boyunca hedeflediği uygarlık düzeyine ulaşmak için gerekli yolu kat etmiştir ve Avrupalı olmak için diğer Avrupalıların kabulüne ihtiyaç duymaz.
[4]Türkiye kültürel bakımdan, dünyada benzeri pek kolay bulunamayacak bazı özelliklere sahiptir. Bu benzersiz özellikler, Türkiye'nin geçirdiği hızlı güdümlü değişme süreçlerinin sonunda ortaya çıkmıştır.
Türkiye'nin bugünkü kültürel birikimi iki farklı kaynaktan gelir:
Birinci olarak, Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir mirasçısı, hem de onu yönetmiş olan bir mirasçısıdır. Bu özelliğiyle, İslam Dünyası'nın da bir üyesidir. Kültürel dokusunun temelinde yüzyıllardan beri süzülüp gelen gelenek ve görenek biçimindeki İslami değerler vardır.
İkinci olarak, Türkiye, Atatürk Devrimleriile bir çağdaşlaşma atılımı yaş**ış ve bu süreç içinde, batılı değerler başta olmak üzere, çağdaş dünyanın kültürel değerlerini, Osmanlı Mirası üzerine aşılamış bir ülkedir.
Türkiye'nin bu iki özelliği bir arada ona, bugünkü dünyada başka bir eşi olmayan "Laik ve Demokratik, Sosyal Hukuk Devleti" modelini Anayasasında kabul etmiş bir İslam toplumuözelliği kazandırmıştır.
Dolayısıyla, Türkiye, bir yandan tarihten gelen özellikleriyle bir İslam toplumunun kültürel niteliklerini, öte yandan Atatürk Devrimleri ile, bunların üzerine aşılanmış çağdaş kültürel öğeleri taşıyan bir toplumdur.
[5]Bugünkü çağdaş uygarlık düzeyini oluşturan ülkeler, tarım toplumlarının kendi içlerindeki evrimleşme ile endüstri toplumuna geçmiş ve bu evrimi bugüne dek sürdürerek, bugün "bilgi toplumu", "bilişim toplumu", "uzay toplumu" gibi sıfatlarla anılan yeni bir aşamaya ulaşmışlardır.
Bu evrimleşme süreci sırasına düşünce alanındaki aydınlanma devrimi ile ekonomik alandaki endüstrileşme devrimi birbirine koşut ve birbirini destekleyen bir etkileşim içine ortaya çıkmışlardır.
İnsanoğlunun çevreyi algılayış metodu, dinsel dogmatizmden, bilimsel pozitivizme dönüşürken, aynı zamanda, tarım teknolojisinden endüstri teknolojisine, kırsal kültürden, kentsel kültüre, toplumsal ağırlıklı kimlikten, bireysel vurgulu kimliğe, geleneğin egemenliğinden hukukun üstünlüğüne ve nihayet otoriter ve totaliter siyasal rejimlerden demokrasilere geçilmiştir.
Bir paragrafta çok kısaca özetlenen bu bütünsel değişme, aslında insanlık tarihinin en uzun ve en kanlı dönüşüm sürecini simgeler. Haçlı seferleri ile başlayan ve Sovyetler Birliği'nin dağılması ile doruk noktasına erişen, endüstrileşme-demokratikleşme sürecinin kanlı ve uzun bir insanlık öyküsüdür bu.
İşte bu uzun ve kanlı oluşum içinde Osmanlı İmparatorluğu, iç ve dış öğelerin etkileriyle endüstrileşme sürecini ve onunla koşut olarak gelişen aydınlanma, kentleşme, bireyselleşme, hukuksallaşma ve demokratikleşme süreçlerini kaçırmıştır.
Bu geri kalma, ya da kaçırma olgusu sonunda, İmparatorluk, bu süreçlerde ilerleyen ve güçlenen ülkelerin denetimine girmiş ve böylece her türlü gelişme olanağını tümüyle yitirmiştir.
İşte tam bu noktada Türkiye Cumhuriyeti'ni bugün bir üyesi olmak için çabaladığı çağdaş ülkeler ailesinin öteki üyelerinden ayıran noktaya geliyoruz: Türkiye Cumhuriyeti, doğal ve normal bir endüstrileşme süreci ile, bir din-tarım imparatorluğunun kendi iç evrimleşmesi ile değil, bu süreci kaçıran bir toplumun, kendisini denetleyen ileri ülkelere karşı verdiği bir Bağımsızlık Savaşı ile kurulmuştur. Dolayısıyla, toplumun ve devletin temel nitelikleri, tarihsel süreç içinde doğal yoldan çağdaşlaşamadıkları için, Bağımsızlık Savaşı'nın kazanılması sonunda, "yukardan aşağı" düzenlenen ya da daha doğru bir deyişle "empoze edilen" bir biçimde çağdaşlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu anlamda, önümüzdeki kaçınılmaz hedef, "çağdaş uygarlığın yakalanması"dır.
Türkiye Cumhuriyeti, yirminci yüzyılın en büyük kültürel devrimini gerçekleştirmiş, siyasal ve toplumsal anlamda mucizevi bir başarının altına imza atmış bir toplumdur.
SONUÇ
Küreselleşmenin sonucu olarak dünyamızın bu denli küçülüp ülke sınırlarının neredeyse ortadan kalkabileceği dikkate alındığında, önemli olanın, hiç bir kültürün diğer bir kültürü ezmemesidir. Uygarlıklar arasında hiyerarşi olabilirken, kültürler arasında hiç bir şekilde bir hiyerarşinin olamayacağı gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bunun yanı sıra, hiç bir kültürün de diğer bir kültürden yüksek ve üstün olduğu gibi bir yaklaşım, toplumu şovenist ve ırkçı kılabileceği gibi tehlikeler içermektedir.
Kültürün, insanın her yere birlikte götürmek zorunda olduğu, kendisinin görünmeyen gölgesi olduğu gerçeğinden hareketle, bugünün insanı ve bugünün toplumu çok kültürlü olmak zorundadır. Günümüzün erdem anlayışı ise, çok kültürlü topluma tahammül edebilme ve hoşgörü göstermeye dayanmaktadır. Bunun tersi bir algılama ve anlayış , diğer bir söylem ile, bir kültürün diğer kültürü ezmek, bunu yok etmek istemesi sadece kanlı savaşlara ve onulmaz yaralara zemin hazırlar.
Türkiye’nin dramı, batı uygarlığı dışında kalmış bütün geri ülkeler gibi, “Ölmesini, bir anlamda ruhunu teslim etmeyi bilmeyen kavramlar ile, yaşama geçmeyi- bir anlamda-kendine özgü bir ruh edinmeyi bilmeyen olgular arasındaki amansız çatışmaydı.” Ölmesini bilmeyenler, Türkiye’yi Batı dünyasından en az bir iki yüzyıl geride bıraktıran kör inançlar, yobazlıklar ve olumlu bilgi düşmanlığıdır. Yaşamasını bilmeyenlerse, II.Mahmut’tan bu yana başlayan, ama en iyi niyetli aydınlarımızın bile yaşatamadıkları, yaşatmakta direnemedikleri Batı uygarlığını oluşturan bilim kafasıydı.
Kültürsüz insan, çevresinde, okulda öğrendiklerine, bellediklerine yeni bir şey katmayan, katmak gereğini duymayan kimselere denilebilir. Kültürlü insana gelince, her şeyi bilen değil, her şeyi anlama yetisine ulaşmaya çalışan insandır. Her şeyi anlama yetisi ise bilgiyi koruması gereken, değişmez bir mülkiyet değil, yenilenmesi, durmadan tazelenmesi, gerçekleştirilmesi gereken bir yaklaşım olarak benimsemekle edinilir. Batı kafası, kültüre tamamlanmamış bir eser gözüyle baktığı, düşünceyi somut deneylerle verimli kılmaya çalıştığı içindir ki durağan olmayan yeni değerler üretebilmektedir.
Bizler, babalarımızdan devraldığımız bilgileri dokunulmaz şeyler sayıp onları oldukları gibi çocuklarımıza aktarmaya çalıştıkça, ileri toplumlardan gelen kültür özelliklerini, toplum ya da ahlâk değerlerini benimseme çabasını hor gördükçe, düşünce kalıplarını kırmaya çalışanları vatan haini diye suçladıkça donup kalmaktan, kısırlaşmaktan kurtaramayız kendimizi.
İnsanlar ölümlüdür, ancak taşıdıkları ışık ölümsüzdür. Tarih boyunca her uygarlık, devraldığı ışığa, yeni meşaleler eklemiştir. Sümer’den Eski Mısır’a, Mısır’dan Antik Yunan’a, Antik Yunan’dan Roma’ya ve İslam Medeniyeti’ne, onlardan da Haçlılar ve Endülüs Emevileri aracılığıyla Batı’ya... İşte bugün de dünyamızı, Doğu’ dan yükselen bu ışık aydınlatıyor.
Öyleyse bu Batı Uygarlığı nasıl oluşmuştur, yaşamayı nasıl sürdürür, neden ve nasıl kendini yenileyebilir? Bu soruların bir tek yanıtı vardır: Bilgi ve eğitim.