Gönderen Konu: şeyh Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi (k.s)  (Okunma sayısı 1142 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı aksaa

  • VIP Üye
  • *
  • İleti: 2745
  • Rep Gücü : 231
  • Cinsiyet: Bay
  • ...:::AKSAA:::...
    • Profili Görüntüle
    • http://www.aksaa.org
şeyh Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi (k.s)
« : Nisan 19, 2008, 04:36:02 ÖS »

ŞEYH MAHMUD USTAOSMANOĞLU HOCAEFENDİ (K.S)

İSMAİLAĞA CEMAATİ

Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin üstadı olan Ali Haydar Efendi'nin ömrünün son on yılında en fazla düşündüğü mesele, İsmet Efendi Tekkesi'nin geleceği olduğu sevenleri tarafından dillendiriliyor. Yine Ali Haydar Efendi, derin düşüncelere daldığı bir gün rüyasında şeyhi Ali Rıza Bezzaz Efendi'yi görmüştü. Rivayetlere göre, Ali Rıza Bezzaz Efendi, kendisine o ana kadar hiç görmediği ve tanımadığı bir genci göstererek "Bu bizimdir! Bunu teslim al!" dedi. O genç, Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'den başkası değildi. Ali Haydar Efendi bunun üzerine hasta olmasına rağmen Bandırma'ya gitti ve Ali Rıza Bezzaz Efendi'nin kabrini ziyaret etti. Cuma namazını Haydar Çavuş Camii'nde kıldı. Bu cami, İsmet Efendi Tekkesi'nin geleceğinin de şekillendiği mekan oldu. Çünkü aynı dönemde Bandırma'da askerlik yapan Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi de cuma namazı için camideydi. Çıkarken Ali Haydar Efendi'yi gören Mahmud Hocaefendi, buluşmalarını şöyle anlatıyor: "Cuma namazını kıldım, camiden çıkarken sağ tarafta Ali Haydar Efendi'yi gördüm. Bana padişah gibi heybetli göründü. İmama kim olduğunu sordum, Ali Haydar Efendi dedi. Onunla görüşmek istediğimi söyleyince İmam "Yarın Eskici Abdullah Efendi'nin evinde olacak oraya gel" dedi. Sabah Abdullah Efendi'nin evine gittim, kendileri oradaydı. İlk görüşmemiz o zaman gerçekleşti."



AYRILMAK İSTEMEDİM'



Bu görüşmeden birkaç ay sonra bölükte dağıtım yapıldı ve Ustaosmanoğlu, İstanbul Selimiye Kışlası'na sevk edildi. Çeşitli birliklerde görev yaptıktan sonra 1954 yılında Davutpaşa kışlasında askerlik vazifesine devam ederken, İstanbul'da kaldığı süre zarfında çarşı izinlerini İsmet Efendi Tekkesi'nde Ali Haydar Efendi'nin yanında geçirdi. Askerlikten sonra Of'a dönen Mahmud Hocaefendi, üst üste yazdığı mektuplarında kendisine "Dost bahşişi Yusufum!" diye hitap eden Ali Haydar Efendi tarafından İstanbul'a davet edildi. Yeniden İstanbul'a gelen Hocaefendi, 1954'te Ali Haydar Efendi'nin isteği üzerine İsmet Efendi Tekkesi ile aynı sokaktaki İsmailağa Camii'nde imam-hatip olarak vazifeye başladı. Ali Haydar Efendi 1960 yılında ahirete irtihal edince ilim ve irşad bayrağını Mahmud Hocaefendi taşımaya başladı.

BATIN VE ZAHİRİ BİLİYOR

Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin hayatını bilmek, İsmailağa'nın bugününü anlamak için de bir anahtar anlamında. 1929'da Of'ta dünyaya gelen Hocaefendi, Zehra Hanım'la evlendi ve Ahmed Abdullah, Fatıma isimli üç çocuk sahibi oldu. Babası Ali Efendi'nin nezaretinde, annesi Fatıma Hanım'ın hocalığında küçük yaşlarda hafız oldu. Tahsil hayatında Mehmed Rüştü Aşıkkutlu, Çalekli Dursun Efendi ve Ali Haydar Efendi üstadları çok etkili oldu. Of ve Kayseri'de ilim adamlarından Arapça ve Farsça öğrenen Mahmud Efendi, Of'a döndükten sonra Osmanlı medreselerinde takip edilen sarf, nahv, usul-u fıkıh, usul-u hadis, tefsir, kelam, mantık, siyer gibi kitapları okudu. Aşıkkutlu'nun yanında Kur'anı Kerim kıraatı, Ali Haydar Efendi'den de tasavvuf dersleri aldı.



Vaaz ve derslerinde ne anlatıyor?

Mahmud Hocaefendi gerek İstanbul Sultan Selim Camii'nde gerekse de Anadolu'daki muhtelif meclislerde yaptığı sohbetleri ise şöyle gerçekleştiriyor: Sohbet meclisinde hazır bulunan bir Hocaefendi Kur'an-ı Kerim'den bir aşır okuyor. Mahmud Efendi de okunan ayetleri tefsir ediyor ve ardından İmam Rabbani'nin "Mektubat"ından her hangi bir mektubu okutarak onu tercüme ediyor ve açıklamasını yapıyor. Risale-i Kudsiyye'den okunan bir dörtlüğün açıklamasını yaparak sohbeti noktalıyor. Vaazlarının kayda alınmasına sıcak bakmayan Mahmud Hocaefendi, uzun yıllar vaazlarında mikrofon kullanmadı. Önde olmaktan rahatsızlık duyduğunu ise bir çok kez tavır ve sözleriyle belli etti. Mürşidin insanların içinde kaybolan kişi olması gerektiğini ifade eden Hocaefendi, her zaman söyleneni daha öne çıkarırken söyleyenin ise geride kalmasını tercih etti.


Çocuklara bile saygılı

Hocaefendi, irşat faaliyetlerine ilk olarak Of'un Yaranoz-Kavakpınar köyünde başladı. Dursun Efendi'de okurken söz konusu köyde imamlık yaptı. İmamlığı esnasında çok sayıda talebe yetiştirdi. Yaşı 15-16'larda olmasına rağmen yaşantısıyla köylü üzerinde derin tesirler bıraktı. Kavakpınar sakinleri köylerinde imamlık yapan Mahmud Efendi ile alakalı şunları söylüyor: "O, köyümüze geldiğinde henüz çok gençti. Fakat hareketleriyle olgun bir insandan daha kamil görünürdü. Yürüdüğü sokakta oyun oynayan çocuklar kendisini gördüklerinde oyunlarını bozmasınlar diye yolunu değiştirmesi, imamlıktan dolayı ücret almaması gibi hareketleri ile kısa zamanda gönüllerde taht kurdu."



SUFİLİK FITRATINDA VAR

Mahmud Hocaefendi, çocuk sayılacak yaşlardan itibaren kamil bir rehber arayışına girmişti. O yıllarda içinde bulunduğu ruh halini anlattığı çeşitli eserlerde şöyle diyor: "Çocukken geceleri başımı yastığa koyduğumda kendi kendime şöyle seslenirdim: Dünyanın bir ucunda kamil-mükemmel bir mürşid olsa yalın ayak, aç ve susuz olsam hemen yola koyulur o mürşidi bulurum." Mahmud Hocaefendi, bu arayışların neticesinde ilk olarak Of'ta Mapsinolu Ahmed Efendi olarak bilinen yörenin meşhur Nakşibendi büyüğüne bağlandı. Askerde Ali Haydar Efendi ile tanışınca ona intisap etti. Mahmud Hocaefendi, askerden sonra üstadının irfan meclislerine daha fazla katılma imkanı buldu. İlerleyen yıllarda ise yanı başından hiç ayrılmadı. Bu birliktelikle alakalı Ali Haydar Efendi'nin küçük oğlu şunları söylüyor: "Babam, Mahmud Hocaefendi ile kuşluk vaktinden sonra baş başa kalır, uzun uzun sohbetler yapardı. Babam derdi ki: 'Oğlum! Görüyorsun ki bende olan her şeyi ona aktarıyorum. Fakat onu müşahede altında tutabilmem için bunu tedricen yapıyorum. Zira manevi aleme ait malumatın birden kazanılmasına hiçbir akıl tahammül edemez." Ali Haydar Efendi, tasavvuf literatürüne ait zengin birikimini Mahmud Hocaefendi'ye aktardı. Ona Mesnevi, Mektubat-ı Rabbani, Reşahat, Risale-i Kudsiyye gibi sufi eserlerin tasavvuf disiplini içerisinde ne anlam ifade ettiklerini de öğretti.
Literatür içerisinde Mektubat'ın yerini belirlerken şöyle derdi: "Evladım Mahmud! Mektubat o kadar büyük bir kitaptır ki, Reşahat ona ancak elif-ba olabilir."



Sufi geleneği devam ettirdi

Ali Haydar Efendi vefatından kısa bir süre önce Ustaosmanoğlu'nu huzuruna alıp emaneti kendisine bıraktığını ifade ederken, bağlılarına hitaben yaptığı "Mahmud'un elinden tutan benim elimden tutmuş olur" şeklindeki konuşma da İsmet Efendi Tekkesi'nin sürdürdüğü ilim ve irşad geleneğinin yeni temsilcisinin Mahmud Hocaefendi olacağını haber veriyordu. İlk buluşmalarında başlayan muhabbetin hep artarak devam ettiğini anlatan Mahmud Hocaefendi, Ali Haydar Efendi ile görüşünceye kadar "soru sorarlar" endişesiyle tasavvuf büyükleriyle görüşmekten imtina ettiğini, fakat Ali Haydar Efendi'nin kendisini etkilemesi nedeniyle huzurundan hiç ayrılmak istemediğini kaydediyor. Hocaefendi, devraldığı sufi geleneğe sıkı sıkıya bağlı kaldı. Bahauddin Nakşibend ve diğer Nakşi büyüklerinin silsile halinde süre gelen tavsiyelerini olduğu gibi yerine getirdi.



İsmailağa'da 24 saat huzur

İsmailağa'yı hedef alan saldırılar, cemati üzse de, “Allah için birbirini seven” insanların Çarşamba'da meydana getirdiği huzuru hâlâ sokakta ve camide görmek mümkün. Çarşamba'da seher vaktinde dua ile başlayan hayat, sabah namazıyla güne açılıyor. Güneşin doğuşu seccadenin üzerinde seyrediliyor. Bu sürede belli dualardan oluşan tesbihat yapıldıktan sonra "işrak namazı" kılınıyor. Namazın ardından dağılan cemaat "kuşluk vakti" camiyi yeniden hareketlendiri-yor. Sarıklar sarılıyor ve "kuşluk namazı" kılınıyor ancak cemaat, nafile namazlarını daha çok ev ya da işyerlerinde kılmayı tercih ediyor. Öğle ve ikindi namazlarını cemaatle eda etmek isteyen çevre sakinleri yine camiyi dolduruyor. Farz na-mazların edasından sonra işlerine dağılan cemaat, akşam namazı için tekrar saf tutuluyor. Akşam namazının sünnetinden sonra kılınması güzel kabul edilen 6 rekatlık "evvabin namazını" kılanların sayısının diğer camilere göre oldukça fazla olması gözlerden kaçmıyor. Akşamdan sonra cemaatin bir kısmının camide kalıp, bir köşeye çekildiğine şahit olunuyor. Bu; insanların kendileriyle baş başa kaldığı, günün muhasebesini yaptıkları özel anlardan biri.



RAMAZAN AYI HİÇ BİTMİYOR

Nafile oruç tutulması tavsiye edilen Perşembe ve Pazartesi günleri akşam namazından sonra bu muhasebeye katılanların sayısında azalma göze çarpıyor. Birçoğumuzun yalnızca Ramazan ayında yaşadığı ya da şahit olduğu iftara misafir davet etme geleneğine, İsmailağa'da her Pazartesi ve Perşembe günleri sıkça rastlanıyor. Yatsı namazı vakti yaklaştıkça evlerde abdest ile başlayan hazırlıklar, biraz sonra sokaklara yeniden hareket getiriyor. Cemaatin gözleri ve sözleri, İsmailağa Camii'nde "huşu" ve "huzur"un en çok bu vakitte yaşandığını hissettiriyor. Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin yatsı namazı sonrasında ayakta kalmayı tavsiye etmemesi nedeniyle, cemaat camiden ayrılıp, evlerinde istirahata çekiliyor. Hocaefendi, Sohbetler kitabında bu tavsiyesinin gerekçesini şöyle izah ediyor: "Ashab-ı Kiram'dan (R.A) bazıları yatsı namazını kılıp evlerine giderken sokakta dış elbiselerini çözmeye başlarlardı. Neden böyle yaparlardı? Çünkü gece "teheccüt namazına" kalkabilmeleri için hemen yatmaları gerekirdi."



NAFİLELER İHMAL EDİLMİYOR

Hocaefendi, öğrencilerine teheccüt yani gece namazı sonrası sabah namazına kadar seccadenin üzerinde beklenilmesini tavsiye ediyor. Sünnetten beslenen nafile namazlar konusundaki hassasiyet, esasında sadece İsmailağa Camii ve cemaatine özgü değil. 1927 yılında Konya'dan Of'a gönderilen bir asker mektubunda Konya camile-rine dair şöyle bir kayıt bulunduğu biliniyor: "Kuşluk vaktinde bütün camiler nafile namaz kılmak isteyen insanlar tarafından tıklım tıklım dolduruluyor." Nafile na-mazlara gösterilen hassasiyet yalnızca İsmailağa Camii ve cemaatine özgü değil. Konya gibi İstanbul ve Anadolu'daki bir çok camide de nafile namaz vakitlerinde hareketlilik yaşanıyor. İsmailağa'da namaz vaktinde her şey duruyor ve bütün kapılar camiye açılıyor. Manzara adeta Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in şu dizesini açıklıyor: "Dünyaya kapalı Allah'a açık."



Hızır Hoca'nın gül sevgisi

1998 yılında 55 yaşında iken görev yaptığı Çukurbostan Camii'nde şehit edilen Hızır Ali Muradoğlu da, İsmailağa'da yaşanan huzura adeta aynalık ediyordu. İstanbul'da üniversitede okurken Arapça dersi almak istediği Kocamustafa Paşa'daki Gül Camii'nin imamı Nuri Efendi vasıtasıyla Mahmud Hocaefendi ile tanışan Hızır Ali Hoca, daha sonra damadı olduğu Hocaefendi'nin peşini bir daha bırakmadı. Tüm vaktini İsmailağa'da geçiren ve kısa sürede ilim ve irfan yolunda olgunlaşan Muradoğlu, Hocaefendi'nin bulunmadığı zamanlarda onun yerine sohbet görevini yerine getirdi. Eğitim, ilim ve irfan çalışmaları yoğun bir şekilde devam ederken hanımı ağır bir rahatsızlığa yakalandı. Ömrünün sonuna kadar devam eden bu rahatsızlık hali süresince, evin bütün hizmetlerini de Hızır Hoca yerine getirdi. Muradoğlu, 1991 yılından itibaren görev yaptığı Çarşamba Çukurbostan Camii'ndeki imamlığı esnasındaki sempatik, güler yüzlü, şakacı ve etkileyici üslubuyla kısa zamanda çevresindekilerin hayranlığını kazandı. Hızır Ali Muradoğlu, üslubu ve anlattıklarıyla cemaatin hızla artmasına da sebep oldu.



GÜLÜN ÖNÜNDE EĞİLMELİ

Muradoğlu, cami bahçesini kendi diktiği güllerle süslemiş ve her gün bakımını da ihmal etmemişti. Bir gün yeğenlerinden birisi güllerden birini eliyle tutup kendine çekerek koklamak isteyince "Dur gül öyle koklanmaz" diyerek gülü iki avucunun içine alıp eğilerek koklamış, Peyfamber Efendimiz'i simgeleyen güle bile edeble yaklaşmıştı. Şaka ve latifeyi İslam'ın sevilmesi ve öğrenilmesi için ustalıkla kullanan Hızır Efendi etrafındakileri söz ve hareketleri ile sık sık güldürürdü.



Niteliğinin göstergesi: Ömer Nasuhi Bilmen

İsmailağa'nın sadece bir cemaat olmasının ötesinde sahip olduğu ilim ve irfan derinliğini anlamak için yakın tarihin önemli bilim adamlarından Ömer Nasuhi Bilmen önemli bir gösterge. Mahmud Hocaefendi'nin üstadı olan Ali Haydar Efendi'nin bir ara katipliğini yapan eski Diyanet İşleri Başkanı Bilmen 1950'lerden önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin talebi üzerine 8 ciltlik "Hukuk-u İslâmiyye ve Islahat-ı Fıkhiyye Kâmûsu" hazırlamıştı. Ordinaryüs Prof. Sıddık Sami Onar ile Hukuk Fakültesi'nin Dekanı Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu bu kamusa birer önsöz yazmıştı. Sıddık Sami Onar önsözünde "Bu eser, gelecekte kanun hazırlayacaklar için fevkalade mühim bir kaynaktır" derken, Prof. Velidedeoğlu ise "Böyle bir hukukçu bugüne kadar gelmedi" ifadesini kullanmıştı.



Ortak eğitim için ağ oluşturulacak

Bildiride sıralanan diğer başlıklar ise şöyle: Ortak eğitim politikası için Türkiye'nin öncülüğünde ve desteğinde bir ağ ve bilgi bankası oluşturulmalı, Kültürel mirasın envanteri çıkartılmalı. Gençler için ortak mücadele yolları aranmalı. Bildirgede ayrıca Avrasya Tahkim Divanı Örgütü kurulması, Türk Dünyası Belediyeler Birliği'nin daha aktif hale getirilmesi, Türk devlet ve toplulukları tarafından belirlenecek bilim adamlarınca oluşturulmuş bir komisyonun isimlendireceği bilim ödülü ihdas edilmesi ülkeler arasında kültür sanat faaliyetlerinin geliştirilmesi ve karşılıklı kültürel değişim programlarının hayata geçirilmesi alınan kararların hayata geçirilmesi için kurumsal takip mekanizması kurulmasına karar verildiği de ifade edildi.



Yahya Kemal'in penceresinden İsmailağa

Çarşamba sokaklarında bir namaz vakti, seller gibi İsmailağa'ya akan insanlar arasına karışıp camide saf olduysanız, ruhunuz sizi sürekli zorlayacak ve "hadi bir daha, bir daha İsmailağa'da namaz kılalım" diyecektir. Siz unutsanız bile ruhunuz bu şehrayini unutamayacaktır. Yıllar sonra olsa bile ayaklarınız sizi alıp eski İstanbul camilerindeki bu muhteşem manzaranın bir parçası olmaya götürecektir. Bugün zamanın camiden ve gelenekten kopardığı hatta karşıt bir düşünceyle yetiştirdiği nesillerin ızdırabına çaresiz bir halde tanıklık ederken Yahya Kemal'in şu hatırasını düşünür bir anlık da olsa yüreğime su serperim: "... Bugünkü babalar, havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur'an sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah'ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların Bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir'leri dinlediler dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler." "... Medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını göremiyorlar."
"... Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada'nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu... İçim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Müslüman kardeşlerim, bütün cemaatın arasında yalnız benim vucudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissedi-yordum." "... Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayama-yacaklar." Bu günün aydını belki babalarının kollarında gittikleri camilerde ak sarıklarıyla saf tutan müminlerin aralarında bayram namazları kılmış olacak kadar yaşlı değillerdir. Fakat bir çoğunun babası Fatih'te, Süleymaniye'de ak sarıklı İstanbullular arasında namaz kılmış, onlarla aynı mahalleri hatta evleri paylaşmışlardır. Belki de bir çoğunun dedesi sünnet diye sarık sarmıştır. Çok değil 80 yıl öncesinin İstanbul manza-ralarını hatırlayabilenler ya da babalarının, ak sakallı dedelerinin kollarında camilere gidişini tasavvur edebilenler İsmailağa'yı anlamakta güçlük çekmeyeceklerdir. İşte o zaman görecekler ki İsmailağa; Cumhuriyet döneminin en büyük fakihi Ömer Nasuhi Bilmen gibi bir alimin bir ara katipliğini yaptığı dersiam (Ordinaryüs Profesör) Ali Haydar Efendi ile milletin köklerine bağlı bir irfan ocağıdır. Mahmut Efendi kökleri Osmanlı'ya oradan da saadet asrına uzanan bu ilim-irfan yolunun son temsilcisidir.



İsmailağa'yı anlamak için tasavvuf bilinmeli

İsmailağa Camii cemaatindeki sevgi birlikteliğini doğru anlayabilmek için tasavvufun inceliklerinin de bilinmesi gerekiyor. Cemaat, yıllardır güzel ahlakı ve iyiliği tavsiye eden hocaefendilerine karşı büyük sevgi besliyor.İsmailağa Cemaati, kendilerine özgü yaşam biçimleri, İslam'ı yaşama konusundaki gösterdikleri titizlik nedeniyle zaman zaman gündemin ilk sırasına oturdu. İstanbul'un orta yerinde, devam eden cemaat hayatı, herkese açık tutulmasına rağmen, adeta devletin bile giremediği bir getto gibi tanıtıldı. Çevresinde oluşan sevgi halkasıyla dikkatleri çeken Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi ise merkezine konulmaya çalışıldığı tartışmalara, cemaatine yönelik kışkırtıcı tutumlara karşı sufi tavrını hep muhafaza etti. Binlerce seveni olmasına rağmen hiçbir zaman kimseye karşı kin ve nefret tohumu ekilmesine izin vermedi... Bu yazı dizisi, işte bu sufi tavrın arka planına ışık tutuyor. İsmailağa Cemaati'nin bağlı olduğu Halidiye kolunu dünü, bugünü ve toplumdaki yansımaları ile incelerken, Mahmut Usta- osmanoğlu'nun hayatına, tavavvuf anlayışına, eğitime yaptığı hizmetlere, kamuoyundaki yerine mercek tutuyor.
Tasavvuf, bugün insanları Allah Teala'ya yaklaştıran, ruhu İslâmi değerlerle donatan bir yol olarak tanımlanıyor. Tarikatlar ise bu yolda tarihi süreç içerisinde oluşan irfan ocakları olarak karşımıza çıkıyor. Tarikat, insanları İslam'la tanıştırmasının yanında, İslam'a göre nasıl yaşanılabileceğinin de yolunu gösteriyor. Osmanlı Devleti'nin güçlü bir toplum yapısına sahip oluşu doğrudan tarikatların varlığıyla ilişkilendirilirken yaklaşık 250 yıldır Anadolu ve çevresinde etkin olan ve Nakşibendiyye-Halidiyye kolu ise ümmet anlayışı ile özellikle Osmanlı'nın dağılma sürecine girdiği dönemde millet-devlet dayanışmasının çimentosu olarak vazife görmüş olmasıyla dikkat çekiyor. Halidiyye kolu, kurucusu Ziyauddin Halid bin Hüseyin El-Bağdadi'nin (1779-1827) çabalarıyla tekke ve medrese arasındaki ayrılığı kaldırması nedeniyle "ilmiye sınıfının tarikatı" sıfatı da alıyor. Abdullah Mekki vasıtasıyla Bağdadi'ye dayanan, günümüzde İsmailağa'daki İsmet Efendi Tekkesi ise Halidiliğin kolları içerisinde geleneksel yapıyı koruması nedeniyle ön plana çıkıyor.



NAKŞİBENDİLİK, OSMANLI VE ANADOLU'NUN RENGİ

İsmailağa'ya gelmeden önce Nakşibendilik ve Halidiyye'nin doğuşuna bakmak gerekiyor. 14. asır ortalarında Buharalı Muhammed Bahauddin Nakşibend tarafından kurulan ve öğrencileri tarafından yayılan Nakşibendilik Tarikatı, özellikle İmam-ı Rabbani'nin etkisiyle önce Batı'ya doğru uzanan geniş bir coğrafyada etkili oldu. Nakşibendiliğin Osmanlı topraklarında yayılması ise Halid el-Bağdadi kanalıyla oldu. Halid el-Bağdadi ümmet bilincini aşıladığı yüzlerce halife ve müritleri ile Osmanlı topraklarında emperyalizme karşı hilafetin müdafaasını yaptı. Bağdadi'nin talebeleri kurdukları medreselerde ümmet bilincini aşılarken, özellikle ehl-i sünnet itikadının temel kitaplarını okuttu. Yaşadığı dönemdeki alimlerden büyük saygı gören Bağdadi'nin müritleri arasında İbn Abidin, Ruhu'l-Meani isimli tefsirin sahibi Mahmud el-Alusi, II. Mahmud'un Şeyhulislamı Mekkizade Mustafa Asım Efendi gibi devrin önemli alimleri de yer aldı. El-Bağdadi Nakşibendilik içerisinde İmam-ı Rabbani'den sonra en etkin olan ikinci adam oldu. Halidiyye kolunu temsil eden mürşitlerin ulema sınıfından gelmesi ise tarikatın İstanbul ulemasınca kabul görmesini sağlarken Nakşibendilik ilim ve devlet a damları nezdinde ciddi bir saygınlığa ulaştı.



Şeyh Şamil de Nakşibendiydi

Nakşibendilik, El Bağdadi'nin yaşadığı Süleymaniye, Bağdat, Şam bölgelerinin yanı sıra Kuzey Kafkasya'da da önemli derecede etkili oldu. Bağdadi'nin önde gelen halifelerinden İsmail Şirvani'nin devamındaki Şeyh Şamil'le Kuzey Kafkasya'daki en etkin tarikat haline geldi. Halidiye kolu, Bağdadi'nin Mekke'ye gönderdiği halifelerinden Abdullah Mekki (Erzincani) vasıtasıyla İslam coğrafyasının ücra köşelerine kadar ulaştı. Onun müritleri arasında Türkler, Kırım ve Kazan Tatarları'nın yanı sıra Güneydoğu Asyalı Müslümanlar da vardı. Mekki'nin Anadolu'daki başlıca halifeleri ise "Terzi Baba" olarak bilinen Muhammed Vehbi Efendi, Mustafa Hüdavendi ve Yanyalı Mustafa İsmet Efendi'ydi. Halidi şeyhler Anadolu'da İslâmi değerlerin korunması noktasında hizmet verirken özellikle İstanbul, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde İslâmi ilimlerin tedrisatı Halidi Şeyhler eliyle yürü- tüldü. Halidi Tekkeleri'nde İslâmi ilimleri okuyan birçok kişi Cumhuriyet dönemi dini hayatında müftü, vaiz ve imam olarak vazife aldı.



Patrikhane'ye komşu İsmet Efendi Tekkesi

Halidiyye'nin İstanbul ve Anadolu'da etkin olmasında Abdullah Mekki'nin yanında 20 yıl kalan Yanyalı Mustafa İsmet Efendi'nin rolü büyük oldu. İsmet Efendi, Mekki'den icazet aldıktan sonra Edirne'de irşat vazifesi ile görevlendirildi. Abdulmecid Han'ın saygınlığını kazanan İsmet Efendi, belli bir süre sonra İstanbul'a davet edildi. 1853 yılında Fatih-Çarşamba'da, İstanbul'daki en eski Halidi tekkesini inşa etti. Daha sonra İsmet Efendi Tekkesi adıyla anılan tekke, kısa zamanda büyük saygınlık kazandı. Abdulmecid Han, ve II. Abdulhamid Han belli aralıklarla İsmet Efendiyi ziyaret ederdi. İstanbul'un en gözde irfan merkezleri arasında yer alan tekke, İsmet Efendi'den sonra sırasıyla Halil Nurullah, Ali Rıza Bezzaz ve Ahıskalı Ali Haydar Efendi ile irşat faaliyetlerine devam etti. Halil Nurullah Efendi, irşat hizmetlerini bizzat Tekke'de yürütürken, Ali Rıza Bezzaz Efendi ikamet ettiği şehir Bandırma'da kalmayı tercih etti.



MİLLET İRADESİNİ TEMSİL EDİYOR

Halidi Şeyhler, ülke müdafaası adına önemli hizmetler yaptı. Batılı devletlerin siyasi dayatmalarının had safhada olduğu ve azınlıkların kabul edilemez taleplerde bulunduğu bir sırada Sultan Abdulmecid'in davetiyle İstanbul'a gelen İsmet Efendi'nin, tekkesini Fener-Rum Patrikhanesi'nin üst kısmında yer alan Çarşamba semtinde inşa etmesi bu sadakatin bir göstergesidir. Osmanlı Devleti üzerinde nüfuzunu artırmanın gayreti içerisinde olan kiliseye, tekkesini Çarşamba'da inşa eden bu Halidi Şeyhin verdiği mesaj açıktır: "Batılı devletleri arkanıza alarak yürüttüğünüz faaliyetlere siyaseten zayıflayan devletimiz engel olamasa da millet iradesi size geçit vermeyecektir."




Ali Haydar Efendi Tekkeyi işgalden kurtardı!

İsmet Efendi'den sonra tekkede en etkin olan isim ise Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin hocası Ahıskalı Ali Haydar Efendi oldu. Alim ve sufi kimlikleriyle öne çıkan Ali Haydar Efendi, hem Osmanlı Devleti hem de Cumhuriyet döneminde İsmet Efendi Tekkesi'nin şeyhlik makamında bulundu. Fatih Dersiamlarından olan Ali Haydar Efendi Osmanlı Devleti'nde, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu başkanlığı görevine muadil bir vazife olan "Te'lif-i Mesail Heyeti" reisliği de yaptı. Yüksek derecede bir ilme sahip olan Ali Haydar Efendi'nin diğer Halidi şeyhler gibi Sultan II. Abdulhamid'den yana tavır alması ve İttihatçıların Şeyhulislamlık teklifini geri çevirmesi 5 yıl süre ile tekkesinin işgal edilmesine yol açtı Ali Haydar Efendi'nin müritlerinden Hafız Halil Sami Efendi'nin tekkenin hikayesini yazdığı bir mektup üzerine Padişah'ın devreye girmesiyle 13 Kasım 1919 tarihinde yayınlanan tezkere ile tekke Ali Haydar Efendi'ye iade edildi. Ali Haydar Efendi de tekke ve zaviyeler kapatılıncaya kadar İsmet Efendi Tekkesi'nde irşat faaliyetlerine devam etti. Söz konusu kapatma kanunu çıkınca da tekkeye bir minare ekleyerek hizmetlerini camide devam ettirdi.



Nakşibendilik, siyasette ve sanatta etkin oldu

Halidiye kolu, Türk siyasi hayatında da etkin oldu. Bir çok siyasi parti, Halidiyeyi temsil eden isimlerin çocuk ya da torunlarını TBMM'ye taşıdı. Şeyh Salahaddin'in oğulları Kamran İnan, Abidin İnan, Şeyh Ali es-Sebti'in torunu Ali Rıza Septioğlu gibi isimler çeşitli dönemlerde TBMM'de görev yaptı. Halidiyenin fikir ve sanat hayatında da etkisi vardı. Hareket Dergisi ve ekolünün kurucusu Nureddin Topçu, Gümüşhanevi Tekkesi şeyhlerinden Abdulaziz Bekkine'nin Necip Fazıl Kısakürek de silsilesi Halid el-Bağdadi'ye ulaşan Abdulhakim Arvasi'nin müritlerindendi.



Öğrencisi için eşinin bileziğini alıp bozdurdu

İsmailağa'da imkansızlıklara rağmen yüzlerce öğrenci yetiştiren Mahmud Hocaefendi, bir defasında ev kirasını ödeyemediği için ek işte çalışacağını ve derse devam edemeyeceğini söyleyen bir öğrencisi için eşinin bileziklerini bozdurdu. Askerlikten sonra İstanbul'a yerleşen Mahmud Hocaefendi'nin sade bir talebe olarak sürdürdüğü İstanbul yaşamı Ali Haydar Efendi'nin "İsmailağa Camii'ne imam olacaksın" emri ile yeni bir boyut kazanmıştı. Üstadının vefatının ardından eğitim ve hizmet bayrağını devralan Mahmud Ustaosmanoğlu, Halidiye kolunun süre geldiği İsmet Efendi Tekkesi'ne gitme yerine hocasının görevlendirdiği camide kalıp eğitim hizmetlerini oradan yürütmeyi uygun gördü. İsmailağa Camii'ndeki sohbetleri, vaazları ve dersleriyle binlerce kişinin ilimle aydınlanmasına vesile oldu. Süleymaniye Dersiamlarından Dursun Efendi ile Fatih Dersiamlarından Ali Haydar Efendi'nin ders usullerini günün şartlarını dikkate alarak yeniden programlayan Mahmud Hocaefendi, bu hizmetini 1960'tan 2000 yılına kadar devam ettirdi. Emaneti devraldığı büyüklerinin okuttuğu kitapları terk etmeyi, onlara karşı vefasızlık kabul ettiğinden kitap bitirmeye dayalı klasik eğitim sisteminden ödün vermedi.



BİLEZİKLERİ BOZDURDU

Hocaefendi olumsuz şartlar altında sürdürdüğü eğitim faaliyetleri esnasında talebelerinin özel sorunlarıyla ilgilenmekten de geri durmadı. Hocaefendinin bu yanıyla ilgili 1962 yılında ders halkasına katılan Konyalı bir öğrencisi şunları anlatıyor: "Fatih'te müezzindim. Sabah namazından sonra İsmailağa'ya gider öğleye kadar Hocaefendi'den ders okurdum. Öğleden sonrada müzakere ve mutâlaa ile ilgilenirdim. O gün itibariyle 5 tane çocuğum vardı. İkamet ettiğim evin kirasını ödemekte zorlanıyordum. Ek işte çalışmaya karar verdim. Bunun için ders okumayı bırakmam gerekiyordu. Bir gün dersten sonra Hocaefendi'ye durumu arz ettim. Hocaefendi, beklememi söyledi. Evine gitti, hanımının bileziklerinden 3 tane alıp geldi. "Al, bunlar sana hediyemizdir. Bozdur kiranı öde. Lakin dersten geri kalma" dedi.



ANADOLU'YU İHMAL ETMEDİ

Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi, her yıl bir defa, bazı öğrencilerini yanına alarak Anadolu gezisine çıkıyordu. 1997'ye kadar devam eden bu geziler, İstanbul'dan başlıyor, Trabzon üzerinden Erzurum'a, oradan İç Anadolu'daki vilayetlere kadar uzanıyordu. Gittiği yerlerde camilerde vaaz veriyor ve insanları okumaya, Kur'an'ı, Sünnet'le birlikte yaşamaya ve milletimizi var eden değerlere bağlı kalmaya çağırıyordu. Sabah namazından gece geç saatlere kadar insanlarla birlikte oluyor, onlara sohbet ediyordu. Bu yüzden geziyi maksadı ile isimlendirmişti: "Allah'ın rızasına uygun yaşama daveti". Hocaefendi'nin böyle tanımladığı kitleleri eğitme faaliyetinin mekan ve muhatap olarak sınırı yoktu. Bu yüzden O, gerek İstanbul'da gerekse Anadolu'daki şehirlerde dolaşırken karşılaştığı kişilere İslam'a dair ayak üstü sohbetler yapıyordu. Hocaefendi bütün bir milletin eğitimi olarak kabul ettiği "Allah'ın rızasına uygun yaşama" faaliyetlerini, en az klasik eğitim kadar önemli görüyor.



O'NUN BÖLÜĞÜNDE HİÇ VUKUAT OLMAMIŞTI

Vaazlarında sık sık vatan müdafaasından bahseden Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi, gençleri askerliğin manasını idrak etmeye çağırdı. Bir hutbesinde şunları söylemişti: "Askere gidenler illa Allah rızası için gitsinler. Giderken de şöyle niyet etsinler: 'Ben askere nice canları, namusları korumak için, vatanımı, İslam'ı müdafaa etmek için gidiyorum." Askerde iken Hocaefendi'nin tavır ve konuşmalarının bölükteki erler üzerinde tesirler bıraktığı yine asker arkadaşları tarafından şu örnekle anlatılıyor: "Onun bölüğünde hiç vukuat olmaz. Bölük yüzbaşısı, merak ettiği bu durumu bir gün Başçavuş'la paylaştığında, Başçavuş şunları söylemişti: "Komutanım! Bölükte Mahmud isminde bir er var. Sivil hayatında hoca imiş. Müsaade ettim, akşamları askerle sohbet ediyor. Bölük ondan çok etkilendi. Vukuat olmamasında onun etkisi büyüktür." Yüzbaşı Mahmud Hocaefendi'nin ne konuştuğunu merak edip, bir akşam sohbet ederken kapı arkasından onu dinlemiş, sonra başçavuşa dönüp "Bu hoca askerliği bizden iyi bili-yor" demişti. Hocaefendi'nin askerliğe olan sevgisi ise üstadı Ali Haydar Efendi'den kaynaklanıyordu. Osmanlı Devleti'nin müdafaasında fiili olarak görev alan Ali Haydar Efendi, uzun süre görev yaptığı Çanakkale cephesinde askerin moralmen diri kalmasında etkili olmuştu.



Hocaefendi'nin Dostluk Halkası

Sohbetlerinde tarikattan ziyade İslam'a, Kur'an'ı Kerim'de emredilen helaller ve haramlara vurgu yapan Mahmud Hocaefendi'nin Sultan Selim Camii'ndeki vaazlarını içeren "Sohbetler" kitabı da onun bu yönünü örneklerle ortaya koyuyor. Mahmud Efendi'nin bu tarz bir üslup benimsemesi, farklı cemaatlere mensup insanlar nezdinde de saygınlığını artırıyor. Mehmed Zahid Kotku'dan Salih Efendi'ye, Dursun Efendi'den Aşıkkutlu'ya, Muzaffer Ozak'tan meşhur vaiz Timurtaş Uçar'a kadar birçok ilim, fikir ve irşad adamının cenaze namazını Mahmud Hocaefendi'nin kıldırması, bu sevgi ve saygının göstergesi olarak kabul ediliyor. Mahmud Hocaefendi, sohbet ve derslerinde ümmet bilincine sürekli vurgu yapıyor. Muhataplarına daha çok İslam'ın ameli boyutunu anlatırken, cemaatler arası dayanışmaya önem veriyor. Nitekim gençlik yıllarında farklı cemaatlerin büyükleriyle çok defa görüşmeler yaptığı yakınları tarafından anlatılıyor. Yakınları, Mehmed Zahid Koktu ve Sami Efendi'nin O'nun belli periyotlarla ziyaret ettiği şahısların başında geldiğini kaydediyor.



DÜNYA TANIYOR


Mahmud Hocaefendi'yi en az Türkiye kadar İslam dünyası da tanıyor. Çağımızın meşhur müfessirlerinden "Safvetu't- Tefasir" adlı tefsirin sahibi olan Muhammed Ali es-Sabuni başta olmak üzere İslam coğrafyasından çok sayıda müfessir, muhaddis ve fakih seveni olduğu biliniyor. İsmailağa Camii Said Ramazan el-Buti, merhum Muhammed Bin Alevi gibi muasır alimlerin İstanbul'da ilk uğrak yeriydi.



Milletine hizmete devam ediyor

Ülkemizin ve İslam Dünyası'nın, Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren maruz kaldığı tehditlerle, bugün de karşı karşıya olduğu bir dönemde Halidiliğin tabiî dokularını olduğu gibi koruyan ve kamuoyunda da saygınlığı ile dikkat çeken Mahmud Hocaefendi, ümmet-millet bilincinin oluşturulması noktasında önemli roller ifa etti ve bugün de etmeye devam ediyor.



Evinden camiye elektrik çektirdi

Hayatının ilk yıllarından itibaren kul hakkını ihlal etmeme noktasında son derece titiz davranan Hocaefendi'nin bu yanıyla ilgili olarak talebeleri, şunları anlatıyor: "Hocaefendi, devlet malını şahsı adına kullanmamaya aşırı özen gösterir. Sağlığı bozulana kadar her yıl Ramazan ayının son on gününde itikafa girerdi. Ramazan kış aylarına dönünce geceleri cami çok soğuk oldu. Hocaefendi ısınmak için camideki elektriği kullanma yerine evinden camiye kablo çektirdi. Bu noktada bir asker arkadaşı ise şunları naklediyor: "Mahmud Efendi istirahat saatinde öncelikli olarak mescide giderdi. Abdest, namaz derken genellikle yemek ictimalarına yetişemezdi. Geç kaldığı günler ona yemek ayırırdım. Yemeği alınca sorardı, 'bu bizim bölüğün karavanasından mıdır?' Hayır deyince başka bölüğün istihkakı bana helal olmaz der, yemeği yemez, aç beklerdi."



Bardağı geri vermek için Tekirdağ'a döndü

Hocaefendi'nin bir talebesi de Tekirdağ'a yaptıkları bir ziyaret sırasında şahit olduğu hatırasını şöyle dile getiriyor: "Yanımıza bardak almayı unutmuştuk. Su içmek için bardak lazım oldu. Tekirdağ'da vaaz ettiğimiz caminin imamından bardak istedik. Sağ olsun getirdi. Hizmet bitti, geri dönüyoruz. İstanbul sınırları içerisine girdik. Mahmud Efendi: "Bardağı hocaefendi'ye verdiniz mi?" diye sordu. Kimsede ses yok. Sonra öğrendik ki bardak arabada unutulmuş. Hocaefendi şoför arkadaşa "Hemen dönüyorsun, Tekirdağ'a gidiyoruz" dedi. Evlerimize girmeden gittik. Bardağı verdik, sonra İstanbul'a döndük."



'ŞÖHRET AFETTİR'

Şöhreti afet olarak gören ve bu yüzden medya kuruluşlarına fotoğraf ve demeç vermeye sıcak bakmayan bu sufi büyüğün tasavvuf disiplini bağlamında düşünüldüğünde keramet olarak değerlendirilecek çok sayıda söz ve ameli de var. Fakat kendisinin bu konudaki prensibi ise Nakşibendiliğin kurucusu Bahauddin Nakşibend'ten naklen söylediği "En büyük keramet Hz. Resulullah'ın sünnetine tâbi olmaktır" ifadesinde özetleniyor.
« Son Düzenleme: Nisan 19, 2008, 05:16:10 ÖS Gönderen: Gamzeli »


<br /><br />

Çevrimdışı Gamzeli

  • _Gamzeli_
  • Admin
  • *
  • İleti: 18871
  • Rep Gücü : 2045
  • Cinsiyet: Bayan
  • Bana Sen Lazımsınn...
    • Profili Görüntüle
    • Ahmet Maranki
Ynt: şeyh Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi (k.s)
« Yanıtla #1 : Nisan 19, 2008, 05:18:15 ÖS »
paylaşım için teşekkürler.. :)
Seni sevdim gönülden, kalbimin sahibi oldun bilmeden, bu yürekte varolacaksın ebediyen, bunu bil çok seviyorum gerçekten.
Seninle doğdu bu yürek, sensin gönlüme eş, dudaklarım dudaklarındayken sanki can verdi bu yürek, senin kollarında ölmek dünyada en güzel şey olsa gerek..