Dr. Springer Galliban adında bir şahıs anlatıyor:
Çin'de Mareşal Eul-Chann-Ming'in özel doktoru olarak bulunuyordum. Yabancı biri olmama rağmen Mareşal'in çok güvenini kazanmıştım. Burada kaldığım beş yıl zarfında bana en çok tesir eden hâtırâ şu olmuştur:
Han-Cheou şehrindeydik. Doktor olduğum için sabahın erken saatlerinde alana gittim. Herkes yerini aldıktan sonra mahkûmları idam etmeye başladılar.
Bu kargaşa içinde 73 numaralı mahkûm dikkatimi çekti. Zavallı rahat rahat ve kendini unutmuş bir halde kitap okuyordu. Bu durumdaki bir insanı çekebilecek kitâbı çok merak etmiştim. Yanına giderek onunla konuşmaktan kendimi alamadım:
"-En son dakikalarınızda sizi tesellî edecek böyle bir kitap olabilir mi?" diye sordum. Gözlerini kitaptan kaldırmadan güzel bir İngilizce ile cevap verdi:
"-Bütün ömür boyunca edinilmiş tecrübelerin, bir dakika içinde boş olduğu anlaşılabilir. Öyle ki ölüm yaklaşırken bile…"
Bu cevap karşısında söyleyecek bir şey bulamadım.
Genç subayın kılıcının her kalkıp inişinde, bir mahkûmun vücudu delik deşik oluyor, korkunç bir şekilde yere yıkılıyordu. Böyle bir durumda nasıl sâkin olabildiğini anlayamıyordum. Bu insan, kılını bile kıpırdatmadan okuyor, âdetâ başka bir âlem içinde yaşıyordu. Elindeki kitabın sayfalarını çevirirken kendimi tutamadım:
"-Sizin için bir şey yapabilir miyim? Son bir isteğiniz var mı?" diye sordum.
Hayatını kurtarabilmem için bana yalvaracağını zannediyordum. O, başını kaldırdı, alaycı bakışlarla beni süzdükten sonra dalgın ve sakin bir sesle:
"-Hepimizin ölüm saati önceden tesbit edilmiştir. Üniformalı şu genç adam, eline yakışmayan kılıcıyla ölüme emir verdiğini sanıyor. Halbuki yanılıyor doktorcuğum. Siz Allâh'ın huzuruna benden önce çağrılabilirsiniz. İnsanlara hayat vermek veya almak hakkını bunlara kim vermiş. Yanılıyorsunuz…" dedi. Ve okumaya devam etti.
Henüz 46 mahkum öldürülmüştü ki, genç subayın sendeleyerek yere düştüğünü gördüm. Yanına koşup muayene ettim, ancak çok geçti, kalbi durmuştu. Âni bir ölümle karşı karşıyaydım, sebebi belli değildi. Gözlerin kendiliğinden o Çinliyi aradı. O ise hâlâ kitabını okumaya devam ediyordu. Başka bir subay kılıcı alarak emir vermeye devam etti.
Mahkumların sırası git gide küçülüyordu. Soğuk soğuk terlediğimi hissediyordum. Çinlinin ilk söylediği gerçekleşmişti, ya ikincisi…
İnfazı kontrol etmek üzere etrafta atıyla dolaşan bir subay gördüm. Koşarak atının dizginlerine sarıldım.
"-Sayın albay, beni sevindirmek istemez misiniz?" diye sordum.
Kısa zaman önce mühim ve derin bir yarasını tedavi etmiştim.
"-Memnuniyetle doktor!.." diye cevap verdi.
"-73. mahkumu bana bağışlayın!.. Yaşamak onun hakkıdır… Daha o kadar genç ki.." diyebildim.
Albay şaşırmıştı. Mareşal'in bu konularda çok titiz olduğunu, yapacak bir şeyin olmadığını ifade etti. Soğukkanlılığımı kaybettiğim için utanmıştım.
O, hâlâ kitabından gözlerini ayırmıyor, böylece ölüme meydan okuduğunu zannediyordu.
Âniden tiz bir boru sesiyle ateşkes işareti vererek dört nala bir emir atlısı alana girdi. Atından atlayan asker, albaya bir zarf uzattı. İnfazın bitmesine son iki mahkum kalmıştı. Albay kağıdı okuduktan sonra ateşkes emri verdi. Beni yanına çağırarak:
"-Koruduğunuz adamın şansı varmış doktor, gelen emir ona ait!." dedi.
Artık söylenebilecek tek kelime yoktu. Bakışlarımı Çinliye çevirdim, sanki kurtulan bendim. Sarsılmaksızın dimdik duruyor, Arapça yazıların bulunduğu kitâbı elinden sarkarken gözleriyle uzaklara bakıyordu. Sanki bu topraklardan ötesini görmek istiyordu. Yüzünde ne korku ne sevinç izleri seziliyordu. Çevremde her şey dönüyordu, sonunda o da silindi…
Kendime geldiğim zaman kaybolmuştu. Kendisini tanımayı çok istediğim halde onu, hiçbir zaman göremedim. Hâlâ yaşadığını sanıyorum, çünkü ben de yaşıyorum