Düşünsenize bir:
Hastalık olmasaydı sıhhatin,
ölüm olmasaydı hayatın,
yaşlılık olmasaydı gençliğin,
yokluk olmasaydı varlığın,
kötü olmasaydı iyinin,
küfür olmasaydı imanın,
cehennem olmasaydı cennetin,
karanlık olmasaydı aydınlığın,
çirkin olmasaydı güzelin kıymeti bilinir miydi?
Hayat yolu dümdüz ve pürüzsüz olsaydı, yürümek bu kadar cazip olur muydu?
Her şey birbirinin aynısı olsaydı, öğrenmenin temel taşı olan merak tahrik olur muydu?
Tüm insanlar aynı planyadan çıkmış gibi birbirinin tıpkısı olsaydı, tanımak için küçük parmağımızı oynatmaya gerek kalır mıydı?
Eğer her zorluğun yanında bir kolaylık, her derdin bir dermanı,
her ıstırabın bir bilgeliği, her çekilen acının bir hasılatı,
her musibetin bir nasihati, her kederin bir bedeli olmasaydı
hayat yaşanmaya değer miydi?
Hepsinden öte sabır bu kadar değerli olur muydu?
Sabır.
Birçok kavram gibi kirlettiğimiz, kargaşaya kurban ettiğimiz, içeriğini darmadağın ettiğimiz, sonra da dönüp haksızlık ettiğimiz muhteşem bir kavram.
“Sabreden derviş, muradına ermiş” gibi harika bir deyim, nasıl oldu da “Sabreden derviş, sabrede ede gebermiş”
gibi hayasız bir lafa dönüştü?!
Nasıl olacak? Sabır kavramının zihnimizde uğradığı tahrif sonucu elbette.
Sabır, herkesin her istediğini “Hemen, şimdi!” sloganıyla elde etmeye çalıştığı acele ve ecele giden kendini bilmezler çağında, “Asla vazgeçmem, zamanı gelinceye kadar beklerim” diyebilme kararlılığıdır.
Şeyh Bedreddin Varidat'ında diyordu ki “Evme (acele etme)!
Unutma ki her yemişin bir mevsimi vardır: Sen de mevsimini bekle!”
Yakıcı yaz güneşinin altında sabırla zamanını beklemeyi bilmeseydi, çağla şekerpare, koruk kayısı, kelek kavun olur muydu?
Sabır, omuzladığın mukaddes yükü götürürken rüzgar tersinden esmeye başladığında geri dönmemek, yükü atmamak, yolu satmamak, yola yatmamaktır. Sırtını yüke verip göğsünü rüzgara siper etmektir.
Her rüzgarın bir ömrü, her Nemrud'un bir İbrahim'i, her Firavun'un bir Musa'sı, her kışın bir yazı, her gecenin bir sabahı, her derdin bir dermanı olduğunu unutmamaktır.
Sözün özü, sabır direniştir. Kur'an “Allah sabredenleri sever” derken işte bunu demiş olur: Allah direnenleri sever.
Yine Kur'an “Ey iman edenler! Sabredin” derken bunu demiş olur.
Yani: Ey iman edenler! Direnin!
Hepsinden öte Asr Suresi, işte bu nedenle “sabır” suresidir:
“Asra yemin olsun ki insanlık hüsrandadır! Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna!”
Son ayetin açılımı şudur:
Hakkı tavsiye etmenin bir bedeli vardır. Çünkü siz hakikate tabi olup onu tavsiye ettiğinizde, varlığını yalana adayanlar ister istemez bundan rahatsız olurlar. Hakikat güneşinin doğuşundan rahatsız olanlar, ülkeyi mağaraya çevirmenin yolunu ararlar.
Bu durumda hakikati savunmanın bir faturası vardır ve size bunu pahalıya ödetmeye çalışırlar.
Ayetin son kısmı işte bunu söyler: Hakikati savunmanın bedelini ödemek gerektiğinde de sabrı tavsiye edin.
Hakikat üzerinde direnin ve asla geri adım atmayın.
Öyle ya, hem hakkı savunacaksınız hem de başınız sıkışınca savunduğunuz hak siperini terk edip kaçacaksınız.
Bu yakışır mı? Günah işlemenin bile bir bedeli olsun da sevap işlemenin bir bedeli olmasın mı? Kumarbazlar bile bir risk alırken hakikati savunanlar hiçbir risk almasınlar mı?
Hakikate olan sadakatiniz, onun uğruna nereye kadar ne bedeli göze aldığınızla orantılıdır.
Ne diyordu Kur'an:
“İnanıyorsanız, üstün gelecek olan sizsiniz!”