Gönderen Konu: Evlilik ve Aile Hayatı  (Okunma sayısı 2901 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Evlilik ve Aile Hayatı
« : Haziran 02, 2009, 07:02:27 ÖS »

Peygamberimin Sevdiği Müslüman

Ailesine Karşı Görevlerini Yerine Getirmeli

ALLAH TEÂLÂ kullarının dünyada mutlu olmasını ve huzurlu yaşaması istedi.

Bu sebeple onlara kendi cinslerinden eşler yarattı.
Aralarında sevgi ve merhamet var etti,
ve onlara oğullar ve torunlar verdi.

Çocuğun kulağına ezan okumalı
Bir Müslüman, Allah kendisine çocuk nasip edince, İslâm geleneğine uyarak onun sağ kulağına ezan okumalıdır. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti böyledir; torunu Hz. Hasan doğunca onun kulağına ezan okumuştur.
Böylece çocuk ilk defa, Allah’tan başka tanrı olmadığı, Muhammed aleyhisselâm’ın da Allah’ın Resûlü olduğu gerçeğini duymuş olacaktır.
Dünyaya geleni ezanla karşılamak, âhiret yolcusunu kelime-i tevhîd’i telkin ederek uğurlamak bir İslâm geleneğidir.

Akîka kurbanı kesmeli
Çocuk, Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfudur. Maddî durumu elverişli olanlar, bu lütfa sevindiğini göstermek üzere bir kurban kesmelidir. Allah’a şükrün bir ifadesi olan bu kurbana akîka kurbanı denir.
Akîka kurbanı, Sevgili Peygamberimizden öğrendiğimize göre; doğumdan bir hafta sonra kesilir.
Çocuğa ad konur.
Saçı tıraş edilir ve saçların ağırlığınca fakirlere para dağıtılır.
Kurban kesemeyecek olanlar, çocuk doğunca adını koyabilirler.
Peygamber Efendimizin, oğlu İbrâhim’e daha doğduğu gün ad koyduğu ve bunu “Bu gece bir oğlum doğdu; ona dedem İbrâhim’in adını verdim” diye ifade buyuduğu da sahih bir rivayetle bilinmektedir.
Hz. Fâtıma; çocukları Hasan, Hüseyin, Zeynep ve Ümmü Gülsüm dünyaya gelince, Peygamber Efendimizden öğrendiği gibi, çocukların saçlarını kestirip tarttı ve saçların ağırlığı kadar gümüşü sadaka olarak dağıttı.

İyi bir ad koymalı
Ana babanın önemli görevlerinden biri çocuklarına iyi bir ad koymaktır.
Çünkü Peygamber Efendimiz,
- kıyamet gününde, herkesin hem kendi, hem de babasının adıyla çağırılacağını,
- bu sebeple çocuklara güzel isimler koymak gerektiğini söyledi.
Çocuğa mânâsı, söylenişi güzel adlar; Allah dostlarının, peygamberlerin isimleri konmalıdır.8
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Allah’tan başkasına kulluk anlamı taşıyan, putperestliği hatırlatan, kısacası İslâm âdâbına uymayan isimleri değiştirmiştir.
Çocukları eğitmeli
Anne babanın çocuklarına karşı görevleri vardır.
Peygamber Efendimizin benzetmesiyle, herkes bir tür çobandır ve herkes sürüsünden sorumludur. “Erkek ailesinin, kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır.”
Anne babanın ailesine karşı sorumluluğunun başında çocuklarını eğitmek gelir. Allah Teâlâ çocukları dindar yetiştirmeyi, böylece onları Cehennem ateşinden korumayı emreder.
Peygamber Efendimiz; iki kız çocuğu olup da, onları yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye eden kimse ile, kıyamet gününde yan yana bulunacaklarını müjdeler.
Üç kız çocuğunu himâye edip büyüten,
güzelce terbiye eden, evlendiren, ve daha sonra onlara iyiliklerini devam ettiren kimsenin Cennetlik olduğunu bildirir.
İki veya üç kız kardeşini himâye eden, eğitip yetiştiren kimseyi de aynı güzel sonuçla müjdeler.
Korunması ve eğitilmesi gereken çocuk, kendisinin veya başkasının yetimi olabilir. Peygamber Efendimiz, yetimleri himâye eden kimselerle de Cennette yan yana bulunacaklarını haber verir.
Anne baba çocuklarının namaz kılmasıyla ilgilenmeli ve bunu ısrarla takip etmelidir.
Peygamber Efendimiz, namaz öğretiminin yedi yaşında başlamasını, daha sonra da titizlikle izlenmesini ister.
Çocuklara İslâm geleneği, özellikle de selâm verip alma edebi öğretilmelidir. Onları buna alıştırmak için, Peygamber Efendimizin yaptığı gibi çocuklara selâm vermeli ve Müslümanların birbiriyle selâmlaşmasının önemi anlatılmalıdır.

Eşiyle iyi geçinmeli
Allah Teâlâ erkeğe eşiyle iyi geçinmesini emreder.
Peygamber Efendimiz de;
- kadınlara iyi davranmayı, onlarla iyi geçinmeyi ister;
- onların değişmeyecek bazı huylarını değiştirmeye kalkmanın onları kırabileceğini söyler;
- hattâ bunun ayrılmaya yol açabileceğini haber verir.
Peygamber Efendimiz kadınları dövmeyi şiddetle yasaklar.
Kadınları dövenlerin hayırlı kimseler olmadığını ifade eder.
Hz. Âişe, Peygamber aleyhisselâm’ın, hiçbir eşine el kaldırmadığını belirtir.
Dövmek şöyle dursun, Resûl-i Ekrem, insanın kendi eşine kin beslemesini bile doğru bulmaz ve şöyle buyurur:
“İnsan, eşinin bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.”
Resûl-i Ekrem erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları olduğunu dile getirir.
Buna göre erkek:
- eşine kendi yediği ölçüde yedirecek;
- giydiği seviyede giydirecek;
- yüzüne vurmayacak;
- yaptığı işin ve kendisinin çirkin olduğunu söylemeyecek;
- onunla bir süre yatağını ayırmak zorunda kalsa bile, bunu kendi evinde yapacak, böylece eşini başkalarının yanında incitmeyecektir.
Kadın da eşiyle iyi geçinecek; şöyle ki:
Eşi kendisiyle beraber olmak istediğinde ona sebepsiz yere itiraz etmeyecek; ederse, bunun, Allah’ın gücenmesine ve meleklerin kendisine beddua etmesine yol açacak kötü bir davranış olduğunu bilecek; kocasının uygun görmediği kimseleri evine almayacak; eğer kocasını memnun ederek ölürse, Allah Teâlâ ona Cennetini ikrâm edecektir.

Ailesinin geçimini sağlamalı
Yine Peygamber Efendimizeden öğrendiğimize göre:
Allah’ın rızâsını kazanmak için para harcanması gereken yerler vardır. Bunların içinde insana en çok sevap kazandıran, Allah rızâsını gözeterek ailesinin geçimi için para harcamaktır.
En hayırlı ve imanı mükemmel insan aile fertlerine hayırlı olandır.
Yardım etmeye, geçimini üstlendiği kimselerden başlamalıdır.
Geçimini sağlaması gerekenleri ihmâl etmek büyük bir günahtır
Güzel geçinmek için eşinin ağzına bir lokma koymak bile sevaptır.
M.Yaşar Kandemir

Eşinizi Doğru Tanıyın

Cemil Tokpınar
Ailevî sorunların meydana gelmesinde ve sürmesinde en önemli faktörlerden birisi, eşlerin birbirlerini yanlış tanıması ve yanlış anlamasıdır. Sorun olan ailelerde iki taraf da, kendisini hatasız ve kusursuz görüyor. Her zaman en doğruyu kendisinin yaptığını, gereken fedakârlığı gösterdiğini, ancak hep haksızlığa uğradığını düşünüyor.
İşte burada Nasreddin Hoca'nın ünlü bir fıkrası akla geliyor. Bir gün aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişi Hocanın yanına gelir. Birinci adam, olayı kendi açısından güzelce anlatır. Bunu dinleyen Hoca:
"Haklısın" der.
Sözü alan diğer adam da, kendine göre nasıl haklı olduğunu bir güzel açıklar. Hoca aynı şekilde:
"Haklısın" der.
Olaya şahit olan Hocanın eşi dayanamaz ve itiraz eder:
"Hocam nasıl olur, ikisine de haklısın, dedin."
Hoca, biraz sıkılır ve eşini tasdik etmekten başka çare bulamaz:
"Hanım, sen de haklısın."
Aslında eşler arasındaki olaylar, tıpkı bu fıkrayı andırır. Neredeyse tüm ikili ilişkilerde "yüzde yüz haklı" olan taraf yoktur. Herkes aralarında geçen olayları kendi açısından değerlendirir ve bir bakıma herkes haklıdır. İşin asıl önemli yanı şudur: Eşlerden birisinin olumlu veya olumsuz davranışı, diğerini etkiler. Bu yüzden eşinizi doğru tanımak, onun davranışlarını doğru yorumlamak zorundasınız. Eğer davranışın ardında yatan niyeti keşfedemezseniz, boşu boşuna kendinizi üzer, yanlış değerlendirmelere gidersiniz.
Bu konuda ilginç ipuçları vereceğine inandığım iki mektubu özetlemek istiyorum. İkisi de aynı kişiye ait. İlki, ikincisinden iki ay önce yazılmış. Karamsar, ümitsiz, suçlayıcı bir mektup. šöyle diyor okuyucumuz ilk mektubunda:
“Ben, bir sene dinî nikâhla evli kaldım. Sizin aileyi etkileyen psikolojik sorunlar hakkındaki görüşlerinizi öğrenince, öyle bir ferahladım ki, anlatamam. Beyimin, bahsettiğiniz gibi, hırçın, aşırı kıskanç, şüpheci bir sürü huyları oldu. Başlangıçta böyle değildi. Bir senedir beni aşağılayıp, hakir gördükçe, ben sadece ağlayabiliyordum. Zamanla uzaklaştım. Onu tanıyamıyordum. Kocam olduğu için hakkını biliyor, ne derse kabul edip, hizmet etmeye çalışıyordum. Eşim aslında çok dindar ve iyi kalplidir. O hep şeytanın vesvesesinden bahsederdi. Bunun için bir hocaya gidip muska bile yaptırdık. Ama fayda vermedi hiçbiri. Bu, bizden de kaynaklanabilir. Bana, ‘Seni ezmeme izin verme’ diyordu. Ama nasıl izin vermeyeyim; bağırarak, hak aramak olmaz ki? O zaman pek bilinçli de değildim. Ona yardım edemedim. Eminim o da böyle istemezdi.
“Sorunlar böyle devam edince boşandık. Ailesi önceden doktora götürmüş. Ama, psikiyatristlere antipatisi olduğu için devam ettiğini sanmıyorum. Bugüne kadar onu suçlayıp, nefret etmeyi, böylece aklımdan çıkarmayı çok denedim. Ama, başaramadım. Çünkü, hâlâ çok seviyorum. Sizin psikolojik sorunlar üzerine yazdıklarınızı öğrenince onu daha çok sevmeye başladım. Demek ki, sıkıntılarımız hastalıktan dolayı imiş. İnşaallah böyle hastalara tez zamanda şifa verir Rabbim. Bundan sonraki hanımına iyi davranması için dua ediyorum. Tabiî, gönül ister ki, düzelsin, iyileşsin de bana dönsün. Pek umudum da yok ya, Allah bilir artık.”
Görüldüğü gibi, psikolojik sorunların aileyi sarstığı bir örnek var. Eşler, ne birbirlerinden vazgeçebiliyorlar, ne de mutlu olmanın yolunu bulabilmişler. Birbirlerini tanımıyorlar ve anlamıyorlar. Sonuçta, yanlış davranış içindeler. Ama bunun farkında değiller. Çünkü, doğru yaptıklarına inanıyorlar.
Aradan iki ay geçince aldığım mektupta, bakış açıları değişiyor, okuyucum eşini değil, kendisini suçluyor. İşte bir dizi olumlu gelişmenin müjdecisi olan satırlar:
“Bu, size yazdığım ikinci mektup. Rabbime hamdolsun, size öyle hayırlı, sevinçli haberlerim var ki... Öncelikle Ömür Boyu Aşk isimli eserinizi okudum. Gördüm ki, eşime karşı ne kadar hatalarım olmuş. Üzüldüm ve pişmanlık duydum. Sonra düşündüm, acaba başarabilir miyim, diye. Hani diyorsunuz ya, ‘İnanırsanız, başarırsınız’ diye. Ben inanamıyordum ki... Korkuyordum, ya eşim beni sevmiyorsa artık, diye. Ancak geçenlerde doğum günü vardı eşimin. Öncelikle Cenab-ı Hakkın rızası için bir tebrik edeyim, dedim. 6 kez mesajlaştık. Sonra telefonla görüştük. Ne kadar mutluyum anlatamam. Onu kötü zannettiğimi, kızıp nefret ettiğimi sanıyormuş. Ben de, şefkatle, dünyada en çok kendisine güvendiğimi, kötü duygular beslemediğimi açıkça söyledim. Helâlleştik. İlerisi için hoş ve temiz bir adım attık. Sizlere de şükran borçluyum. Hakkınızı ödeyemem. Bu günahkârın bir derdini çözmeye vesile oldunuz. Yalnız ben bu evliliğin neden bir sene sürdüğünü şimdi anlıyorum ki, biz tam olarak İslâmiyeti yaşamıyoruz.”
Görüyorsunuz, sevgi, şefkat, olumlu yaklaşım, başkasından önce nefsini suçlamak, nasıl küllenen bir ateşi tekrar tutuşturabiliyor. İnşaallah, atılan bu iyi niyet çekirdeği sümbüllenir ve meyve veren bir ağaç olur.
Yalnız burada yanlış anlaşılmaması gereken bir nokta var. Eşler kendilerini doğru ve haklı görürken, bunu kötü niyetle yapmıyorlar. Ne yapıyorlarsa, doğru zannettikleri için yapıyorlar. Bu da düzelmeyi kolaylaştırıyor. Yoksa insanlar bilerek ve kötü niyetle birbirlerini üzseler, bunun düzelmesi çok zor. İşte burada hikmek, feraset ve basiretle hareket etmeniz gerekiyor. Can alıcı nokta şurası: Davranışları düz mantıkla değerlendirmeyin; davranışın arkasındaki niyeti anlamaya çalışın.
Zaten bizim iddiamız, insanların iyi niyetli olduğu ve hızla davranışlarını iyileştirecekleri şeklinde. Yılan gibi zehirlemekten lezzet alan hemen hemen yoktur. Çünkü, evlenmek başlı başına iyi ve güzel insanların eylemidir. Evlenmişse; sevgiye, şefkate, ilgiye, iffete, sadakate, vefaya değer veriyor demektir. Böyle değerli duygular taşıyan insanların mükemmel bir evlilikle mutluluğun zirvesine çıkmaları ise zor değil. Yeter ki, bunun için bir çaba içine girsinler.
Yukarıdaki mektup da gösteriyor ki, eşlerin en büyük problemlerinden birisi, birbirlerini doğru tanımamak. Bir okuyucum anlatmıştı. Almanya'daki bir akrabası, kendisini telefonla arayıp, "Biz yengenle geçinemiyoruz, boşanacağız" diye acı bir haber veriyor. 75 yaşında ve 50 yıldır evli olan bu kişiye okuyucum, "Acele etmeyin, evlilikle ilgili birkaç kitap göndereceğim. Onları okuduktan sonra kararınızı verin" diyor.
Yarım asır evli kalmışlar ve sonunda sabırları tükenmiş. Oysa biraz daha sabretseler, Azrail zaten onları boşayacak. Demek ki, geçimsizlik, katlanamayacakları bir sınıra dayanmış.
Ne var ki, olaylar bekledikleri gibi gelişmiyor. Okuyucum evlilikle ilgili üç kitap gönderiyor. Bir hafta sonra boşanmak isteyen akrabası telefon edip şu müjdeyi veriyor: "Kızım, biz boşanmaktan vazgeçtik. Meğerse 50 yıldır birbirimizi tanıyamamışız."
Bir insan nasıl olur da yarım asırlık eşini tanıyamaz, diye düşünmeyin. Çok şaşırtıcı ve acı da olsa, yaşanmış bir gerçek bu. Üstelik hemen her evli insan az ya da çok yaşıyor bunu.
Birbiriyle evlenmek için önlerindeki engellerle yıllarca savaşan çiftler, evlendikten bir müddet sonra birbirine giriyorlar. "Tanıyamamışım" diyorlar. Haklılar. İnsanları tanımak kolay değil. Ve asıl zor olan, sevdiğiniz kişiyi evlenmeden önce tanımak.
Eşinizi doğru tanımak size ne kazandıracaktır? Tanıdığınızda hoşlanmayacağınız yönlerini görünce evlenmekten vazgeçecek veya boşanacak mısınız?
Elbette ki hayır! Öğrendiğinizde hemen vazgeçeceğiniz bazı bilgiler mutlaka olabilir; ama "doğru tanımak," hoşlanmadığınız durumda hemen vazgeçmek için değil; ona uygun davranışları sergilemeniz için.
Eşinizin kişilik özelliklerini, yeteneklerini, güçlü ve zayıf yönlerini, duygusal ihtiyaçlarını, korktuğu ve hoşlandığı şeyleri, temsil sistemlerini, sevgi dilini, beğeni ve beklentilerini bilirseniz, onu doğru tanımış; bu bilgilere uygun davranışları gösterirseniz de, doğru davranmış olursunuz.
Tabiî burada birer kelime olarak andığım tanıma noktalarının her biri geniş bir şekilde açıklanmaya muhtaç.
Acaba siz ve eşiniz, hangi kişilik tipine sahipsiniz? Bugüne kadar bilinen dört farklı kişilik tipi var: Popüler neşeli, güçlü kararlı, mükemmeliyetçi ve barışçıl sevecen.
Bunlar birbirinin zıddı veya alternatifi değildir. İyi veya kötü diye de nitelendirilemez. Sadece hayatımıza zenginlik ve renk katan birer farklılıktır. Eğer bu farklılığı, sizi mutsuz edecek bir olumsuzluk kabul ederseniz, gerçekten mutsuz olursunuz.
Eşinizin kişilik tipini keşfettiniz ve bu hoşunuza gitmedi diyelim. Hiç zorlamayın. Onun kişiliğini değiştiremezsiniz. Ama o kişiliğe göre davranırsanız mutlu olursunuz. Kişilik değişmez, ama karşılıklı hoşgörü ve anlayışla, daha esnek hâle getirilebilir. Kişiliği değiştirmeden de, davranışlar değiştirilir, kontrol altına alınır ve yönlendirilir.
Diyelim ki eşiniz mükemmeliyetçi bir kişilik tipine sahip. Evde her şeyi dağıtmanızdan elbette rahatsız olacak. Çünkü, o her şeyin tertipli ve düzenli olmasını istiyor. Yapacağı işi önceden plânlamayı seviyor. Onun dünyasında rastgele işler, pejmürdelikler olamaz.
Eğer kendinizin ve eşinizin kişilik tipini öğrenmek isterseniz, Florence Littauer'in "Kişiliğinizi Tanıyın" isimli kitabını gecikmeden okuyun. Bu vesileyle eşinizi tanırsanız, onun kişiliğine uygun davranırsınız.
Kişilik tipleri gibi, sevgi dilleri de farklıdır. Sevgi dili, birbirimize sevgimizi gösterirken kullandığımız formüldür. Bilinen sevgi dilleri beş tanedir. Bunlar, hizmet davranışları, onay sözleri, nitelikli beraberlik, fiziksel temas ve hediye almaktır. Sırasıyla örneklemek gerekirse, yemek pişirmek bir sevgi ifadesidir. Takdir etmek, beğendiğini söylemek sevgiden gelir. Birbirinize odaklanarak birlikte vakit geçirmek ancak sevgiyle mümkün. Eşinizin elini tutmak ve çiçek almak da bir sevgi ifade biçimidir.
Acaba eşiniz, bu beş farklı sevgi ifade biçiminden hangisinden daha çok hoşlanıyor? Birisi, en önemli olandır. Yerine göre hepsinden ez veya çok hoşlanan insanlar da vardır. Ama birisi, daha önceliklidir. Asıl isteği, nitelikli beraberlik olan eşinize, yıllarca çiçek taşımanız pek anlam ifade etmeyebilir. Çünkü o çiçekten çok, sizinle birlikte olmayı arzu ediyor. Eşinizin sevgi dilini fark ederseniz, boşuna kürek çekmekten kurtulursunuz.
Eğer Dr. Gary Chapman'ın "5 Sevgi Dili"ni okursanız, eşinizin bilinmeyen yönünü keşfedersiniz. Ona bu bilgi ışığında davranırsanız, sizi şok edecek mutlulukları yakalayabilirsiniz.
Peki, ya eşinizin zekâ çeşitlerinden hangisine sahip olduğunu biliyor musunuz? Zekâ deyince aklımıza hep matematiksel zekâ ve güçlü hafıza gelir. Bir çocuğun matematiği güçlüyse, onun zeki olduğuna inanırız. Çok konuşan, çok hareketli ve hep yaramazlık yapan çocuğun pek zeki olduğuna inanmayız. Sessiz duran çocuk, usludur. Çok konuşan ve hareketli çocuğa, sessiz ve sakin olması için, "šurada uslu uslu otur" deriz. "Us" akıl olduğuna göre, suskunluk ve hareketsizlik, "akıllılık"la eşanlamlıdır. Halbuki, çok konuşan çocuk, "dilsel zekâ"ya, aşırı hareketli bir insan da, "bedensel zekâ"ya sahiptir. Birincisinden iyi bir spiker, iyi bir standapçı; ikincisinden de ünlü bir sporcu olabilir.
Zekâ, matetiksel bilgiden ya da üstün ezberleme gücünden ibaret değildir. Kaldı ki, hafızayı güçlendirmenin de bir yöntemi vardır.
Eşinizin insanlar arası ilişkilerde başarısı varsa, "sosyal zekâ"ya sahip demektir. Müziksel zekâ, doğa zekâsı, bireysel zekâ, görsel zekâ, diğer zekâ çeşitleridir. Size düşen, eşinizin ve çocuklarınızın hangi zekâ çeşidine sahip olduğunu fark edip, onu geliştirmenizdir.
Özetle, bugünkü bilim, "çoklu zekâ"yı kabul etmiştir. Buna göre, zeki olmayan insan yoktur. Sadece farklı zekâlar vardır.
Maalesef, bırakın eşini detayllı bir şekilde tanımak, yıllardır evli oldukları halde eşinin belirgin on özelliğini bile sayamayan kadınlar veya erkekler var. İsterseniz bir deneyin. Siz ve eşiniz, birbirinizin on belirgin özelliğini bir kâğıda yazın ve birbirinize gösterin.
Bakalım yazdıklarınız doğru mu?
Eğer yanlış veya yetersizse, hiç gecikmeden eşinizi tanımaya bakın. Unutmayın: Bunun için ne kadar çaba harcasanız, değecektir.


Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )